İSMAİL SAÇMALI EFENDİ

Kahramanmaraş’a tayinim çıktığında sürekli sohbet ettiğim ve çok sevdiğim muhterem Kaya Yargıcı abim demişti ki: “Maraş’a gittiğinde iki zata çok selam ve hürmetlerimi bildir ve benim için ellerinden öp.”

Kaya abi sıradan insanlar için böyle söylemezdi. Acaba bu iki insan nasıl insanlardı ki, Kaya abim onların ellerinden hürmetle öpüyordu?

Maraş’a geldim, evimi yerleştirdim, görevime başladım ve hemen bu iki kişiyi buldum ve onlar ne olduğunu anlamadan ellerini öptüm. Şaşkınlıklarını gidermek için de açıkladım: “Bu Kaya abimin isteği idi. Onun isteği bana emirdir.”

Onlardan biri Çıngılı Mehmet ağabeyimdi. Şimdi istesek de bulamayız, O Allah dostunun elini öpme bahtiyarlığı mahşere kaldı. Şimdi bunları yazarken hasretinden burnumun kemikleri sızlıyor…

Rabbim bizi o mahşer meydanda buluştursun. Onun yanında olmak, dünyada bize hep sevinç, huzur ve güven vermişti. Ahirette onunla buluşmak, hiç kuşkum yok, yine aynı duyguları verecektir inşallah.

İkinin ikincisi ise Saçmalı İsmail ağabeyimdi. O zamanlar eski sanayide marangozluk yapardı. Orta boylu, değirmi ve kırmızıya çalan beyaz ve güler yüzlü, orta boy sakallı, tatlı dilli, yanık sesli, gözü yaşlı bir abi idi. sohbet ederken çok duygulanır, cezbelenir ve ağlardı. Onun ağlaması da bir başka idi. gözyaşları iri iri ve sakin sakin akardı. Sanırsın ki yaş değil inci dökülürdü gözlerinden.

İsmail abi çağımızda nesli tükenmeye yüz tutmuş gerçek dervişlerdendi. Şeyhi Sami Efendiye rabıtası müthişti. Çok derin  bir manevi duygu sahibiydi. Sohbette söylenenler ciğerine işlerdi. Hatta ben bazen kendimden utanırdım. Sözü ben söylüyorum, ama o benden ziyade etkileniyordu. Benden ziyade sözün sahibi oluyordu. Hatta bazen kendinden geçer gibi cezbeleniyordu. Cezbe anında bütün bedeni elekirik verilmiş gibi titriyordu… saklayamadığı bu halinden zaman zaman mahcup da olur, özür de dilerdi…

Ona bu hal dervişliğe girerken verilmiş. Yeni ders alırken gördüğü rüyada bu haller var. Sonra ders aldığı zata bu halinin alınmasını söylemiş. O da bir müddet murakabeden sonra gülmüş ve kalsın demiş. Takdir böyle demek ki.

Hatta bir gün Bursa’da Üstad Musa Topbaş Efendinin sohbetinde ne kadar kendisini sıktı ise de bu halden kurtulamamış. Üstad bunu görünce kaşı altından bir bakmış, sonra gözlerini yummuş, arkasından da tebessüm etmiş. “Tebessüme kadar canım çıktı. Ama samimiyetimi anlayınca mazur görerek güldü diye rahatladım” demişti.

İsmail abi ile muhabbetimiz inanılmayacak kadar tez gelişti, büyüdü, bereketli oldu. Bunda onun din ve ilim sevgisi, ihlası, kardeşlik duygularının yoğunluğu başlıca etkenlerdi. Bu sevgi çok samimi bir dostluk gurubuna dönüştü. Çıngılı Mehmet abi, Şekerci Arif abi, Kadir Çavuş hocam, Kırmacı Abdullah efendi, sağlıkçı İsmail abi, Sevgili Haydar bey kardeşim, bakırcı Sefa Diş abi ve adını sayamayacağım bazı dostlar ile yatsı sonraları bir araya gelirdik. Demli çaylarımızı yudumlarken Kadir Çavuş hocam, İsmail abi ve Sefa abinin ilahileri bizi duygulandırır, hatta caşturur, arkasından bazen tefsir dersleri, bazen uygun bir kitaptan yaptığımız sohbetlerle cûş-u hurûşa gelir, kalbimizi ve aklımızı beraberce doyururduk. O geceler, ne güzel demlerdi…

Her şey zıddı ile kaimdir. Bu sohbetlerin tadı lezzeti de maalesef yokluğunda belli olurmuş.

