Asr-ı Saadette Zühd

Hz. Peygamber (sav)’in Hayatında Zühd:

 

Bu konuda Ebu Nasr Serrac Tusî’nin “el-Lüma”1 gibi ilk yazılanlardan günümüze kadar2 bütün kitaplarımızda, Peygamber Efendimizin yaşadığı zühd hayatına hadis ve siyerden temel kaynaklara dayalı olarak benzer bilgiler verilmektedir. Amacımız, tasavvufun Kur’an ve sünnetten kaynaklandığını ve asr-ı saadette ismen olmasa bile hal olarak yaşanan bir hayat olduğunu göstermektir. Bu yüzden bu temel kaynaklarda aynı olan bilgileri tekrar etmektense, derli toplu bir özet sunmayı uygun bulduk.

 

Bu temel kaynaklarda bildirildiğine göre, peygamber (sav) peş peşe birkaç gece aç sabahlar, hane halkı da çoğu zaman akşamları yiyecek bir şey bulamazdı. Zaten ekmekleri arpa ekmeği idi. 

Allah Rasulü’nün açlıktan beline taş bağladığı olurdu. Bazen dört ay geçerdi, Allah Rasulü’nün karnı buğday ekmeği ile doymuş olmazdı. Onun ailesi de üç gün peş peşe arpa ekmeği ile karınlarını doyurmadan Allah’a kavuşmuşlardı.

 

Evinde aylar geçtiği halde bir çorba pişmediği ve aile halkının hurma ve su ile beslendiği, bazen da sağmal hayvanları bulunan komşularının gönderdikleri sütü içtikleri rivayet edilir. 

 

Allah Rasulü’nün midesine bir günde iki tür yemek birden girmedi. Et yediği zaman başka bir şey yemediği gibi hurma ve ekmek yediğinde onların üzerine bir şey ilave etmezdi.

 

O’nun yatağı içi hurma lifi ile dolu bir deriden ibaretti. Yemeğini yere oturarak yer ve: “Ben kulum, kul gibi  yerde oturarak yerim.” buyuruyordu.

 

O’nun dünyaya yönelmeyi ve ona kul olmayı yeren pek çok hadis-i  şerifi vardır:

 

“Kimin himmet ve kaygısı dünya olursa, Allah onun işini dağıtır, fakirliğini gözünün önüne koyar. Kimseye nasibinden fazla dünyalık gelmez. Niyyet ve himmeti ahiret olanın işini Allah teala toparlar, gönlüne zenginlik verir. O arkasını dönse de dünya ona gelir.”3 

 

“Himmet ve kaygılarını teke indirip sadece ahiret kaygısı taşıyanın dünyasına Allah kafidir. Kaygısını dünyaya dağıtanın ise Allah, hangi vadide helak olduğuna aldırış etmez.”4

 

Kurduğu devlet, dünyanın en kudretli devleti haline geldiği, devlet hazinesi dolup taştığı zamanlarda bile, O’nun yaşantısında bir değişiklik olmadı. Hanımları O’nun bu mütevazi hayatına dayanamayarak dünyalık istediler. O da onları, ya dünyayı, ya da Allah ve Rasulünü seçmek konusunda serbest bırakmış, yirmi dokuz gün süreyle bir bakıma onları boykot etmişti.

 

“Kul peygamberlik” ile “kral peygamberlik” arasında muhayyer bırakıldı. Cebrail’e baktı. O mütevazi davranmasını  işaret etti. Dedi ki: “Ben de kul peygamber olmayı tercih ettim ve bir gün doyayım ve birkaç gün aç kalayım dedim.”5          

 

İnfak etmeyi çok severdi. Nitekim Hz. Bilal’e: “Ya Bilal, infak et! İnfak etmekle Arş’ın sahibinin senin malını azaltacağından korkma!”6 buyurmuştu. Kendisinden bir şey istendiğinde derhal verir, eğer istenen şey kendisinde yoksa vaad eder ve eline geçen ilk fırsatta bu isteği karşılardı.

 

Buhari’nin rivayetine göre, çoğu zaman elbisesinde iki yama bulunurdu.

 

Kızı Fatıma, el değirmeninde un, kuyudan su çekmekten ellerinin yarıldığını göstererek, kendisine ev işlerinde yardım etmek üzere, harp esirlerinden yardımcı istemişti de O: “Ehl-i suffe böyle fakir yaşarken ve Bedir şehitlerinin yetimleri perişan bir haldeyken sen buna nasıl talip olabiliyorsun?”7 buyurmuştu.

