FIKIH İLMİNE GİRİŞ

Fıkıh bölümümüze hoş geldiniz.

Sitemizin en önemli bölümlerinden birisi de fıkıh bölümüdür. Katagorilere bir göz atmanız bile bunu anlamada yeterlidir.

Bu bölümün İbadetler, Muameleler ve Hukuk alt birimleri bize aittir. Fıkıh bölümünün tarih ve usul kısımları Ramazan Pak Hocamıza aittir. Bu bilgileri sitemizde yayınlama izni verdiği için okuyucularımız adına hocamıza teşekkürlerimizi sunarız.

Şimdi dokuz ana katogoriden oluşan fıkıh ve hukuk konusunu belli bir tertiple görelim. Ama öncelikle "Fıkıh" ve "Hukuk" kavramlarını tanımaya çalışalım:

Fıkıh ve Hukukun Tarifi

Sözlükte “anlamak, kavramak” anlamına gelen fıkıh, haklarımızı ve vazifelerimizi bildiren bir ilim dalıdır. Ebu Hanife’nin  tarifi meşhurdur: “Fıkıh, amel  bakımından kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir.” İmam Şâfiî tarifi biraz daha derinleştirerek söz konusu amelî hükümleri “bilinen delillerden, yani dinî kaynaklardan elde etmeyi” de tanıma sokmuştur. 

Yukarıdaki tarife dikkat edersek anlaşılır ki fıkhın konusu dinin amel, iş, hareket ile ilgili hükümleridir. Buna göre kalbin işi olan iman ve ahlak fıkıh ilminin konusu olmaz.

Buna göre başta ibadetlerimiz olmak üzere kurduğumuz aile, yaptığımız işler, yani sanat, ticaret, işçilik, memuriyet, ziraat, ticaret vs. işlediğimiz suçlar ve cezaları, idaresinde yaşadığımız devlet ve yönetimi, savaşlar ve barışlar hep fıkıh ilminin konusudur.

Hukuk, Arapça bir kelime olup “haklar” anlamına gelir. Hak ise sözlükte doğru, gerçek, uygun, yerinde, yakışan gibi manalara gelir. Bir ilim olarak hukuk ise, bireylerin birbirleriyle veya devletle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar bütünü, bununla ilgili ilimler veya kazanılan haklar diye tanımlanabilir.

İslâm hukukunun asıl adı fıkıhtır. Fıkıh, hem dünya hem de âhiret hayatıyla ilgili ahkâmı bildiren bir ilimdir. Dünya ile ilgili yapılacak işler; kulun Allah’a saygı ve sevgisinin ifadesi olan ibâdet, medenî hükümler dediğimiz muamelât, yapılmaması gereken fiilleri düzenleyen ukûbat konularından oluşmaktadır. Bunun yanında devlet idaresi ile ilgili hükümler de fıkhın alanı içerisinde değerlendirilmektedir.

Fıkıhla meşgul olup müftî veya müctehit payesi almış olanlara fakih adı verilmiştir. Fıkıh kelimesine Kur’an ve hadiste daima gerekli yer ve önem verilmiştir. Bu ilmin en önemli yardımcıları olan Fıkıh Usulü ve tarihini de çok önemlidir. Bu ilimleri de aşağıda bulacaksınız.

Bizim bu dünyada varoluşumuzun amacı, bütün işlerimizi, bir yerde hayatımızın tamamını fıkha, yani ilahî yasalara uygun olarak yaşayarak Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’a teslim olmak anlamında “Müslümanlık” işte budur. Bu itaat, bu yaşama biçimi bir ibadettir, Rabbimize manevî bir yakınlık sebebidir. Zaten Allah Teâla da bizi bunun için yaratmıştır. Bu dünya işte bunun imtihan alanıdır. Ahirette de, bu dünyada İslam’ın koyduğu yasalar göre yaşayıp yaşamadığımızın hesabını vereceğiz. Ahiret saadeti tamamen bu hayatı fıkha, yani Allah’ın kanunlarına bağlı yaşamaya bağlıdır. Bu yüzden dünya için “ahiretin tarlasıdır” denmiştir.

İslam hukuku, insanların bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek kıvamda bir hukuktur. Laik, seküler beşerî hukuk düzenlemeleri bireyin ve toplumun tam olarak ihtiyaçlarını karşılayamamakta, sık sık değişen ihtiyaçlara cevap verememekte, insanları tatmin edememektedir. Elbette Allah yarattığı insanı herkesten iyi bilir ve yönetir. Hayatı huzurla yaşamanın bundan başka yol ve yöntemi yoktur. 

Kaldı ki Müslüman olmamız, İslam fıkhını hayatımızda uygulamamızı gerektirir. Kur’an ve Sünnete baktığımızda anlarız ki bu fıkha iman ve itaatte bir muhayyerlik, bir tercih ve seçenek yoktur, bilakis bir mecburiyet vardır, mahkûmiyet vardır, zorunluluk vardır. İslam hukukunu kabul etmeyen, benimsemeyen, onu alaya alan ve aşağılayan, onu ve onu yaşayanları çirkin gören kimseye kesinlikle Müslüman denemez. O kendini Müslüman saysa veya sansa bile Allah onun imanını ve İslamiyetini asla kabul etmez. Bu Allah adına konuşmak değil, Allah Teâlâ’nın bildirdiği gerçekleri söylemektir.

Birçok kitabımızda bütün belgeleri ile bunları yazdık. Özellikle de “İnançta Arınma” kitabımız baştan sona delilleri ile birlikte bu meseleyi anlatır.

Hiç şüphesiz Allah Teâlâ’nın koyduğu kanunlarda hayat vardır. Can, mal, ırz ve namus, din ve aklın korunması ve geliştirilmesi bu aziz şeriatı bilmeye ve istekle yaşamaya bağlıdır. Yani dini yaşamakta sağlık ve mutluluk vardır, barış ve emniyet vardır, refah ve huzur vardır, kalkınma ve medeniyet vardır. 

Ne mutlu bunu başaranlara! 

Ne yazık kıymetini bilmeyerek bundan gafil kalanlara!

Hukuk ilmiyle uğraşanlar hep söylerler ki bir milletin hukuku, o milletin dininden, örf, âdet ve geleneklerinden, millî ve manevî değerlerinden, hayat tarzlarından kaynaklanır. Hukukun halk tarafından benimsenmesi ve gönüllü uygulanarak kalıcılığının sağlanması buna bağlıdır. 

Hal böyle olunca Müslümanların kanunları da dinlerine, örf, âdet ve geleneklerine, millî ve manevî değerlerine dayandığı takdirde, yani İslam fıkıh ve hukuku olduğu sürece kabul görür, yaşanıp uygulanır, kalıcı olarak toplumun huzur ve rafahını sağlar. Değilse benimsenmez, mecburiyet olmayan yerde gönüllü uygulanmaz, toplumun birlik ve dirliğini sağlayamaz. Sonuç terör, anarşi, kaos, kargaşa ve karmaşadır. Harplerin ve darplerin kaynağı da bu hukuksuzluktan başka bir şey değildir.                                        

Resûlüllah (sav), peygamber olarak gönderildiği andan itibaren kendi toplumunu inşa ederek bir devlet kurma yoluna girmiştir. Çabaları sonunda Medine’de devletini kurarak o devletin uyacağı hukuku da ortaya koymuştur. Bu insanlığa yeni bir medeniyet ve yeni bir dünya açmıştır. Bize düşen bu güzellikleri korumak ve devam ettirmektir. Bu insanlığa karşı vazgeçilemez ve ertelenemez bir borçtur.