ALİ GÖRGEL (HAFIZ ALİ EFENDİ)

Hafız Ali Efendi deyince hemen zihnime “Maraşlı bir peygamber mirasçısı” izlenim ve imajı geliyor. Sıcak, sımsıcak bir sevgi, kurşun gibi ağır bir saygı, ikisi ortasına oturmuş babacan bir tavır. Her Maraşlının dilinde destansı bir sevgi, büyük  bir saygı, sarsılmaz bir güven, aşılmaz bir şöhret. Ruhu şâd olsun.

Âlimin Görevi

İslam, ilme ve ilim adamına çok büyük değer vererek, onları toplumun tabiî önderleri yapmıştır. İlmi ile amel eden âlimler, kendi çağlarında Peygamberleri temsil ederek onların manevî makamlarına otururlar. Gerçekten ashabı içinde bir peygamberin konumu neyse, cemaati içinde bir âlimin yeri de odur. Çünkü yaptıkları görev sanki aynıdır.

Hangi görev mi?

İnsanlara Allah’ı, Resulünü ve aziz dinini öğretmek, sevdirmek ve yaşatmak. Bunu yaptıklarında aldıkları sevaplarla âlimlerin dereceleri o kadar yükselecektir ki, yarın makamları, peygamberlerin bir adım gerisinde olacaktır inşallah. Dolayısıyla âlimler sevip saymak ve meşru emirlerine itaat etmek, aynen Allah Teâlâ’yı ve Resulullah’ı (sav) sevip saymak ve emirlerine itaat etmek gibidir. Abartmıyoruz, çünkü bu sözleri aynen hadislerde buluyoruz.

Hiç şüphesiz bu açıdan bakıldığında her bilgili kişiye “âlim” denmez. Çünkü İslamî anlayışta alim, sadece bilen değil, aynı zamanda o bilgileri ihlasla yaşayan, ahlaklı ve takvalı olan, şartlar ne olursa olsun dini gizlemeden tebliğ ederek başkalarına da öğreten, bu uğurda başa gelen eza ve cefâlara sabırla katlanandır.[1]

Hayatı Ve Tahsili

İşte Leblebicizâde Hafız Ali Efendi (Görgel) tam da böyle bir âlimdir. Bir kere onun bilgisine karşı insanlarda derin bir itimat ve güven vardır. O da bu güveni daha da güçlü kılmak için kendisine sorulan soruları bilmesine, hatta biraz önce cevaplamasına rağmen, yeniden kitaba bakarak, yer yer açıktan okuyarak veya huzurunda birisine okutarak cevaplandırmıştır.

Maraş’ta “Müftü Efendi” denilince hala akla onun gelmesi boşuna değildir. Her peygamberde olması gereken sıdk, fetânet, ismet, emanet ve tebliğ gibi güzel sıfatlar, mümkün mertebe bir âlimde de olması gerekir. Çünkü yaptıkları işler bunu gerektirmektedir.

Bu açıdan bakıldığında Hafız Ali Efendi dininde ve davasında sadık ve samimi, özü sözü doğru, etrafına güven veren bir insandır. Son derece zekidir; çağını kavramış, insanları tanımış, şartları elinden geldiğince hizmet için kullanmıştır. Kimse onun bir günahından, bir din istismarından, makamını veya sevgisini kötüye kullanarak kişisel çıkarına alet ettiğinden bahsetmemiştir. Gerek bürokratlar, gerek siyasetçiler, gerekse eşraf ve zâdeler karşısında düşük davranmakla itham etmemiştir. Hatta aleyhine çalışanların bir şekilde ilahî cezaya çarptırıldığını söyleyenler de olmuştur.

Hafız Ali Efendi 1877 yılında Şekerli mahallesinde dünyaya gelir. Babası “Leblebicizadeler”den Nalbant Ökkeş Efendidir. Bu alim ve emin insan, anlaşılan çok zor ama iyi ve zorlu bir tahsil görmüştür. Küçük yaşta Divanlı’daki “Huffaz” mektebine gönderilir. Hafızlığını burada, Tiyeklioğlu Hafız Veysel Efendide tamamlar. Maraş’ta, Kayseri’de, Halep ve İstanbul’da tahsil görür. Bir ara Kahire Ezher’e gittiğini duymuştum ama daha iyi bilenlerden tasdik alamadım. Tahsilden dönüşünde imamlık yapmaya başlar. Maraş harbinde fiilen savaşmış bir gazidir. 1929 yılında Maraş’a müftü olur. Otuz iki yıl bu görevde kalır. 1964 yılında emekli olur. Son yıllarında yatalak ve gözlerinden mahrum olur. Allah Teala bu dünyada derecesini iyice yükseltmek için onu ömrünün sonunda bile imtihandan geçirir ve muvaffakiyet ihsan eder. Nihayet 23.05.1967 yılında vefat eder. Cenazesindeki kalabalık hala dillere destandır. 

Ahlakı Ve Karakteri

Hafız Ali Efendi tahsiliyle kalmamış, yeni kitapları takip etmiş, çok güzel bir kütüphane oluşturmuş ve sürekli okumuş, bilgilerini yenilemiştir. Bazen bir halka ile beraber okumuş, bu halkalarda bazı hocalar yetiştirmiştir. Halka vaazları sadece Ramazan ayında olduğu için az sayılır. Ama muhteşem vaazlarından bahsedilir. Biz o ihtişamı bir tek örneğinde gördük hamdolsun. O daha çok sohbet insanıdır. Her zaman ve zeminde sohbet etmiş, müftülükte, camide, sokakta, evlerde, bağlarda, velhasıl bulunduğu her yerde dinini tebliğ etmeye gayret etmiştir. 