 

Ashab-ı Kiram’ın Zühd Hayatı:

 

Tasavvufun temelini teşkil eden Allah Rasulü’nün ve ashabının zühdi hayatının esasları, daha çok zikir, fikir, tilavet-i Kur’an, teheccüd, nafile namaz, oruç, sadaka ve infak gibi  ibadetlerle beraber kılık kıyafet, yeme içme, barınma ve uzlet gibi dünya nimetlerine değer vermeme ve ihlas, teslimiyet ve tevekkül gibi asil duygulardan ve güzel ahlaktan oluşmaktadır. Hz. Peygamber’in hayatındaki zühd, takva ve derunî ruhani hayatın sahabilerde derin izler bıraktığı bilinmektedir. 

 

Nitekim sufi tabakat kitaplarından Ebu Nuaym Isfahani’nin Hilyetü’l Evliya adlı eseriyle onun bir ihtisarı olan İbnu’l-Cevzi’nin Sıfatu’s-safve’si, Ebu Bekir Kelabazi’nin et-Taarruf’u, Hucvuri’nin Keşfu’l Mahcub’u ve Şarani’nin et-Tabakatul’l-Kübra’sı sahabe içinde zühdi yaşayışı ile tanınan büyük sahabilere ve suffe ashabına yer vermektedir. İlk tasavvuf klasiği sayılan el-Luma ise Allah Rasulü’nün örnek zühdi yaşantısını verdikten sonra hulefa-i raşidinin hususiyetlerini ayrı ayrı zikretmekte ve arkasından önce ashab-ı suffeyi, sonra da diğer sahabileri zühd özellikleriyle anlatmaktadır.

 

Sünni tasavvuf telakkisinde Hz. Ebu Bekir, zühd ve verası ile tasavvufi hayatın ashab içindeki öncülerinden sayılır. Nitekim Ebu Bekir Vasıtî: “Bu ümmet içinde sufiyane sözler ilk defa Hz. Ebu Bekir’in dilinden dökülmüştür.” diyerek onun Allah Rasulü’ne malının tamamını getirdiğinde: “Çoluk çocuğuna ne bıraktın?” sorusuna: “Allah’ı ve Rasulünü” cevabına işaret etmektedir.8

 

  Şüphelilerden sakınma konusuda gösterdiği titizlik ondaki vera duygusunun tezahürü olduğu gibi, tasavvuftaki “helal lokma” inceliğinin de esasıdır. Nitekim kendisine ikram edilen bir sütün şüpheli veya helal olmadığını öğrenince boğazına soktuğu parmağıyla onu çıkarmış ve “Eğer bu lokmalar canım çıkmadıkça çıkmayacak olsaydı, onu da göze alırdım.” demişti.  

 

Ma’rifet-i ilahiyye konusunda söz söyleyen ve Allah Resulü ile bu konuda söyleşen ve bu söyleşi Ömer gibi büyük sahabilere bile ağır gelen Ebu Bekir şöyle konuşurdu: “Ma’rifetine, ma’rifetini tanıyamamaktan başka yol bırakmayan Allah’ı tesbih ederim.” “Kim marifetin halisinden bir şey tadarsa, bu zevk onu Allah’dan gayri her şeyden alıkoymaya kafidir.”

 

Cömertliği takvada, zenginliği tam inançta, şerefi alçak gönüllülükte bulduğunu söylerdi. Selman-ı Farisi’ye: “Ya Selman, Allah’ın emirlerini tut. İleride büyük fetihler olacak, senin payına ne düşecek bilemem ama yiyip içecek ve sırtına giyecekten fazla olmasın.” diye nasihat ettiği gibi, Abdurrahman b. Avf’a da: “Gelecekte dünyanın genişleyeceğini, bolluğa kavuşacağını görüyorum. Bolluk zamanında ipek perdeler, atlas yastıklar kullananlar çıkacak. Sizden birinizin boynunun vurulması, dünyaya dalmasından daha iyidir.” diye öğüt verirdi.

 

Hz. Peygamber (sav)’in, hakkında: “Her ümmetin ilhama mazhar (muhaddes) kişileri vardır. Bu ümmetin muhaddesi Ömer’dir.”9 Buyurarak övdüğü ve: “Hak, Ömer’in dilinden konuşuyor.”10 hadisiyle yücelttiği, hayatı boyunca asla dünyaya değer vermeyen Hz. Ömer (r.a.), halife olduğu zaman bile üstünde on iki yaması bulunan bir hırka ile imamlık yapmıştır. Dünyaya meylederek yüksek ve süslü evler yapanları uyaran Hz. Ömer, dünyayı bir çöplük gibi görürdü. Nitekim yol üzerindeki bir çöplüğün kenarında dikilerek: “İşte can-u gönülden bağlandığınız dünya bu çöplük gibidir.” demiştir. Bir gün yolda elinde etle Cabir b. Abdullah’ı gören Hz. Ömer: “Siz komşu ve akraba doyuracağınıza, kendi midenizi doyurmak mı istiyorsunuz?” diye çıkışmıştır.

