ABDULLAH EDİP GÜVENEN HOCA EFENDİ

Hoca Efendi akşam dersine iyi çalışıp geliyordu. Hatta uzun uzun notlar yazmış olurdu. Yeri geldikçe çıkarır bunları derste okurdu. Onun ilmi disiplinine hayrandım. Dersinde de ciddiydi. İlmi tartışmalara katılır, ama iş siyaset veya gündelik işlere dökülürse, “haydin dersimize” diyerek teneffüsü malayaniye taşımazdı.

Babasının Oğlu

Abdullah Edip Güvenen hocamızla ilgili yıllar önce onu tanıtan bir yazı yazmıştım. Bazı hatıralarımızı da eklemiştim o yazıya. Ama maalesef onu koruyamadım. O zaman bilgisayarımız yoktu. Şimdi arıyorum, dosyalarım arasında bir türlü bulamıyorum. Yeniden yazmak zoruma gitse de buna mecburum. Hani derler ya, “kaçan balık büyük olur”, acaba bu yazı onun yerini tutar mı? İçime sinmiyor doğrusu!

Her neyse, çocukluğum Hartlap köyünde geçerken Maraş’a gidip gelen büyüklerimiz iki büyük hocadan, iki vaizden çokça bahsederlerdi. Birisi Müftü Hafız Ali Efendi. Diğeri de Vaiz Zekeriya Hoca Efendi. Babamdan ve dedemden duyduğum ilki daha çok âlim, ama yüksek seviyede ilmî ve lügatli konuşurmuş. Hem de az konuşurmuş. Sadece Ramazan ayında ikindi vaazı verirmiş, o kadar. İkincisi ise daha sade ve anlaşılır bir dil ile halkın seviyesinde ve vaiz olduğu için her zaman konuşurmuş. O yüzden çok dinlenir, çok sevilir ve sayılırmış.

Doğum Ve Tahsili

Laf arasında bir şey daha duymuştum. Tefsirzade Zekeriya Efendinin bir oğlu yetişiyormuş. Babası gibi âlim olmaya namzetmiş. O oğlun adı da Abdullah Edip imiş. Sonraları öğrendik ki bu oğul Maraş’ta 1930 yılında doğmuş. Benden yirmi beş sene evvel gelmiş dünyaya. Demek biz bu lafları on yaşında duyduysak, o zamanlar otuz beş yaşlarında genç bir âlim demektir.

Şanslı bir çocuktur Abdullah Edip Hoca Efendi. Babası âlim, dayısı Dayızade Ziya Efendi ve onun kardeşi Mehmet Efendi âlim, muhiti ilim ehlidir. İlk bilgileri babasından ne kadar öğrendi bilemiyoruz ama asıl tahsilini henüz sekiz yaşında iken ders almaya başladığı dayısı Ziya Efendi yanında yapmıştır. Ziya Efendi’den on bir yıl okur eski usulde. O sıralarda bu âlimler, imanlarına zarar gelir, insanı istikametinden saptırır endişesiyle devletin resmî okullarında çocuklarının okutulmasına karşıdırlar ve elbette yaşanan gerçeklerle bugün görüyoruz ki çok haklıdırlar. Ancak İmam Hatipler açıldıktan sonra halk çocuklarını bu okullara vermiştir. İmam Hatiplerin dindar halkın çocuklarının okutulmasına katkıları gibi bir faydası da vardır.

O zaman İslam ilimlerinde tahsil yapmak isteyenler Suriye başta olmak üzere Arap ülkelerine giderlerdi. Nasıl ettiler de başardılar bilemiyorum, Abdullah Hoca Efendi doğrudan Mısır’a gider. Ezher Üniversitesi’nin sınavlarına katılır. Bu sınavları kazanarak 1950’de Külliyetü’ş Şeria Bölümüne kaydolur. Burada altı yıl okur. Gurbet kolay değildir. Üstelik o zamanlar ülkeler arasında iletişim imkânları da çok kıttır. Babası Maraş işi samsaların içine para koyarak oğluna gönderir. Orada geçirdiği günleri zaman zaman anlatırdı, biz de “keşke yazsanız” diyerek dinlerdik.