Hoca Efendi derviş meşreptir; sade yaşar, âbid, zahit ve mütevekkildir. Ruhânî ve manevî yönü güçlüdür. Hasbî, fedakâr, tahammüllü, müsamahalı, mülayim, şefkatli ve merhametlidir. Halk için kolaylığı sever. Azimli ve cesurdur. Şatafat ve lüks düşkünü değildir. Kılık kıyafeti orta hallidir. Ama devir gereği giydiği şapkası kafasında bir türlü tam durmaz, ya bir yana dönüktür, ya da eğridir. Bu kabadayılığından değildir. Belki de değer vermeyiştendir. Bize göre gizli bir protestodur. 

Hafız Ali Efendi’yi büyük yapan hasletler sadece bunlar değildir. O, mütevazı bir insandır. Elini öpmek isteyenlere izin vermez. Ama vakarını korur, izzeti gözetir. Makamında halkın her kesimini sıcak karşılamış ve ilgi göstermiştir. Hocalar, dervişler, eşraf onun yanında nasıl güler yüz ve tatlı dil buluyorsa, aynısını hamallar, işçiler, esnaf ve memurlar da bulmuştur. Ağzı dualı birisidir.

Hoca Efendi fevkalade cömerttir. Bir şekerci dükkânına girdiğinde ne alırsa, yanındakilere de aynısını alır. Koku ve şekerleri meşhurdur. Hatta bitmeyen koku şişelerini bir keramet olarak kabul edenler bile vardır.

Âlim Ve Hatip

Kahramanmaraş halkı bilgisi kadar onun şahsiyetine de güvenmiş, dindarlığına inanmış, ilmine itimat etmiştir. Ülke tarihinin en zor zamanlarında yaşamış bir insan olarak o, halkını aşırılıklardan uzak tutarak korumuş, itidali elden bırakmayarak devlet ile millet arasında bir köprü olmuştur. Zaman zaman devlet ricalinin de aşırılıklarını manevî otoritesi ile önlemiştir. Devlet adamları, yerel yöneticiler ve politikacılar da ilişkilerinde bu vakur ve ciddi alime saygılı yaklaşmaya özen göstermişlerdir.

Hafız Ali Efendi çok uzun bir müddet resmî görev yapmıştır. İş hayatında disiplin ve ciddiyet vardır. Mesleğinde mahir demeye gerek var mıdır bilmem. Arapçayı iyi bilir. Osmanlı âlimler Farsça da okur yazarlardı. Sanırım o dili de bilir. Bir Ramazan vaazını dinledim. Bir ona dayanarak, bir de rahmetli dedemden ve babamdan duyduğuma göre diyeyim; dili biraz ağırdır. Dedem, “O lügatlı konuşurdu, biz anlamazdık, ama Zekeriya Efendi halkın diliyle konuşurdu, onu anlardık ve daha çok dinlerdik” derdi. Ama üslubu hitabet tarzı muhteşem.

Canlı, renkli, diri, cesur, ayet ve hadislerle bezenmiş, sahih kıssa ve menkıbelerle zihinler uyarılmış, atasözü ve deyimlerle, şiirlerle, secîli dualar ve temennilerle süslenmiş, şahsiyet yapmadan halkın hayatından örneklerle günceli yakalamış, korku ve ümidi dengeleyen, fesahat ve belağat dolu bir dil ve üslup. Tıpkı Ceyhan nehri gibidir: Doğduğu yerde ve Elbistan ovasında çok sakin, ama Çalış köyünün altındaki Gürgür’de kamçı yemiş azgın bir küheylan gibi köpür,  Kandil’den Berit dağı eteklerine dökülürken şelaleler gibi akar, Ahır dağının arkasından dolanırken nasıl çırpınır, Sır’dan geçerek Düldül’ün altından Adana ovasına kadar öyle köpürerek gider. Nihayet denize yaklaşırken o azgın küheylan yorulmuş, gemlenişine razı olarak kaderine teslim olmuştur. Sessizce bir zikir ve dua ile başlayan vaaz, gittikçe heyecan ve coşku ile ulu mabedi doldurur, sonunda yine inleyen bir gönülle tazarru ve duaya durur, Fatiha çekerek sükutta huzura durur. Evet, Ceyhan nehri gibi, sonunda kaybeder kendisini engin denizlerde. Siz vaaz bittiğinde kendinizden geçtiğinizi anlarsınız, toparlanır, derin bir nefes alır, “Allah Allah” diyerek ayıkmaya çalışırsınız. Başka bir âlemden geliyormuşsunuz gibi hisseder ve duygulanırsınız. Gerçekten de muhteşemdir ilim, dil, üslup ve ses ahenginin harmanlanması. Mabetten çıktığınızda güneş batmaya meyletmiş, iftarın gölgesi üstünüze düşmüştür. Orucun da verdiği manevi hazla başınız tefekkürde adımlarsınız evinizin yolunda…

Hitabet açısından belki tek dikkatimizi çeken nokta, halkın seviyesinin pek gözetilmemiş olmasıdır. Kitap gibi konuşur hoca efendi. Bilmiyoruz, belki de dinleyenler özeldir ve seviye yerindedir.