 

İran kisrasının tahtı ve ganimet malları Medine’ye getirildiğinde: “Tükettiniz dünya hayatındaki güzel nimetlerinizi, onlardan yararlanıp sürdünüz sefanızı; burası için hiçbir şey bırakmadınız, artık bugün horlayıcı azabla cezalandırılacaksınız.”11 Ayetini okuyup ağlamıştı.

 

Oğlu Abdullah’ın odasına girdiğinde et yediğini görünce: “Sen her canının istediğini yiyor musun? Bilmez misin ki, insanın canının çektiğini yemesi israf. İsraf ise haramdır.” diye çıkışmıştı.

 

Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Tur suresini okuyan güzel sesli birinin sesini duyduğu; bu okuyuştan etkilenerek hastalanıp bir ay kadar evinden dışarı çıkamadığı ve sahabilerin kendisini ziyarete geldiği nakledilir.

 

Halifeliği zamanında pek çok köleleri bulunmasına rağmen, sırtına yüklendiği odun destesini taşır ve “Niye bunu adamlarına taşıtmıyorsun?” diyenlere “Nefsimi denemek ve onu ıslah etmek istiyorum.” cevabını verirdi. Onun bu sözleri tasavvuf erbabının nefs müşahedesine örneklik teşkil edebilecek özelliktedir. Nefsinin mala ve mevkiye güvenmesine fırsat vermezdi. Temkin ehliydi. Bu yüzden Cenab-ı  Hakk’a münacatı sırasında; “Allah’ım, sana yakın olup mekrine düşmemi mi, yoksa vaslınla senden kesilmemi mi murat edersin? Hayır hayır, en güzeli temkin.” derdi.

 

Hz. Osman (r.a.) Kur’an okumaya düşkünlüğü, ağlaması, sehaveti, gece ibadeti, hayası ve sabrı sebebiyle sufilere örnek olmuştu. Harama bakan bir gence: “Ben senin gözünde zina eseri görüyorum.” diyerek basiretinin keskinliği ve firasetinin azametini hissettirmişti. Allah elçisine en sıkıntılı zamanlarında servetleriyle destek olmuştu. Özellikle “Ceyşu’ul-usra” diye bilinen Tebuk savaşında orduyu techiz etmek üzere ticaret kervanını bütün develeriyle birlikte infak ederek orduyu donatması ve “Bi’ru’r-Rume” denilen bir kuyuyu sahibinden satın alıp ümmetin istifadesine sunmasıyla malını İslam’a hizmet için tuttuğunu göstermiştir. Meleklerin bile kendisine imrendiği yüksek bir haya duygusuna sahipti. 

 

Hz. Osman: “Hayrı dört şeyde buldum:

 

1-Nafilelerle mahabbet-i ilahiyyeye varmak.

 

2-Allah’ın ahkamını icrada sabretmek.

 

 

3-Takdir-i ilahiyyeye rıza göstermek.

 

4-Nazar-ı ilahiden haya.”  diye konuşurdu.12  

 

Hz. Ali (r.a); Cüneyd gibi büyük sufilerin hakkında: “Eğer Hz. Ali savaşlarla meşgul olmasaydı, bu bizim ilmimize dair çok şeyler söylerdi. Çünkü O, Allah’ın kendisine ledünni ilim verdiği bir kamil insandı.” dedikleri, Hz. Peygamberin “ilim şehrinin kapısı”13  diye tanıttığı bir insandı. Bu hususiyetleri ile Allah Resulü’nün ashabı içinde ince manalara, latif işaretlere, tevhid, ma’rifet ve iman konusunda veciz ibarelere sahipti.

 

Hz. Ali kendisine imanı soran birisine: “İman sabır, yakin, adl ve cihad temellerine dayanır.” diye cevap vermiş ve arkasından sabrı on makam üzere, yakin, adl ve cihadı da onar makam üzere anlatmıştır.”14 Eğer bu rivayet doğru ise tasavvufi makamlardan ilk bahseden kişi Hz. Ali’dir, denilebilir. 