Mısır Hayatı

Mısır’da okuduğu yıllarda İslam dünyasının göz bebeği âlimler ve mütefekkirlerle karşılaşır. Kimisine talebe olur, kimisine arkadaş. Mesela Türkiye’den gitme Mustafa Sabri, oğlu İbrahim Efendi, İhsan Efendi ve Zahid el- Kevserî tanıştığı âlimlerdendir. Ayrıca Hasan el- Benna, Seyyid Sabık, Seyyid Kutup, Muhammed Ebu Zehra, Yusuf Kardavî, Muhammed Gazalî, Mevdudi tanıştığı ve sohbetlerine katıldığı zevattır. Ali Ulvî Kurucu, Ahmet Muhtar Büyükçınar, Ali Yakup, Muhammed Emin gibi orada okuyup ülkemizde büyük hizmetleri olan hocalarla dost olur. Arkadaşlık yapar birçok âlim, fazıl insanlarla. Bu ne büyük bir nimettir maşallah suphanallah. Keşke bu hatıralarını yazsaydı. Keşke bizler ciddi olarak onu konuşturup notlar alarak ağzından yazsaydık. Boşa Allah Teâlâ’ya sığınmamış Sevgili Peygamberimiz (sav) tembellik ve acizlikten!

Mesela Mustafa Sabri Efendiyi ondan dinledim. Hayatından kesitler anlatır, “küfürle savaştım, kifah ettim” sözünü naklederdi. Hatta bu olayı anlatırken “ ‘kifah’ kelimesini o anda anlamamıştım. Sonra lügate baktım ki ‘yüz yüze savaş’ demekmiş” diye gülmüştü. Onun kitaplarıyla Mısır’da modernist baskılara karşı akidemizi savunurken nasıl etkin olduğunu anlatırdı. Bilindiği gibi bu büyük âlim, bizde olduğu gibi, orada da Batılılaşma’nın etkisinde kalıp İslâm dinini Batı düşüncesi ve değerlerine göre yorumlayan Kāsım Emîn, Muhammed Ferîd Vecdî, Muhammed Mustafa el-Merâgī, Muhammed Hüseyin Heykel, Ali Abdürrâzık gibi Mısır’lı aydınların görüşlerini şiddetle eleştirmişti.

“Batılılaşmayla Hesaplaşma”, “Hesaplaşmadan Olmaz”, “Aydınların Karanlığı”, “Büyük Kırılma” gibi çağdaş irtidadın kaynağı olan Batılılaşmaya dair birçok kitap yazan bendeniz, kendimi fikren Mustafa Sabri Efendi’ye çok yakın bulurum ve onu çok severim. İşte onun eserlerini görmek istedik evinde bir ziyaretimizde Yaşar Alpaslan Hoca ile birlikte. Hocamız onun bazı kitaplarını gösterdi bize. Asıl dört ciltlik büyük eseri olan “Mevḳıfü’l-ʿaḳl ve’l-ʿilm ve’l-ʿâlem” yoktu aralarında. Özellikle onu sorduk. Biraz ürkek bir hali vardı. Ama ısrara dayanamadı, kalktı gitti, çok özel bir yerde sakladığı o dört ciltlik kitabı getirdi ve bize gösterdi. “Türkiye’de yasak diye böyle saklıyor, kendimce tedbir alıyorum, çünkü gözümde çok kıymetlidir” dedi. Duyduğumuza göre o eser, “Fî Zilal”i yazarken Seyyit Kutup’a çok etki etmiş. Laikliğin nasıl bir küfür olduğunu, modernizm fitnesini, Batıcılık belasını ilk defa çaplı bir şekilde o ortaya koymuş. Oğlu İbrahim Efendi bu kitabı Türkçeye tercüme etmiş ama bir babayiğit çıkıp da bir türlü bastıramamıştır.

Zahidu’l Kevseri de çok beğendiği ve övdüğü allamelerdendi ve bu iki âlim Mısır’ı derinden etkilemişti. Hatta Batının bozuk fikirlerine ve bid’atçılara bu iki kahraman yazılarıyla orada yaman mücadele etmişler, bir yangını kısmen de olsa fikren söndürmüşlerdi.

Hoca Efendi 1956 Ezher’i bitirip Maraş’a dönmüştür. Ayrıca 1965 yılında da Bağdat Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden de mezun olmuştur.