Bir de vaazlarını sadece Ramazan ayına hasretmelerini doğrusu pek anlayamadık. Gerçi hitabette az ve seyrek konuşmak tavsiye edilir, fakat bu haftada bir iki gün gibi anlaşılır genellikle. Kasete alınan tek vaazını dinlemesek, “çok beğenilmesinin altında bu azlık mı yatıyor acaba?” diye sorabilirdik. Ama değil. O zaman ister istemez akla şu soru takılıyor; o güzel ilim ve üslubundan senenin sair zamanlarında halkı neden mahrum etti acaba?  

Bir Vaiz Niçin Türkü Söyler Kürsüde?     

Bir gün bazı dostlarla sohbet ediyorduk. Söz hocalarımızdan, eserlerinden, hizmetlerinden, vaaz ve sohbetlerinden açıldı. Birisi dedi ki:

-  Hafız Ali Efendi Ulucami’nin o özel kendi kürsüsünden o muhteşem ve müessir vaazlarını verirken bazen türkü de söylermiş.

O ilimde, üslupta, vakar ve heybetteki ihtişamı ancak bir kere banttan dinleme nimetine mazhar olan fakir merak ettim. Buna benzer bir sözü merhum babamdan da duymuştum. Rahmetli babam, küçük bir defterine ondan duyduklarını not almıştı. Bazen onun üslubunu da taklit ederek okurdu. Dedim ki:

-  Hangi türküleri söylerdi mesela. Bir örek hatırlıyor musunuz?

-  Mesela şunu hatırlıyorum:

Kalenin bedenleri,
Çevirin gidenleri,
Vurup vurup öldürün
Yâri Terk edenleri!

Aman Allah’ım! Adama teşekkür edemedim. Çünkü boğazıma bir yumruk otururken birden nefesim kesildi, gözlerime yaş seyirtti, içim alıp alıp vermeye başladı. Ağlamamak için kendimi kasıyor, sükûtla yaşadığım manevî hali atlatmaya çalışıyordum. Epey bir müddet konuşmalara katılamadım içimdeki acı ve ıstırabı belli etmemeye gayret ederek. Onu çok iyi anlıyor ve derdine eşlik ediyordum.

Zalim ve zorba bir devirde Müftülük yapıyor adam. Şapka giymemek için camiye girerek seslerini yükseltmiş bir şehrin insanları, daha dün kurtuluş savaşındaki başarıları hiçe sayılarak, dünyada madalyalı tek kahraman şehir olduğu hiç kale alınmayarak, bulundukları cami kuşatılmış, tavanı yarılarak girilmiş, insanlara ateş açılmıştır. Yakalananlar ayaklarından ve boğazlarından zincirlere vurularak hor ve hakir kılınarak ilden ile yürütülmüş, en ağır mahkemelerde yargılanarak kimileri uzun mahkûmiyetlere, kimileri de idama mahkûm edilmiştir. Devlet nazarında mimli bir şehrin âlim müftüsü, kendisine zahiren saygılı davranan devlet erkânına mesafeli dursa da halkı rejimden korumak için yan tarafa kaydırılmış yarım yamalak bir şapka giymiştir.  Her zaman konuşmaz. Senede bir ay ramazanda ikindi namazı ardından konuşur ve dört gözle beklenen her konuşması kalplerde bir deprem etkisi yaparak cemaatini adeta yıkar, temizler, yıkıklarını yeniden onarır.

İnsanın derdini bile dile getiremediği zor bir zamandır. Benzer duyguları yaşayan şair bakın bu durumdan ne kadar mustariptir:

Bir gün bu gidişle çatlarsa yürek,
Dile vurdukları perçinden gelir.[2]

Ve bu derdini devrin şartlarından ötürü tam dile getiremeyen Hoca Efendi kürsüde dolar dolar da, taşmayı, bendini yıkmayı, kim bilir, belki de katıla katıla ağlamayı bir türküyle önlemeye çalışır:

Kalenin bedenleri,
Çevirin gidenleri,
Vurup vurup öldürün
Yâri Terk edenleri!

Of ki of!

“Kalenin bedenleri” gümbür gümbür yıkılıyor. Koca Osmanlı gümbür gümbür yıkılıyor. İslam medeniyeti taş taş yıkılıyor. Kalan son parça Türkiye’dir. Batının ateş saçan silahlarıyla açıktan savaşarak yıkamadığı bu kalenin duvarları, Batının uşaklarının eliyle şimdi içten hileyle yıkılıyor. İnkılaplarla, devrimlerle yıkılıyor. Bu kalenin içinde din var, namus var, medeniyet var, hayat var, can var, eş ve evlat var. Bu kalenin bedenleri yıkılırsa, düşman kaleden içeri girecek ve varların hepsine kıyarak yok edecektir. Bir millet bunun için dişini tırnağına katarak savaşmıştır. Vatanı kurtarmış, yeni bir İslam Devleti kurmuştur. İstiklal Marşı ile ruhunu, davasını, düsturunu yazmıştır. Fakat sonra ne olmuştur?