 

“İnsanların ayıp ve kusurlarından nasıl kurtulabileceğini” soran birine: “Aklını başkan, sakınmayı vezir, nasihatı dizgin, sabrı kumandan, takvayı azık, Allah korkusunu yoldaş, ölümü ve belayı hatırlamayı arkadaş” edinenlerin günah ve kusurlarından kurtulabileceğini söylemişti. 

 

Hz. Ali namaz vakti geldiğinde tirtir titrer, yüzünün rengi değişirdi. “Ne oluyor sana ya Emire’l mü’minin” denildiğinde “Allah’ın göklere, yere ve dağlara arz edip kabul etmedikleri ve insanın kabullendiği emanetin ifası vakti geldi. Korkum bu emaneti gereği gibi yerine getirememektir.” derdi.

 

Hz. Ali şehit edildiği zaman oğlu Hasan minbere çıkıp şunları söyledi: “Emiru’l mü’minin aramızda katlolundu. Dünyaya ait geriye sadece bir hizmetçi satın almak için ayırdığı 400 dirhem bıraktı.” diyerek onun dünyaya ait hiçbir mal bırakmadığını ümmete ilan etmişti. 

 

Rivayete göre Hz. Ali der ki: “Hayır dört şeyde toplanmıştır: Susmak, konuşmak, bakmak ve hareket. Allah’ın adı geçmeyen bir konuşma boştur. Tefekkürü olmayan bir susma, unutkanlık ve dargınlıktır. İbretle olmayan bakış gaflet, Allah’a kulluk için olmayan hareket kayıptır. Allah, konuşması zikir, susması fikir, nazarı ibret, hareketi ibadet olan kimseye rahmet etsin. İnsanlar böylelerinin elinden ve dilinden selamettedir.”

 

Sadece bu Raşit halifeler eğil, diğer Sahabiler (r.a) de böyledir. Allah Resulü ve hulefa-i raşidinin hayatında zühd, takva, sabır, tevekkül, cömertlik, feragat şeklinde yaşandığını gördüğümüz ruhani ve manevi hayatın diğer sahabilerce de benimsendiğini ve en güzel örneklerin onlar tarafından da yaşandığını görüyoruz.   

      

Aişe validemiz şöyle anlatıyor: “Bir defasında giydiğim elbise çok hoşuma gitmişti. Halimden bunu fark eden babam Ebu Bekir: “Bilmez misin ki, insan dünya nimetine hayranlık duyunca, o duygudan kurtuluncaya kadar Allah kendisine gadap eder.” dedi. Ben de o elbiseyi çıkarıp bir başkasına hediye ettim.”

 

Hz. Salim bin Abdullah anlatıyor: “Evlendiğim zaman babam, pek çok kimseyi düğünüme çağırmıştı. Davetliler arasında Ebu Eyyub Ensari de vardı. Evin duvarını süsleyen yeşil perdeleri gören Ebu Eyyub: “Herkesin kadınların sözüne kanacağına inanırdım da, sizin inanacağınızı sanmazdım.” demişti. 

 

Abdullah b. Mes’ud, güzel ve yüksek bir ev yaptırmış ve Ammar b. Yasir’i evine çağırmıştı. Ammar evi görünce: “Evin yüksek, emelin büyük, ölümün yakın.” diye ölümü hatırlatmış ve tul-i emele kapılmamaya çalışmasını öğütlemek istemişti.

 

Ashab-ı suffenin tasavvufî hayatın ilk nüvesini teşkil ettikleri, hatta sufi ve tasavvuf kelimelerinin bunlara ad olan suffe kökünden geldiği öne sürülmüştür. Bunların genellikle muhacir ve ensarın fakirlerinden oluşan, sayıları 70 ila 300 arasında değişen sahabilerden meydana geldiği bilinmektedir. Civar kabilelerden muallim istendiğinde Peygamberimiz, bunlar arasından seçip gönderirdi. Bu yüzden ashab-ı suffe tekkenin de medresenin de İslam tarihindeki ilk nüvesi sayılır. 