Resmî Görevleri

Abdullah Edip Güvenen Hoca Efendi Mısır’dan Maraş’a dönünce herhalde diplomasının denkliği için olsa gerek pedagoji okudu. Resmi görevlerini şöylece özetleyebiliriz: Aralık 1960'da Adana Merkez Vaizliği, 1962-1965 yıllarında Maraş Merkez Vaizliği, Aralık 1965 Ocak 1971 yıllarında Maraş Müftülüğü, 1971-1972 arasında Kayseri Müftülüğü, oradan Diyarbakır Bölge Vaizliği yaptı. Bilahare İstanbul Merkez Vaizi kadrosunda Haseki Eğitim Merkezinde Arap Dili Ve Edebiyatı Öğretim Görevlisi olarak çalıştı. Ayrıca ek görev olarak Maraş İmam Hatip okulunda, Ticaret Lisesinde, Kayseri Yüksek İslam Enstitüsünde öğretmenlik yapmıştır. 1976’da Belçika’ya gönderildi. Bruxelles İslâm Kültür Merkezi’nde altı yıl görev yaptı. 1981’de Türkiye’ye döndü. Sonra Maraş Türkoğlu vaizliği ile tekrar şehrimize döndü. Bizim tanışıklığımız ondan sonra başlar. Hele de şehre tayini çıkınca bu dostluk daha bir arttı.

Anlaşılamamak Bir Gurbettir

Maraş’ta müftülük yaptığı sıralarda ben Diyarbakır’da talebeydim. Okul tatil olsa bile köyümüze giderdik. Kendisini hatırlarım ama yakından tanımam. Tanıyanlardan dinlediğim kadarıyla Hoca Efendi şehirde pek anlaşılmamış gibime geliyor. Sert mizaçlı diyorlar. Acaba vakarı ve vazife isteyişi böyle denmesine sebep olmasın. Bizim insanımız vakar ile kibri, samimiyet ile şımarıklığı, disiplin ile işgüzarlığı genellikle ayırt edemez. Bu durum sanırım Hoca Efendi için de geçerli olmuş. Bunu şundan anladım. Domur Hocam derdi ki: “Müftülüğe vardığımızda bize yarım saat dini dersler verir, din görevlisinin nasıl olması gerektiğini anlatırdı. Ondan başka böyle faydalı konuşan müftü gelmedi. Hepsi de çıktı, kanun ve mevzuat anlattı. Onları dinlerken sıkılırdık. Fakat Abdullah Hocam başkaydı. Aybaşı gelse de toplantıda Hoca Efendiden dersimizi alsak diye beklerdim.”

Öyledir, adamın kıymetini adamlar bilir.

Bu durumun bir sebebi de allahu a’lem Süleyman Hilmi Efendinin talebeleriyle ters düşmüş olmasıdır. Bu da çok normaldir. Çünkü onlar Diyaneti, müftülüğü ve İmam Hatibi sevmezlerdi o zamanlar. Kendilerine rakip görürlerdi. Önceleri “bu din düşmanı devlet bu kurumları boşuna açmadı. Bunlar eliyle dini tahrip edecekler” korkusu vardı. Bu o devrin bütün medrese mezunu eski âlimlerinde vardı. Hatta hafız Ali Efendi de önceleri sıcak bakmamıştı bu okullara. Lakin zamanla devlet ne maksat güderse gütsün, bu okulların faydalı olduğu görülünce o düşünce zail olmuş gitmişti. Fakat bu “Süleymancılar” diye maruf olan cemaatte bu duygu bir türlü gitmedi. Zira işin içinde dünya menfaati vardı. Devlet onlara diploma ve vazife vermiyordu. Vermeyen devletti, ama onlar acısını İmam Hatipten ve Diyanetten çıkarıyorlardı. Haliyle onlar da hizmetlerin devam edebilmesi için halktan yardım talep ediyorlardı. Bunun için ilim ve hocalık itibarını kullanıyorlardı. Haliyle halk içinde itibarlarının olması için rakip hoca yetiştiren öbürlerinin itibarlarının ölmesi gerekiyordu. Zira para pul ancak böyle toplanabilir zannediyorlardı. Oysa bu halk onlara da bunlara da yardım ederdi. Aleyhte çalışmaya ne gerek vardı?

Rahmetli Saçmalı İsmail abimiz o zamanlar o cemaatin içindeymiş. Anlatırdı. Hiç sevmezlermiş. Hatta öldürmeye azmettirmişler.