Müftü Hafız Ali Efendinin içi yanıyordu. Evet, görüyordu ki kalenin bedenleri yıkılıyordu. Fakat bu sefer yardım edip onaracak halk da yoktu. O cepheden bu cepheye koşan millet şehit olmuş, yaralanmış, esir olmuş, sakat kalmıştı. Geride kalan kadınlar, çocuklar ve yaşlılar büyük bir fakirlik ve zaruret içinde kıvranıyorlardı. Zaten hiç sevmedikleri dâhilde savaşa, isteseler de derman bulamıyorlardı. Üstelik yer yer de insanı kahreden işler oluyordu. Kimileri onaracak yerde kaleyi terk ediyorlardı. Hatta yıkanların safına geçiyorlardı. Bu gidiş canı kurtarsa bile dini, imanı, ırzı, namusu, gelecek nesli, kültür, tarih ve medeniyeti yıkıyordu. Böyle giderse akıbet mukaddes vatanı ebediyen kaybetmek demekti. Böyle bir felakete yürek nasıl dayanabilirdi! Bu yüzden haykırıyordu:

Çevirin gidenleri!

Ama o da ne! Gidenler geri dönmeyi, yeniden davaya katılmayı istemiyor, geri çevrilmeyi reddediyorlardı. Bu dönek miydi? Bu “irtidat”, yani “dinden dönmek” miydi? İslam’da bunun cezası ölümdü. Zavallı Hoca son bir gayretle haykırıyor, dini, imanı, maneviyat ve mukaddesatı terk etmemek için “dönek” durumuna düşenleri ikaz ediyor, inzar ediyor, uyarıyor, kendilerine getirmeye çalışıyordu:

Vurup vurup öldürün
Yâri Terk edenleri!

Yâri, yâr ve yardımcımız, velimiz ve Mevla’mız olan Rabbimizi terk edenleri!

Aman Allah’ım, bu ne acıdır böyle! Yürek dayanabilir mi buna, bu ne ıstıraptır? Bu ne müthiş çiledir Allah aşkına?

Ah hocam ah, biliyorum, ciğerin yanıyor senin, söyleyemediklerini türküye vurup söylüyorsun, ama acaba dinleyenler anlıyorlar mı? Mehmet Akif dertli dertli “Bülbül” ile konuşuyor, Necip Fazıl “Sakarya”ya “Destan” anlatıyor, sen ise kürsüde “Çevirin gidenleri” diye feryad ediyorsun!

Bize bu dini ve bu vatanı böyle çilelerle ulaştıran seleflerimizin minnet ve şükranla ellerinden öpüyoruz.

Ey yüce Rabbimiz! Onların konuşamadıkları konuları, konuşamadıkları için kendilerini yiyip bitirdikleri, kalplerini çatlattıkları mevzuları, din, iman ve namus için en hayati meseleleri bugün bizlere en üst perdeden konuşma ve yazma imkânı verdiğin için sana hamd ve şükürler ediyoruz.

Yalnız sana hamd- ü sena, yalnız sana ibadet ve kulluk! Ne olursun, o kaleyi onarmayı bize de nasip eyle!

Kitap Sevgisi Ve Kütüphanesi

Devrine ve gelirine göre büyük bir kütüphanesi vardır. Ama ne hikmetse kitap yazmamış. Bu nokta bizi üzmüştür. Bazıları “Her sahada yeterli eser var. Yenisine ne gerek var?” gibi bir sözünü naklederler.

Doğru olsa bile şöyle düşünelim; Mesela Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Efendi “Yeteri kadar tefsir var. Ben niye bir daha yazayım ki?” dese de, “Hak Dini Kur’an Dili” adlı o muhteşem eserini yazmasaydı, ne büyük bir kayıp olurdu değil mi?

 Acaba Ömer Nasuhî Bilmen Hoca Efendi o mübarek kitaplarını yazmakla iyi etmemiş mi?

Çok sevdiği Bedîüzzeman gibi birkaç risale de kendisi yazsaydı, öldükten sonra hem kendisine bir sadaka- i cariye, hem de millete bir hizmet olurdu.

Bu değerli alime Kahramanmaraş’lılar da doğrusu güzel davranmış ve kendi çaplarında onun kıymetini bilmişlerdir. O caddeden giderken halk saygıyla yana çekilir, iş yerlerindeki esnaflar kıyama dururlarmış. O da imkan nispetinde herkese güler yüzüyle selam verir, gönül alırmış. Hatta yolda çoklarına şeker vere vere gidermiş.

Hala Osmanlının bakiyyesinin yaşadığı o günler için ne tatlı bir manzara değil mi? Yanlarından değil “müftü efendi”, “Şeyhu’l İslâm” geçse umurlarında olmayan günümüz nesli için de ne kadar acı!

Müftünün Yaptığına Bak

Muhterem Mustafa Ramazanoğlu ile sohbet ediyorduk. Bir ara  Merhum Bediuzzaman Said Nursi (rh.a) yi uzun bir yolculuktan ve aramadan sonra nasıl ziyaret ettiğini anlattı. Konumuzla ilgili yeri buraya aktarayım inşallah.

Merhum Bediuzzaman Said Nursi (rh. a) orada kendisini ziyaret yerine eserlerini ziyareti tavsiye ediyor. Eserleri ise o zaman (1951- 1952) İslahiye’de PTT memuru olan Zübeyir Gündüzalp’dan alması gerektiği söyleniyor. Bu da ona bir mektup yazıyor.

Büyük hizmet insanı merhum Zübeyir Bey bizzat Kahramanmaraş’a kadar gelerek hem tanışıyor, hem de Risale- i Nur Külliyatını teslim ediyor. İşte bundan sonrası mesleğimiz adına ilginç. Devam ediyor anlatmaya Mustafa Bey:

“Benim bir âdetim vardı. Aldığım kitabı şehrimizin büyük âlimi ve müftüsü Hafız Ali Efendiye gösterip tavsiyesini almadan okumazdım. Yine öyle yaptım. Risale- i Nur’u kucaklayarak müftü efendiye gittim. Selamdan kelamdan sonra maksadımı açtım.

