Birey

Birey, bizim eskide “fert” dediğimiz ve toplamı “cemiyet” dediğimiz sosyolojik olguyu oluşturan varlıktır.  Şimdi işin içine psikoloji, sosyoloji, felsefe, ekonomi gibi değişik bilim dallarını da katarak ferdi bireyselleştirdiler. Bu aynı zamanda ona bir özgürlük ve bağımsızlık havası da vererek dinden uzaklaştırdılar. Çünkü din dışı laik, seküler kavramlarla insanlığın zihin dünyasını dinin ve maneviyatın etkisinden tamamen çıkarmak istiyorlar. Bu çağımızın batı düşüncesinin genel bir yapısıdır. Bu düşünceyi beslemek için yukarıda değindiğimiz gibi psikoloji, sosyoloji, felsefe, ekonomi gibi değişik bilim dallarını da kullandılar. Böylece fert, kişi dediğimiz varlık, daha farklı ve değerli bir obje, bir varlık sayıldı. Onları taklit edenler de bu büyüye takıldı. Bizim gibiler de sırf onlara kendi anlayışları doğrultusunda kendi değerlerimizi anlatma derdiyle ister istemez bu gibi 

TDK “birey” için şunları yazıyor:   

1. isim Kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünemeyen tek varlık, fert: "Matbaanın bulunması, sanat ve kültür olaylarından tüm bireylerin nasiplenmesi yolunu açtı." - Aydın Boysan

2. isim Doğa bilgisinde türü oluşturan tek varlıklardan her biri.

3. isim, mantık Bir türün kapsamı içine giren somut varlık.

4. isim, ruh bilimi İnsan topluluklarını oluşturan, insanların benzer yanlarını kendinde taşımakla birlikte, kendine özgü ayırıcı özellikleri de bulunan tek can, fert.

5. isim, toplum bilimi Toplumları oluşturan ve düşünsel, duygusal, iradeyle ilgili nitelikleri toplum içinde belirlenen insanların her biri, fert. Birey terimi sadece yüklendiği birçok tanımdan değil, ideolojik planda yapılan farklı yorumlarıyla da önemli bir terim olmuştur. Özellikle 19. yüzyıldan bu yana gelişen felsefi, ekonomik ve ideolojik doktrinlerde çok önemli bir yer kaplamış, zaman zaman bazı ideolojilerin merkezi olmuştur. ( sozluk.gov.tr

TDK “bireycilik” için şunları yazıyor:

1. isim, toplum bilimi Bireylerin yararlarını toplumsal yararlardan daha üstün veya daha önemli sayan öğreti, tutum veya politikaların genel adı, ferdiyetçilik, individüalizm.

2. isim, felsefe Bütüne, genele değil de bireye, tek olana üstünlük tanıyan görüş, ferdiyetçilik, individüalizm.

Vikipedi ansiklopedisi bu Batıcı görüşü şöyle ifade eder: “Birey terimi sadece yüklendiği birçok tanımdan değil, ideolojik planda yapılan farklı yorumlarıyla da önemli bir terim olmuştur. Özellikle 19. yüzyıldan bu yana gelişen felsefi, ekonomik ve ideolojik doktrinlerde çok önemli bir yer kaplamış, zaman zaman bazı ideolojilerin merkezi olmuştur. 

Bireycilik, bireyin özgürlüğüne büyük ağırlık veren ve genellikle kendine yeterli, kendi kendini yönlendiren, görece özgür bireyi ya da benliği vurgulayan siyaset ve toplum felsefesidir.