“Yok yahu! Daha neler” dediğinizi duyar gibiyim. Ben olsam ben de öyle derim. Ama maziyi bilenler tasdik ederler. Bakın anlatayım:

Ölümden Dönmüş

Bir bayram günü birkaç arkadaş ziyarete gittik Abdullah Edip Güvenen hocamızı. Kendi eliyle çay, şeker, lokum, kahve ikram ediyordu misafirlerine. O içeriye kahve için gittiğinde odadaki birkaç kişiyle yakından tanıştık. Ona en çok hürmet eden kişi de benim yanımda oturuyordu. Tanıştıktan sonra bir münasebetle şunları anlattı.

“Bu hocayı bize din düşmanı kâfir diye tanıttılar. ‘Katli vacip’ dediler. Biz de yoluna pusu kurduk. Öldürmeye azmetmiştik. Ne olduysa oldu, başaramadık. Sonra ben yakından tanımak için yaklaştım. Baktım ki melek gibi bir adam ve çok çok âlim bir kişi. O katline fetva veren alçakları cebinden çıkarır. Allah’a çok çok şükrettim öldüremedik diye. Durumu kendisine anlattım. Bizi hoş karşıladı. Ben de kendimi ona hizmete adadım.”

Adam gözyaşlarını silerken benim ağzım hayretten açılmış, öylece baka kalmışım adama. Allah korumuş, ya öldürseydi!

Maraş’ı Terk

Vakkas Vakkasoğlu Hocam Ulu Caminin imamıdır. Maraş’a tayinim çıkınca ilk oturduğum ev, Çukur Hamamın bitişiğinde idi. Yani Ulu camiye çok yakın. Ben de müsait olursam namazları orada kılarım. Bu vesile ile tanıştık hoca efendiyle ve bir birimizi sevdik. Sonra ben orada vaazlar verince samimiyetimiz arttı. Nasılsa bir gün Abdullah Hoca Efendiden mevzu açıldı. Ben onun ile ilgili rahatsızlığı sordum. Anlattıkları arasında şu da vardı.  

“Bir gün bu durumu bana açtı.  Çok üzülüyordu. ‘Bu vaziyette burada faydalı olamayacağım galiba. Sen ne dersin, bu memleketten gitsem mi?’ Dedi. Ben de ‘hocam, siz daha büyük hizmetlere layıksınız. Bu şehirden gitmeniz inşallah hakkınızda hayırlı olur’ dedim. Çok geçmedi, Hoca Efendi gitti”.

Hoca Efendi Kayseri Müftülüğüne gider. Oradan İstanbul’a geçer. Onu çok seven Yusuf amcam bir vesile ile kendisini orada ziyaret eder. Söz esnasında bu olaylar geçer. Hoca Efendi “Huzuru ilimde bulum” der. Halinden memnundur. Çalışmalarını anlatır. Hatta o sıralar tercüme edilen Seyyit Kutup’un “Fî Zilâi’l Kur’an” tefsiri için çalışan tercüme heyetindedir. Hatta bu tefsirin 12. cildinin girişinde:

"Bu cildin tercümesindeki yardımlarından dolayı, eski Maraş, şimdi Kayseri Müftüsü olan ABDULLAH EDİP GÜVENEN'e teşekkür ederiz" diye yazar.

Aynı yıllarda önüne büyük bir hizmet kapısı açılır. İstanbul’da Diyanetin Haseki Eğitim Merkezinde, Arap Dili Ve Edebiyatı Öğretim Görevlisi olarak görev verilir. Ne hikmetse orada da sonuna kadar duramaz. Tayyar Altıkulaç o zaman Diyanet İşleri başkanıdır. Hakkında şöyle söylediğini duymuştuk: “Abdullah Edip Güvenen Hoca Efendinin ibaresi var ama idaresi yok”.

1976’da Belçika’ya gönderilir. Bürüksel İslâm Kültür Merkezi’nde altı yıl görev yapar. 1981’de Türkiye’ye döner.

Hicretten gelir Gibi

Nihayet yıllar sonra Müftülük görevindeyken terk ettiği Maraş’a vaiz olarak atanır. Biz bunu duyduğumuzda çok sevindik, iyice yerleşmesini bekledik, sonra bir grup arkadaşla ziyaretine gittik. O zaman orman dairesi yanında öğretmen evlerinden birinde oturuyordu. Yaşı bir hayli ilerlemiş, sakin ve durgun bir hale kavuşmuştu. Ama zayıf olduğu için yaşını göstermiyordu. Zafiyetinden başka öyle çok sağlık sorunu yok gibiydi.