Bana, ‘kitapları şöyle masanın üstüne koy paşam, bir hafta sonra gel, konuşalım’ dedi.

Bir hafta sonra tekrar gittim ve meseleyi açtım. Rahmetli dedi ki:

‘Bak Mustafa Efendi, bunlar çok kıymetli, şok faydalı kitaplardır, kusura kalma paşam, ben bunlara el koyuyorum, sen kendine git yenisini al’.

Bu sözüne çok ama çok sevindim, teklifini de seve seve kabul ettim ve yanından sanki uçarak çıktım.”

Hafız Ali Efendi bu teklifi elbette aralarındaki samimiyetten ve onun mali gücünün müsait oluşundan dolayı yapmıştır. Ahbap arasında bunların lafı olmaz. Nitekim biz “Kitap Sevgisi” kitabımızda  “hediye kitap isteme” bölümünde bir şeyler yazmıştık. Bunu da onlara bir ilave sayabiliriz.

Ama meselenin bir başka yanı da, ne olursa olsun, ödünç verilen kitapların büyük bir tehlike altında olduğu gerçeğidir. Görüldüğü gibi ödünç kitap vermek oldukça riskli bir iştir. Çünkü kitap elden çıktı mı - büyük ihtimalle-  bir daha kolay kolay geri dönmez. Kısaca söylemek gerekirse, ödünç verilen eserin yerinde yeller esebilir.

Hafiz Ali Efendi’de Fetva Sorumluluğu

Hafiz Ali Efendi şahsiyeti kadar ilmine de güven duyulan bir âlimdir. Onun fetva vermedeki ciddiyeti ve bu konuda duyduğu sorumluluğu da meşhurdur. Onun hakkında yapılan bir sempozyumda[3] ben de şunları anlatmıştım:

Malum, İslâm ile ilgili sorulan bir soruya yetkili bir kimsenin verdiği cevaba fetva diyoruz. Elbette herkes fetva veremez. Fetvayı ancak resmi veya sivil müftü verir. Müftü kelimesinin aslı “müftî”dir. Yani fetva vermeye ehil kimseye denir. Aslına bakarsanız İslâm hukuku metodolojisinde “müftî”, “müctehid” anlamında kullanılmıştır. Müçtehit ise, Kur’an, sünnet ve diğer dinî delillerden fıkıh usulü kaidelerine göre hüküm çıkarabilecek ehliyette olan alim kişidir. Kendisi bizzat ictihad edecek seviyede olmayan bir ilim sahibine, diğer müctehitlerin söz ve fetvalarını alıp aktarmasından dolayı, mecâzî olarak “müftî” denir. Burada müftü, “nakil” anlamındadır. Elbette güzel ve ideal olan, her Müslümanın muhtaç olduğu İslâmî bilgileri kaynaklarından bizzat kendisinin alıp ve uygulamasıdır. Bunu yapamıyorsa, bilenlerden sorarak öğrenir. Kur'an- ı Kerîm de, "Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorunuz" (en- Nahl, 16/43) buyurulur.

Fetva geleneği İslâm dininin doğuşu ile birlikte ortaya çıkmıştır. Kur’an ayetlerinde fetva kökünden “yeseluneke”,  "yesteftûneke = sana soruyorlar" ve "yüftîkum = o size açıklıyor" gibi ifadeler kullanılmıştır. Sahâbe sorularını bizzat Allah Resulüne sorar, O da bu soruları âyet veya hadisle cevaplardı. Peygamberimiz bu tür soruları teşvik etmiş, ilmin yayılmasına vesile kılmıştır. O soru sorarken utanılmayacağını da öğretmişti. Sadece iş olsun diye sorulan faydasız ve lüzumsuz soruları hoş karşılamazdı. Sahabiler de “ya hoşlanmadığı bir soru ise” diyerek, onu üzmeme ve ona duyulan büyük saygı adına çok soru sormazlardı. Hatta bazen “dışardan birisi gelse de rahatça soru sorsa, ona cevap verirken biz de yeni şeyler öğrensek” derlerdi.

Hiç şüphesiz müçtehit olmanın ve fetva vermenin bazı şartları vardır. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

  1. İlmî Şartlar: Gerekli bilgisinden emin olmak. Fert ve toplum olarak insanları tanımak. Halka kendi ilmî otoritesini kabul ettirmek.
  2. Ahlakî Şartlar: İyi niyet, ihlas, istikamet, vakar, ciddiyet sahibi olmak.
  3. Vehbî Şartlar: İlim, amel ve ihlas sebebiyle Allah Teâlâ’nın verdiği manevi hediye. Yani bir bakışta hak ile batılı birbirinden ayıran bakış; “Furkan” ve “feraset”.

Hiç şüphesiz fetva ile meşgul olmak çok önemli bir iştir. Çünkü müftî, helâl, haram, sıhhat, fesat ve benzeri hükümleri İslâm adına açıklamış olur. Bu konuda bilmeden ve gerekli araştırmayı yapmadan, sırf kendi hevasına uyarak fetva vermek çok büyük sorumluluğu gerektirir. Hele fetva, kul hakları ile ilgili ise daha dikkatli olmak gerekir. O yüzden “hâkimleri, müftilerin üçte ikisi cehennemliktir”[4] denilmiştir. Cennetlik olanlar: Bilerek doğru fetva verenlerdir. Cehennemlik olanlar: Bilmeden veya bildiği halde zulmederek yanlış fetva verenlerdir.