Gül bahçesi olur da diken olmaz mı? Allah Teâlâ bizi Yahudi veya hıristiyanla değil, zaman zaman kendi Müslüman kardeşlerimizle imtihan edermiş. Belki de bizim yetişmemiz için gereken mücahede ve sabır için elin acımasız kafirleri yerine din kardeşlerimizle imtihanı, bizim menfaatimizedir. Nihayet kardeşlerimiz bir yerde acır ama, elin kafiri acımayabilir.

Bu dostluğu daha çok geliştirmesi gereken kimi hasetçiler, buradan kendi konumlarına bir tehlike sezerek ve de enaniyetlerinin altında kalarak, bizi “kardeşler arasında gurup oluşturmak” ile suçladılar ve şikayet ettiler. Bu gibi beraberliklerin gayet tabiî olduğunu, her yerde bu tür masum dostlukların ayrılık değil, muhabbete vesile olması gerektiğini bilmesi ve en azından gelen haberleri araştırması gereken kimileri de onlara aldandılar ve bu birlikteliği hoş görmediler. İşin tadını kaçırdılar maalesef.

Daha sonraları öyle sık olmadıysa da yine sohbetlerimiz oldu İsmail abi ve sair dostlarla. Fakat şehir büyümüş, benim gibi birçokları da öteden beri oturdukları mahallelerini terk ederek başka yerlere yerleşmek zorunda kalmışlardı. Üstelik yaşlar büyümüş, ihtiyarlık başlamış, meşguliyetler artmış, eskisi gibi sık buluşma imkanları kalmamıştı.  Yine de fırsatlar değerlendiriliyordu.

İsmail abi sohbeti çok severdi. Bu dünyanın tadı da zaten dostlarla ilim ve maneviyat sohbetlerinden başka neydi ki?

Mecliste dünya kelamı konuşulduğunda yüzünde acılık belirirdi. Devam ederse de ona lisan-ı münasiple müdahale ederdi. Bu müdahalede bir parola vardı. O parola da “Bu marley mi?” idi.

Bu parolanın ilginç bir hikayesi var. Anlatalım bari. Ama öbür yazımızda. Çünkü öğle namazı yaklaşıyor ve Bahçelievler camiinden merhum İsmail ağabeyimizin hanımının cenazesi kalkacak. Ona yetişmem lazım.

İsmail ağabeyin Mersin’de oturan bir dostu vardır Hanefi amca diye. Aslen Kahramanmaraş’ın bir köyünden olsa gerek.  Her sene birkaç arkadaşıyla beraber Mersin’e davet edermiş onları. Yer içer, tatlı tatlı sohbetler ederlermiş.

Bir gün Hanefi amca, denize hasret bu dostları almış sahile götürmüş. Orada koca bir gemi var. Maraşlılar hayret etmişler gemiye. “Gelin sizi gezdireyim” diyerek gemiye çıkarmış Hanefi amca. Kaptanla tanıştırmış.

Kaptan sevmiş bu güler yüzlü, tatlı iltifatlı adamları ve bizzat kendisi gezdirmiş gemiyi. Sonra ikram etmiş onlara. Artık bunların gemiyle işi bitmiş ama, kaptanın gemi ve deniz lafı bitmemiş. Hanefi amca hep bir laf başı beklemiş izin almak için ama bulamamış.

Bakmış böyle olmuyor, kaptana bir soru sormuş:

-Bu döşeme nedir?

-Marley efendim.

-Çok güzel. Bize müsaade efendim. Sizi daha fazla meşgul etmeyelim. Çok çok teşekkürler.

Aşağıya inince de: “Babam bizim gezme işimiz bitti. Senin gerekmez gemi laflarını niye dinleyelim” demiş.