Birkaç yıl daha çalıştı şehrimizde. Sonra emekli oldu. Yeni arkadaşlarla tanıştı. Arapça tefsir, fıkıh, usulü fıkıh okuyan bir hoca grubuyla buluştu. Onlar hocanın kıymetini ve ilimdeki ciddiyetini gördüler ve bırakmadılar. Değişik ortamlarda yıllarca bu özel eğitimi sürdürdüler. Hoca Efendinin neşesi yerindeydi. Çok mutlu olduğu her halinden belliydi. Fakat kaderi ilahî, içtiği kirli sudan bulaşan bir mikrobik hastalık yakasını bırakmadı. Şifa için doktorlara başvurdu ama bünyesi çok zayıftı.  Son ayları böyle rahatsızlıklarla geçti. Birkaç kez ameliyat oldu. Ecel değişmiyor tabi, bize göre hayatının en verimli yıllarında iken 24 Mayıs 1992’de vefat etti. İnna lillah ve inna ileyhi râciûn…

İlk Tanışmamız

İşte ben Hoca Efendiyi bu 1981 yılında Maraş’a temelli gelişinden sonra tanıdım. Ben de 1980 yılında okullar açıldığında gelmiştim Maraş İmam hatibe. İlme merakli bir öğretmen olarak adını çok duyduğum bu zatın gelişini haber alır almaz hemen ziyaretine gittim arkadaşlarla. Aman Allah’ım, o ne mütevazı, o ne efendi, o ne kibar insan! Hiç hesap ettiğim gibi değil. Bir topak şeker sanki. Vaazları da aynen ders verir gibi. Sanki vaiz vaaz etmiyor, bir öğretmen sınıfa ders anlatıyor. Tabi bu üslup vaazda ne kadar gider, o ayrı bir mesele, ama işini çok ciddiye alıyor. Kürsüye notlarla çıkıyor. Ama hitabet yok tabi. Cılız sesine mikrofon imdat etse de jest, mimik ve tona yardım edemiyor. Elbette bir vaiz hitabet ve üslubu bir öğretmen üslubu gibi olamaz. Olmamalı. Fakat anlattıkları çok faydalı bilgiler. Kürsü plansızlıktan kurtuluyor o çıktığında.

Bize Destek Verdi

O yıllarda ben de vaaz ederdim değişik camilerde. Bir gün Ulucamide bir vaaz sonrası birisi hücreye geldi ve anlayamadığı bir konuda kendince itiraz etti.  Ben de cübbemi çıkarırken sakin sakin dinliyordum adamı. O gün kürsüde şu ayeti okumuştum:

الزَّانِي لَا يَنكِحُ إلَّا زَانِيَةً أَوْ مُشْرِكَةً وَالزَّانِيَةُ لَا يَنكِحُهَا إِلَّا زَانٍ أَوْ مُشْرِكٌ وَحُرِّمَ ذَلِكَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ

“Zina eden erkek, ancak zina eden bir kadınla veya Allah'a ortak koşan bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadın da, ancak zina eden bir erkekle veya Allah'a ortak koşan bir erkekle evlenebilir. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.”(Nur 3.)

Adam diyordu ki: “Birçok insan pavyondan kadın çıkarıp evlendi. Kimse de bunlara bir şey demedi. Siz niye haram diyorsunuz?”.

Oysa iyi dinlememiş. Biz ayeti açıklarken, “zinayı terk etmedikçe zina eden kadınla evlenmek haramdır. Fakat tövbe etmiş ve o çirkin işi terk etmiş ise, evlenmek tavsiye edilmese de, haram denmez. Ayet böyle tefsir edilmiştir” demiştik.

Bir de baktım ki Hoca Efendi heyecanla beni savunuyor. Hatta adama ayeti sonuna kadar okudu ve dedi ki: “Allah ayette açıkça: “Bu, mü'minlere haram kılınmıştır” diyor. Allah böyle diyor kardeşim, sana ne oluyor?” dedi. Biz de adama tekrar izah ettik, ne zaman haram olur, ne zaman mekruh olur, tekrar anlattık. Adam ikna oldu, gitti. Baktım Hoca Efendide hiç haset yoktu. Aramızda onca yaş farkı olmasına rağmen hem gelip vaazımı dinlemiş, hem de meslektaşını ve haliyle hakkı heyecanla savunmuştu. Buna da çok sevindim doğrusu.