İctihad ve fevta vazifeleri büyük bir ilim ve ihtisas işidir. Müctehit olmayan birisinin, bir müctehide tabi olmayıp da yetersiz bilgisiyle kendisi şer'î delillerden hüküm çıkarmaya kalkışması ve kendi namına fetva vermeleri caiz olmaz.[5]

Hadiste şöyle buyurulur:

"Hâkim ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır. İctihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır".[6]

Bu bilgiler ışığında Hafiz Ali Efendi’de fetva sorumluluğuna bakacak oursak, şu gerçekleri tespit ederiz:

Hafiz Ali Efendi ilmiyle fetva nakletmeye ehildir. Bu şehrin âlimler onun fetvalarına itiraz etmemiştir. Halk onun bilgisinden ve fetvasından emindir. O da bu güveni korumak için soranın yanında kitabı açar fetva verirdi. İlmî itibar ve şahsiyetini idareci ve eşrafa karşı korumuştur. Ahlak ve fazilette kâmil idi. Takvası, vakarı, tevazuu, şefkat ve merhameti dengeli bir biçimde görünürdü. Fetvada zaman, zemin, halkın yararı, ciddiyet ve maslahata önem verirdi.

Kitaptan Konuşur

Hafız Ali Efendi de müftülük yaptığı zamanda kendisine her sorulan soruyu kitabı indirip açarak ve oradan okuyarak cevaplandırırmış. Yine bir gün aynı soruyu soran ikinci bir adam için yardımcısından kitabı indirmesini söylemiş. Fetva isteyen gittikten sonra yardımcısı:

-  Hocam, aynı soruya cevabı biraz evvel kitaptan okuttunuz. Peki, şimdi niye tekrar kitabı açtırdınız?

-  Oğlum, ben kitabı açıp oradan okumasam, belki de adamın aklına “kafadan sıktı, ne bileyim doğru mu yanlış mı?” diye bir vesvese gelebilir. Ama kitaptan dinleyince o vesvese ölür, duyduğuna güven gelir, der.

Bu hikâye ilki ile çelişmez. Çünkü bu hikâyede de ilimler satırlar kadar sadırlardadır. Ama sorana güven gelsin diye kitap açılmıştır. Bu da bir usuldür değil mi? Hem de kendisine zahmet olsa da sorana merhamet olan bir usul, bir yöntem. Allah Teâlâ onlardan ebediyen razı olsun! Âmin.

Ameller niyetlere göredir değil mi? Hafız Ali Efendi de haklıdır, eşkıya da. Biz de haklıyız herhalde…

Bu büyük alim bizim bazı kitaplarımızda yer yer anılmaktadır. Ondan duyduğumuz bir güzel söz, bir tatlı hatıra yazılarımızı süslemekte ve bereketlendirmektedir. Burada da verdiğimiz bu bilgiler ışığında Hafız Ali Efendi’nin fetvasına bir örnek sunalım istedim. Bu hikaye Merhum Kunduracı Mehmet Görgel Usta’dan dinlediğim tatlı bir hatıradır. 

Buyurun Şeriata[7]

Kunduracı Mehmet Efendi, Osmanlı esnaf ahlakını hâlâ yaşatan, mesleğinde mahir, dürüst, kanaatkâr hoş sohbet bir insandır. Arada sırada yaptığımız sohbetlerde, yer yer geçmişe hasretini anarken zamane esnaf ve tüccarının ekserisinin batı kültürü etkisiyle ahlak ve insaftan uzak, materyalist, doyumsuz, şükürsüz, haris tutumunun insan şahsiyetinde açtığı onulmaz yaralardan uzun uzun dert yanardı.

Bir gün yine bir hatırasını anlatıyordu o kendine has sakin üslup ve tavrıyla: "Bayrama yakın bir zamandaydı. Henüz askere gitmemiş bir delikanlıyım o zaman. Bir adam geldi, 25 liraya bir kundura dikmeye anlaştık ve bana 5 lira kapora verdi. Nihayet malı teslim zamanı gelince adam malı evirdi çevirdi ve:

-  20 liraya verirsen alırım, dedi. Ben de:

-  Hayır, veremem, dedim.

-  Ben de almıyorum.

-  Peki, almazsan alma.

-  5 lira kaporamı geri ver.

-  Hayır, şimdi veremem. Ne zaman bu malın satılır, ben de onun parasından kaporanı veririm.

-  Buyur şeriata!

O zaman cehalet çağımdı. Nasılsa bir cahillik edip:

-  Pazarlık yapıp kapora verirken şeriata mı çağırdın? Gitmiyorum, dedim.

Dedim amma benden büyük kalfalar, gözlerini ağartıp bana:

-  Mehmet! Adam seni şeriata davet ediyor. Hadi doğru şeriata, dediler.

Kalktık, adamla doğruca müftülüğe vardık. Müftü efendi malum Hafız Ali Efendi merhum. Benim de akrabam. Koca bir belde ona bağlı ve her fetvasından emin ve mutmaindir. Biz müftülüğe vardık ki, Müftü efendi de, yeni abdest almış kollarının ıslaklığıyla içeri girdi.