O günden sonra İsmail abi sohbette mevzu kayar da gerekmez laflara dalınırsa yanındaki birisine yüksek sesle sorar: “Bu marley mi?”

Maksat anlaşılmıştır.

Güler yüzlü, tatlı dilli, hafif şişman bu tonton denecek sevimli abi, elinin emeğini yerdi Davut (as) gibi. Malum peygamberimiz bu konuda “Hiç kimse daha hayırlısını yememiştir” derdi. O yaşında nisbeten ağır sayılan marangozluk yapmasına üzülürdüm. Ama o son hastalık zamanına kadar hep çalıştı.

Gündüz bu işlerle yorulmasına rağmen akşamları dostlarıyla sohbette olmaya can atardı. Yanık sesiyle Maraş ağzı dediğimiz mahallî bir tarzda ilahiler, kasideler okurdu. Hele Kadir Çavuş hocamla beraberlerse, o önden açar, bu arkadan gider, göz yaşlarıyla, içten, ta ciğerden okurlardı.

Onun bir güzel huyu da hiç nazlanmazdı okumada. Hatta sohbet esnasında dolarsa kendiliğinden mevzuya uygun bir kasideyi yanık yanık söyler, ağlar, ağlatırdı.

Bu salih insan, çok net rüyalar görürdü. Hatta dostları hep onu istihareye yatırırlardı. Rüyaları da gerçekten sahihti. Ama bu rüyaların başına iş açtığı da olurdu. Mesela adam gelir, “benim halim için bir rüyaya yat” der, o da kırmaz yatar, gördüğünü söyleyince, adamın işine gelmez, şikayet ederdi.

Din adına fevkalade gayretli idi. Müslümanların dertleriyle dertlenir, onlara göz yaşlarıyla dua ederdi. Hep haktan yana tavır koymuştur. Mezarlık hadiseleri de meşhurdur.

Allah ona birçok nimetler bahşetmişti. Erken zamanlarda haccına gitmişti. İkisi kız, dördü oğlan altı yavrusu vardı. En büyükleri Mustafa efendi, kendi mesleğinde çalışan, bazı huyları babasına benzeyen, halim selim bir insandır. İkinci oğlu Mehmet efendi İmam Hatipten benim öğrencimdir. Hafızdır ve din dersi öğretmenidir. Hüseyin efendide öğrencimdir. Marmara İlahiyattan sonra İstanbul’da kaldı. Orada İmamlık yapmaktadır. Çok güzel Kur’an ve ilahi, kaside okur. Makamşinastır. En küçükleri Sami efendi de bir müddet yanında çalıştı ve sonra benzer bir iş kurdu idi kendine. Hepsi de güzel insanlardır. Kız kardeşlerinin de dindar ve Saliha insanlar olduğunu duyarım.

Çok saf, olduğu gibi görünen bu abimiz, son zamanlarda bir felç geçirdi. Şeker ve kalp de vardı. İşi bırakmak zorunda kaldı. Dostları yine arabayla alır, sohbetlere götürürlerdi.

Bir gün benim de olduğum bir sohbette hali değişti. Acile kaldırdılar. Halsizdi. Son aylarda bu devam ediyordu. Meğer kalbindeki sıtarterin çalışmasında bozukluk yaşanıyormuş.

Vefatından iki gün önce bir cumartesi günü evinde Arif abiyle son ziyaretimizde rengi iyice gitmişti. Pazartesi gecesi yine bir sohbette idik. Sohbet içinde acı haber geldi. Ağabeyimiz ahirete intikal etmişti. İnna lillah ve inna ileyhi raciûn.

Aradan ne kadar geçti ki, işte hanımı yengemizin vefat haberi geldi şimdi ve ben apar topar bunları yazıyorum. Çünkü öğle namazında cenazenin kalkacağı Bahçelievler camisine yetişmem gerekiyor.

Hayat yoldaşım benden haberi duyunca çok üzülmüştü. “Dedikodu yapmaz, kimseye karışmaz, kalp kırmaz, ağzı dualı bir hatun idi” diyor. O evin hanımı herhalde böyle olmalı. Allah her ikisine de rahmet eylesin ve cennetinde sevenleriyle buluştursun.