Çok Sevilmeye Layıktı

Hoca Efendiyi zamanla tanıdıkça daha çok sevdim. Aramızda çeyrek asırlık yaş farkı vardı ve bizden ziyadesiyle hürmet ve tazimi hak ederken, o da bize karşı sanki bir emsali imişiz gibi mütevazı davranır, hürmet ederdi. Onun bu edebi karşısında hayâ eder, mahcup olurduk.

Hoca Efendi bir cemiyet adamıydı aynı zamanda. Davet edildiği yere gelirdi. Konuşma yapanları sessizce dinlerdi. Mütevazı ve olgundu. Müsamahalı bir insandı. Kibirli davrandığına şahit olmadım. Meslektaşlarını severdi. Cemaatlere yaklaşımı müspetti. İstikamet ehliydi.

Hoca Efendi çok zayıftı. Az yediği belliydi. İyi ve temiz giyinirdi. Kısa sakallı idi. Okurken gözlük takardı. Onun üstünden bakışı çok tatlı idi. Çok az şaka yapardı. İlmî bir mesele çözüldüğünde çok mutlu olurdu. Bize göre maddi durumu iyi idi. Ama arabası yoktu. Sanırım ehliyeti de yoktu. İşine dersine çoğu zaman yürüyerek giderdi.

Hazret ilim aşığıydı. Okumasını o yaşında devam ettirdi. Hatta İmam Hatip Lisesinden ve bazı İmamlardan arkadaşlarla haftada birkaç gün bir araya gelerek ders okudular. Önce Celaleyn Tefsirini takip ettiler. Sonra başka kitaplar da okudular. Ben o zamanlar başka bir yerde okumaya devam ederdim. Arada bir onların yanına da giderdim vaktim elverdikçe. Bazen İsmet Karaokur Hocam da gelirdi, teberrüken dersi dinlerdi. Öyle günlerde sevinçten neşeden bayram ederdik.

İşte orada gördüm. Hoca Efendi akşam dersine iyi çalışıp geliyordu. Maalesef arkadaşlarımız öyle değildi. Hatta Hoca Efendi derse hazırlık esnasında uzun uzun notlar yazmış olurdu. Yeri geldikçe çıkarır bunları derste okurdu. Onun ilmi disiplinine hayrandım. Dersinde de ciddiydi. İlmi tartışmalara katılır, ama iş siyaset veya gündelik işlere dökülürse, “haydin dersimize” diyerek teneffüsü malayaniye taşımazdı.

Doğrusu Arabistan’da okuyan arkadaşlar içinde ilmi disiplini olan ve okumasını devam ettiren sadece onu gördüm desem yeridir. Çoğu arkadaşlar, sanki “bu kadarı bize yeter” der gibi kitabı bırakır, giderek bildiklerini de unuturlardı. Yeri gelmişken bu tenbihi, faydası olsun duasıyla yapalım gücenmezseniz.

Bana Demez mi ki!

Bir gün arkadaşlarımı da kast ederek kendisine:

-  Arkadaşlarla da konuştuk, bize bir fıkıh usulü okutsanız çok seviniriz hocam, dedim.

- Hoca Efendi ona hazırlanmaya zamanım yok. Ama siz okutursanız, ben katılırım, dedi.

-  Estağfurullah hocam!

- Neden olmasın? Ama olmazsa bu aklımda kalsın inşallah, dedi.

Sanırım bir yıl sonraydı. Bir gün Kıbrıs Meydanında beni görünce gülümsedi:

-  Artık fıkıh usulü okuyabiliriz müsaitseniz.

-  Çok seviniriz hocam! Hemen arkadaşları haberdar edeyim.

Arkadaşlarla anlaştık. Şehrin en merkezi yeri olduğu için bu tür derslerini hep yaptığı yer olan Belman sitesindeki Hak Yol vakfında yine toplandık ve istişare etmeye başladık:

-  Hangi kitabı takip edelim?

Fakir dedim ki:

- İzniniz olursa “Menar”ı takip edelim. Hem klasik bir metni okumaya alışırız, hem de kısa bir kitaptır, başlayınca bitiririz.

Arkadaşlar da desteklediler. Kendisi de kabul etti.