-  Buyurun bakim, dedi. Müşterim;

-  İşte sana emmioğlunu getirdim, diyerek olayı olduğu gibi eğip bükmeden anlattı. Ben de tasdik ettim. Müftü efendi, merhum, ıslak eliyle cebinden bir beşlik çıkardı ve adama:

-  Sen şunu al da git bakalım, dedi.

Adam gitti. ben dedim ki;

-  Hocam, siz haklı haksız demediniz, adama parasını verdiniz. Nasıl oldu bu?

-  Yavrum, dedi. Gerçi sen haklısın, ama adam odaya "işte sana emmioğlunu getirdim" diyerek girdi. Artık bana sulh etmek düşer. Hadi sen o kundurayı bana gönder.

Kundurayı müftü efendiye gönderdim. Sonra mecliste bulunan bir adam, ihtiyacı olduğundan kundurayı almak istemiş. Yine mecliste bulunan bir kunduracı esnafı da "bunun değeri 27.5 liradır" diye fiyat biçmiş, bana 27.5 lira gönderdi.

Sonra yanıma gelen müftü efendiye, kaporadan yana olan 5 lirayı uzattım. O:

- Bu da benden bayram harçlığı olsun dedi. Ama ben ısrar ederek, parasını verdim."

İslam Hukukunun Faydası ve Kolaylığı

Bu olayı dinleyince, gerçekten çok duygulandım. Birçok yönlerden ibret vericidir, hadise. Mesela, insanlar arasındaki anlaşmazlık, uzun uzun mahkemelere kalmadan, gayet kolay ve hiç gönül incinmeden rahatlıkla hal olunuyor. Bu bir toplum için ne nimet. İşte bu zamanın mahkemelerindeki çileler ve adliye koridorlarında açılan uçurumlarda adaletin kayboluşu. Adliyede üst üste yığılan sıra gelmez dosyaları düşünürsek, bir meselenin mahkemeye bile varmadan mahallinde çözülüverişi, bu asrın bilmediği, ama çok muhtaç olduğu bir olay değil midir?

Sonra insanların, birbirlerini şeriata çağırınca hemen gidip aleyhlerine de olsa verilen hükmü kabul etmeleri, "Şeriatın kestiği parmak acımaz" diyerek İslam hukukunun üstünlüğünü peşinen ve gönülden bir rıza ile kabul edişleri...

Cahillik eden gençleri, en yakınlarının uyarışı, İnsanların, mutmain oldukları bir âlimi hemen yanlarında buluverişleri, âlimin de adalete gölge düşüren en ufak bir hitabı bile değerlendirişi, tarafların olayları eğip bükmeden dobra dobra anlatışları, sulha dikkat ediş ve barışa önem verişleri, karşılıklı ikram ve yardımlaşmaları, malın değerlerini takdir edip emeği koruyuşları ve daha nice ibretler...

Boşa dert yanmıyor, boşa sızlanmıyor Mehmet Usta, İslamî değerlerin birden yok olup yerine batı değerlerinin konuluvermesiyle insanımızın değişivermesine. Ve insan sormadan edemiyor kendi kendine, nereden nereye ve ne kadar da çabucak?!

İman Ve Hukuk İlişkisi

Bunları dinlerken, aklıma asrı saadette geçen bir olay geldi. Bu olayı birçok tefsir ve hadis kitaplarında bulabileceğimiz gibi Kurtubi Tefsirinin 5. cildinin 266. sahifesinde ve Sahih- i Buhârî muhtasarı Tecrid- i Sarihin Terceme ve Şerhi"nin 7. cildinin 220. sahifesinde görüyoruz.

"Hz. Zübeyr Efendimizle bir Ensari efendimiz, "bahçe sulama" meselesinde anlaşmazlığa düşerek Hz. Peygamberimizin muhakemesine gelirler. Çünkü Kur'an müslümanlara şu kesin emri vermektedir:

"Ey mü'minler! Allah'a mutlak itaat edin, Peygambere de mutlak itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey de çekişirseniz -  Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız-  onun hallini Allah'a ve Peygambere bırakın. Bu hayırlı ve netice itibariyle en güzelidir"[8].

Evet, Rasulullah Efendimiz, meseleyi dinleyince, Hz. Zübeyr'e;

- Bahçeni sula, sonra suyu çok bekletmeden komşunun bahçesine salıver, der. Kurtubinin izahına göre efendimiz burada sulhu gözetmiş ve bahçesi suya daha yakın olduğundan öncelikle Zübeyr’e "sen sula" demiş ama ona da "hemen komşuna gönder" demekle haklı olmasına rağmen müsamaha ve kolaylık gözeterek acele etmesini, hurma bahçelerini sulamada adet olduğu gibi arkları şişire şişire sulamamasını tavsiye ve teşvik etmiştir. Fakat hasmı bunu işitince razı olmamış ve kızarak kendisine yakışmayan, çok tehlikeli bir sözü söyleyivermiş:

- Zübeyr halanın oğlu olduğu için mi Ya Resulallah?

Fesübhanellah!

Bu çirkin cevab karşısında efendimizin rengi atmış ve ona kızarak Zübeyre dönüp:

- Ya Zübeyr bahçeni iyice sula, sonra suyu hapset, hurma ağaçlarının köklerine erişmedikçe bırakma. Su hakkından tamamıyla istifade et" buyurdu. Yani hakkını sonuna kadar kullanmadan suyu salıverme demek istedi.