Bireycilik, her şeyden önce insanlığın toplumsal birliklerden değil, bireylerden oluştuğu düşüncesine dayanır. Bu varlıklar, biri diğerinden ayrılamaz ve indirgenemez varlık özelliği taşırlar. Duygulanımları, hareketleri ve düşünceleri kendilerine aittir. Bireycilik, bir değerler sistemi olduğu kadar, insan yapısıyla ilgili bir kuram, genel bir davranış biçimi ve belirli siyasal ekonomik, toplumsal ve dinsel düzenlemelere yönelik bir inanç anlamına gelir. Genel bir davranış biçimi olarak bireycilik, özgüvene, gizliliğe ve başka bireylere saygı göstermeye büyük önem verir. Otoriteye ve birey üzerindeki özellikle devlet tarafından uygulanan her türlü denetime karşı çıkar. Ayrıca "ilerleme"ye inanır, ilerlemenin bir aracı olarak da bireye farklı olma hakkı tanınır. Yalnızca en aşırı bireyciler anarşi yanlısıdır. Ama çoğu devletin bireylerin yaşamına en az karışması gerektiğine, bireylerin birbirleriyle çatışmasını önlemek ve gönüllü olarak varılmış anlaşmaların uygulanabilmesi için yasaları ve düzeni koruma görevini üstlenmek zorunda olduğuna inanır. Bireycilik, devleti zorunlu bir olumsuzluk olarak görme eğilimindedir ve "en iyi yönetim, en az yönetimdir" sloganını benimser.” (https://tr.wikipedia.org/wiki/Bireycilik)

Evet, birey fert demektir. O da insan tekidir. Bireyciler beğenmese de insan toplumsal bir varlıktır ve bir toplum için yaşamayı hem sever, hem de mahkumdur. O zaman bu bireylerin çatışma yaşamadan karşılıklı hak ve hukuklarını belirleyen sözleşmeler, yani kanunlar, örf ve adetler olacak, hem de bunları hayata geçirecek bir otorite, yani devlet olacaktır. Madem bu bir mecburiyettir, bu kadar lafı dolaştırıp “felsefe yapmaya” ne gerek vardır?

Sitemizin daha başında insan hakkında bilgi vermiştik. Oraya bakılabilir. Burada kısaca şunları hatırlatalım. Evet, insan muhteşem bir varlıktır ve bu müthiş güzel olan evren içinde dünya denilen yıldızda mutlu olabilmesi için muhteşem güzel olan İslam’a inanmalı ve yaşamalıdır. Allah Teâlâ bu ilahî din ile insanlara en güzel bir şekilde rahat ve mutlu yaşamanın şeklini, biçimini, ölçülerini, sınırlarını bildirdi. Ama icbar etmedi. İstedi ki insan aklı ve iradesiyle gönüllü alsın ve yaşasın bu dini. Yaşasın ve görsün güzel neticesini.

İnananlar yaşadılar ve gördüler. Mutlu da oldular. İnanmayanlar da yaşadılar ve gördüler, mutlu da olamadılar. Azap içinde yaşadılar. Kat be kat karanlıklar şeklinde gerçekleşen zulümleri yaşadılar. Çekti acısını İslamsızlığın inkarcı insan. Ama ne acıdır ki ders ve ibret almadı bütünüyle. Hep yan yana yaşadı iman ve küfür, Müslüman ve kafir. Hatta bazen münafıklıkla iç içe oldu inanç ve inkar. Herkese gittiği yol şirin geldi.[1] Ama yaşanan azaplar ortadaydı ve ahirette daha da büyüğüyle tehditler vardı.[2]+

Allah Teâlâ’nın dininde “inananlar kardeştir” olduğu gibi “Küfür tek millettir” de.[3] İman insanları sevgiye, saygıya, adalete, insafa, ikrama, hizmete ve iyiliğe çağırırken, inkar da nefis ve şeytanla birleşerek hep hırsa, şehvete, zevke, toplamaya, düşmanlığa, ayrılığa, zulme, ırkçılığa, nifak ve tefrikaya çağırdı.