Biz daha sonra anladık. Etmişler etmesine ama epey de tedirgin olmuşlar. Onun da çok alışık olmadığı bir üslup var o kitapta. Üstelik usulü fıkıh yanında mantıktan da bir hayli kavram ve dersler var. Şöyle bir bakmış, endişeye kapılmış. Bunun üzerine bu tür kitapların sanki koleksiyoncusu gibi biriktirilmesine aşık olan Yaşar Alpaslan Hocaya gitmiş. Menar hakkında ne kadar şerh, haşiye ve tercümeler varsa ondan almış. Akşam bütün ciddiyetiyle derse hazırlanmış. Böyle birkaç hafta okuduk. Baktık hocamıza zahmet veriyoruz. Yük oluyoruz diye üzülüyoruz. Bir gün konuyu münasip bir şekilde açtık. Dedi ki:

-  Arkadaşlar, maksat ilimse, neden kolayını tercih etmiyoruz?

Aslında çok haklıydı. Peygamberimiz de günah olmadıkça her zaman işin kolayını tercih ederdi. Allah bu dinde bize kolaylık dilemiş, zorluk istememişti[1].

-  Peki, ne okuyalım? Dediler. Ben de:

-  Abdülkerim Zeydan’dan “el- Veciz” okuyalım, dedim. Hepsi de kabul ettiler. Sormadım ama şimdi aklıma geldi, acaba Bağdat’ta okuduğu yıllarda müellif ile tanışmışlar mıydı?

Velhasıl o kitabı beraberce okuyup bitirdik. Bu esnada iyice kaynaştık. Nice tatlı hatıralar yaşadık. Daha nice eserleri beraber okumak niyetindeydik. Ama onun ecel oku yaya konulmuş, tel ve yay iyice çekilip gerdirilmiş, kulak “at” emrine verilmişti. Ne onun, ne de bizim haberimiz vardı.

Heyhat, ne kadar da öleceğimizi bilsek, her ecel yine de ansızın geliyordu…

Dünya Fânî

Hoca Efendi ile ilim ve davet anlayışımız tam, olaylara bakış açımız neredeyse aynıydı. Bu yüzden birbirimizi çok sevdik. Evet, belki daha nice eserleri beraberce okuyacaktık. Ama bir gün hiç umulmadık bir hastalığa yakalandı.

Bünyesi zaten zayıftı. Üst üste gelen ameliyatları kaldıramadı ve nihayet ecelin oku göklerde vınlayarak geldi. 24 Mayıs 1992 günü onu can evinden vurdu. Duyunca belimiz kırıldı. Tebdilimiz şaştı. Dudaklarımızdan “İnna lillah ve inna ileyhi raciûn” ayeti döküldü. Arkasından “ve beşşiri’s sabirîn” ayetini okuyarak sabırla Allah Teâlâ’ya döndük ve ondan yardım istedik. Ölenimize rahmet, kendimize hidayet ve istikamet diledik.

Evet, sevgili hocamız hakka yürüdü, rahmetine kavuştu. Bizi en verimli zamanında öksüz bırakıp gitti. Biz ona doyamamıştık, hani derler ya “geç buldum erken kaybettim” aynen öyle oldu. Lakin neylersin ki hüküm Allah’ındır. Rıza ve itaatten gayrısı ayıptır, kula itiraz ve isyan yakışmaz. 

İstirca ederek kaderi ilahiye teslim olup sabrımızın mükâfatını O’ndan bekledik. Rabbim daha büyük nimetleriyle bizi ve insanımızı mükâfatlandırsın. Çünkü vadi vardır; kul kaderine razı olur, musibetini sabırla karşılarsa, Allah ona kaybettiğinden daha hayırlısını verir. Onun hazinelerinde nimetler bitmez tükenmez hamdolsun.

Şimdi bu yazıyı yazarken yüreğim sızlıyor. Onu koltuğunda bir çanta, hafif kambur, yere bakarak yavaş yavaş yürüdüğünü görür gibiyim şimdi. Ruhu şâd olsun ve Rabbim cennetinde buluştursun. Ve derken, gözlüğünün altından bana bakıp güldüğünü görür gibi oluyor ve hissedişten çok duygulanıyorum. Allah ondan razı olsun.

İyi bir kütüphanesi vardı. Ne oldu acaba?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1]Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez.” Bakara 185.