Bu olay üzerine hemen şu ayetler inivermiş:

- "Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri şey­ lerde seni hakem tâyin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olamazlar"[9].

Kurtubi, "Allah'ın kanunuyla hüküm veren bir hâkime razı olmayan ve o konuda onu reddedip taşlayan insan, mürted, yani kafır olur ve derhal tevbesi istenir. Amma hükmü değil de sadece hâkimin kendi şahsını taşlarsa ona tazir cezası gerekir" diyor.[10]

Adını kesin olarak bilemediğimiz bu sahabenin kalbindeki imanı Resulullah çok iyi bildiğinden ve bir rivayette ehl- i bedirden olduğundan dolayı onu tekfir etmemiştir. Ama şüphesiz bu davranış, yani hükmünden dolayı Hz. Resulullah'ı itham ediş, İmam Nevevi'nin ulemadan kesin nakline göre, ondan sonrakiler için "riddet", yani “dinden dönüş, kafir oluş” kabul edilmiştir."[11]

Nasıl olur da bir mü'min, şeriata davet edildiği zaman icabet etmez veya şeriatın hükmünü kabul etmez! Olacak şey değil! Zira Elmalı'nın veciz ifadesiyle "... ve muhakeme mesailinde tuğyankar bir vaz'iyyet almamaları ve tağutlar mahkemesine müracat etmemeleri lüzumu telkin ve mü'min namı altında Peygambere itaatten hoşlanmıyan ve onun hükmüne razı olmayıp başka mahkemelere müracat edenlerin münafık olduğunu tefhim ve binnetice Resulullaha itaati tahkim için nazarı dikkati celb ile"[12] Allah'u teâla buyuruyor ki:

"Ey Muhammedi Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce in­ dirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tağutların önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa onları tanı­ mamakla emir olunmuşlardı. Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Pey­ gambere gelin" dendiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarım görürsün. "(6)

Her iki olayda da bu asrın zavallı müslümanlarına büyük dersler ve ibretler var. İşte o nesil, işte bu nesil. Nereden nereye değil mi? Evet İslam’ın muhakemesi mi, tağutun muhakemesi mi, Cennet mi, Cehennem mi, öyle ya hangisi?..

Mehmet Efendi sakin sakin anlatırken yaralı kalbimizi nasıl ezdiğini biliyor muydu acaba?

 

 

 

 

 

[1] İlmin değeri, alimin kıymeti ve görevleri için bkz. Cemal Nar, Alimin Önderliği, Ukde y.

[2] Necip Fazıl Kısakürek’in “Ve Gelir” şiirinden.

[3] Bu sempozyum medyamızda haber olmuştur. İşte bir haber örneği:

Hafız Ali Efendi anıldı

Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi ölümünün 50 yıl dönümünde Hafız Ali Efendi için bir anma programı düzenledi.

Büyükşehir Belediyesi Kültür ve sosyal işler Dairesi Başkanlığı Kültür ve Turizm şube müdürlüğünce gerçekleştirilen anma programına Hafız Ali Efendi'nin akrabaları ve sevenleri katıldı.

Necip Fazıl Kısakürek Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilen program kur'an- ı Kerim tilaveti ile başladı Kültür ve sosyal işler Dairesi Başkanlığı kütüphaneler şube müdürü Serdar Yakar'ın moderatörlüğünü yaptığı programda Cevdet Kabakçı “Hafız Ali Efendi'nin toplum ile ilişkileri”, Cemal Nar “Hafız Ali Efendi'nin fetva sorumluluğu”, Yaşar Alpaslan “Hafız Ali Efendi'nin Kütüphanesi”, Oğuz Paköz “Hafız Ali Efendi den Anılar” ve Ahmet Muhtar Gül “Torununun gözüyle Hafız Ali Efendi” konularında konuşarak davetlileri bilgilendirdiler.

Programın sonunda vatandaşlardan gelen sorulara cevap verirken aynı zamanda konuşmacılara birer katılım belgesi takdim edildi. 01 Haziran 2016. (https://www.marastanhaber.com.tr/hafiz- ali- efendi- anildi- 11628h.htm) 17 12 2021. 

[4] Hadis: “Kadılar/ hakimler/ yargıçlar üç sınıftır. Birisi cennette, diğer ikisi ateştedir. Cennette olanı, hakkı bilip onunla hüküm verendir. İnsanlar arasında bilgisizce hüküm veren ile hakkı bilip hükümde haksızlık yapan ise ateştedir." (Ebû Dâvud, Akdiye, 2; İbn Mâce, Ahkâm, 3)

[5] Bkz. Ö. Nasuhi Bilmen, Hukûkî İslâmiyye ve İstilâhât- ı Fıkhıyye Kamusu, I, 250.

[6] Buhâri, el- İ'tisâm, 21; Müslim, el- Akdiye, 15; Ahmed b. Hanbel, III, 187.

[7] Bu yazı “Anılar Ve İbretler” kitabımızın 56. Sayfasından alıntıdır.

[8] Nisa: 59

[9] Nisa: 65

[10] Kurtubi a.g.e. 5/267.

[11] Zebidi. Sahih- i Buhari Muhtasarı Tecvid- i Sarih Terceme ve Şerhi. Diyanet Yay. 7/223.

[12] Elmalılı Hamdi Yazır. Hak Dini Kur'an Dili. Eser Neş. 2/1380.