İnsanın bir varoluş amacı vardır. Bu da ona büyük bir sorumluluk yükler. Allah'ın yeryüzünde halifesi olması hasebiyle büyük sorumluluğu yüklenen insanoğlunun bu durumunu bildiren ayeti az önce yazmıştık:

“Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar, zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi.   İnsan bu emanetin hakkını gözetmediğinden cidden çok zalim, çok cahil bulunuyor.” [4] 

Evet, insan bu dünyada başıboş değil. Bir amaç için var. Bize göre olay şudur: Allah Teâlâ’nın çizdiği plan şudur; O, yaşadığımız şu dünya hayatında belli bir zaman dilimi içinde bize bir fırsat ve imkân bahşetmiştir. Onun için varız. Onun halifesiyiz. Onun adına iş göreceğiz. Ve bir gün ölecek, sonra tekrar diriltilecek ve bu dünya hayatından hesaba çekileceğiz. İşte bu yüzden şu soruları sık sık kendimize sormalı ve bilincimizi sürekli açık tutmalıyız: Niçin varız? Varoluştan amaç ne? Yeryüzüne geliş gayemiz nedir?

Bu gibi sorulara, filozoflar, düşünürler, beyinlerini çatlatırcasına cevap arar ve bir türlü bulamazken, bulamamanın bunalımını birey, aile ve toplumla beraber yaşarlarken, her müslüman gayet kolay, gayet açık seçik, kesin ve mutmain olarak rahatlıkla şu basit cevabı verir:

‘'Allah'a ibadet için varız, yine O’na döneceğiz.'’ “İnna lillah ve inna ileyhi râciûn.”

Çünkü Allah Teala "Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."  buyurmaktadır. 

Evet, insanın yaratılmasından, var edilmesinden asıl amaç, yeryüzüne kendisinin halifesi olarak gönderildiği Allah’ı bilmesi, sevmesi, sayması ve bunların nasıl olacağını anlatan dinini yaşaması ve yaymasıdır. Bir başka ifadeyle Allah Teâlâ’ya iman ve ibadet etmesi, onun emir, yasak ve tavsiyelerinden oluşan dinini, düzenini yaşaması ve yaşatmasıdır. Biz buna “takva” diyoruz. Takva, yani korunma. Yani, Allah Teâlâ’ya iman ve ibadet ederek, emir ve yasaklarını, yani kanunlarını yaşayarak, iyi huylarla süslenip kötü huylardan uzaklaşarak ahlakını güzelleştirip hem bu dünyada, hem de öbür dünyada mutluluğu yakalaması ve bunlar olmasaydı kendisine gelecek olan eza, bela, cefa ve cezadan korunması, kurtulmasıdır. Sorumluluk bilincinin yaşama geçmesi yani.

Bütün bunları yaparken teferruatta başka amaçları da olabilir insanın. Mesela yaşamasına yardımcı olması için dünyayı imar etmesi gibi. Zaten, yeryüzünde bunları gerçekleştirecek kabiliyet ve eh1iyette yaratılan tek varlık da insandır.

Sonuç itibariyle bir “halife” olarak bireysel amacımız yukarda ifade edilen takvayı yakalayarak  “takvalı / müttaki” bir Müslüman olmakla beraber, toplum olarak da kendi yurdumuzda Allah’ın ezelî ve ebedî biricik dini olan İslam’ın hayata hâkim kılınmasını sağlamaktır. Bu hilafet görevine, yeryüzünde fitne ve fesat çıkaran küfür ve şirki yok etmek, en azından İslam’ı diğer bütün batıl dinlere, ilke ve ideolojilere, nizam ve sistemlere üstün kılmak da dâhildir. Bu da başka toplumlarla tanışıp bilişmeyi gerektirir. Olumlu veya olumsuz değişimler böyle başlar. Karşılıklı etkilenmeler, yaşam tarzında değişiklikler, hatta inançlarda etkilenmeler hep böyle oluşur gider.

Evet insan, başkaları ile olumlu veya olumsuz ilişki kurmaya, telkine, değerler paylaşımına, değişim ve dönüşüme açık bir varlıktır. Özellikle de galipler ve üstünler, mağlupları ve zayıfları etkilerler.

 

 [1] Bkz. Müminun, 23/53.

[2] Bkz. “…çırası insanlarla taşlar olan kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının.” Bakara, 2/24.

[3] Bu hadisin manasını şu ayet destekler: “Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdır." (Enfâl: 73)

[4] Ahzâb, 33/72.