 

Ebu Nuaym Isfahani “Hılyetü’l-evliya” da ashab-ı suffe hakkında şöyle der:  “Bunlar, Cenab-ı Hakk’ın kendilerini fani bir şeye güvenmekten koruduğu; faniye aldanmak yerine, Allah’ın emirlerine sarılmayı ilke haline getirmiş kimselerdi. Bu halleriyle dünyaya değer vermeyenlere örnek olmuşlardı. Aileleri ve malları bulunmadığı gibi, kendilerine Allah’ın zikrinden alıkoyacak bir ticaret ve meşgaleleri de yoktu. Dünya namına kaybettiklerine asla üzülmezler, ahiret namına kazandıklarına sevinmezlerdi.”15 

 

Ebu Hureyre, Selman Farisi, Suheyb Rumi, Ebu Musa Eş’ari ve Ebu Zerr gibi ünlü sahabiler hep ashab-ı suffedendi. Ebu Hureyre’nin onlarla ilgili şu sözü, hallerini en iyi şekilde özetlemektedir: “Suffe ashabından yetmiş kadarını gördüm, giydikleri elbise  namaz kılarken diz kapaklarına ulaşmıyordu. Bu yüzden rükuya vardıklarında avret yerleri açılmasın diye elbisenin eteğini çekiştiriyorlardı.”

 

 Ebu Musa Eş’ari diyor ki: “Bizim kokumuz, koyun sürüsünün kokusunu andırıyordu. Çünkü yünlü libaslar giyiyor ve terleyince de koyun gibi kokuyorduk.”16 

 

Ashab-ı suffeden Ebu Zerr (r.a) zühd konusunda aşırı titizliği olan bir sahabiydi.

 

Ebu’d Derda (r.a) tefekkür ve ibretle nazar konusunda temayüz etmiş, önce ticaret ve ibadeti bir arada yürütmek istemiş, bunda tam bir başarı elde edemeyince, ticareti bırakıp ibadete yönelmiştir. Selman Farisi ile arkadaşlık ve dostluğu bulunan bu sahabinin zühd, takva ve güzel ahlak gibi konularda veciz sözlerini tabakat kitapları nakletmektedir. Nitekim Şam halkına: “Utanmıyor musunuz? Yiyemeyeceğiniz malı yığıyor, oturamayacağınız binalar yapıyorsunuz, ulaşamayacağınız emeller taşıyorsunuz” diye çıkışmıştı.17

 

İmran b. Husayn Huzaî de ashabın ibadete düşkünlük, acılara sabır ve hastalığa tahammül gibi konularda en önde gelenlerindendi. İbadet ve manevi hayata düşkünlüğü sebebiyle ruhunun yüceldiği, hatta bu yüzden meleklerin kendisine selam verdiği nakledilir.18 

 

Tasavvuf klasiklerinde ve tabakat kitaplarında Hz. Peygamber (sas) ve sahabilerle başlayan ve tabiin ile devam edegelen zühd hayatının bu devirde bir takım temsilcilerine yer verilmektedir. Kelabazi bu devreden Üveys Karani, Herim b. Hayyan, Hasan Basri, Seleme b. Dinar’ın adlarını sayarken, Hılyet’ül Evliya müellifi Ebu Nuaym ve ondan naklen İbnu’l-Cevzi eserlerinde 200 kadar zahid tabiiye yer vermektedir. Hucvuri eserinde tabiin neslinden sadece Üveys el-Kareni, Herim b. Hayyan, Hasan Basri, Said b. Müseyyeb’e; Attar, Ca’fer-i Sadık, ve Hasan Basri’ye zahid tabiiler arasında yer verirken, Şa’rani, Ebu Nuaym Isfahani ve İbnu’l-Cevzi’nin yolunu izleyerek altmış kadar tabiin zahidini anlatmaktadır. Sülemi (ö. 412/1021) ve onun talebesi Kuşeyri (ö. 465/1072), sahabe ve tabiin zahidlerine hiç yer vermeden, eserlerine daha sonraki nesilden Fudayl b. Iyad ve İbrahim b. Edhem ile başlamıştır”19      

 

Biz yazımızı büyütmek istemediğimiz için, tabiinin ve tebe-i tabiinin sufilerinin sözlerini, hallerini, hikayelerini anlatmak; Medine, Kufe, Basra ve Horasan zühd mekteplerinin özelliklerinden bahsetmek istemiyoruz. Daha geniş bilgiler arzu edenler için, ilgili eserlerin isimleri sunulmuştur.

 

Kettanî’nin  Sözleri:     

 

Tasavvuf İlminin İslamî olup ondan ilk bahsedenlerin sahabiler olduğuna dair Muhammed Abdulhay el- Kettani’nin söylediklerini anmadan geçmek içime sinmedi. Tasavvufun kaynağını dışarıda, İran, Hind veya Yunan’da arayan insanların ne kadar yanıldıklarını göstermesi kadar, tasavvufun asr-ı saadet kaynaklı oluşunu da kanıtlayan şu baştan sona ilim ve araştırma mahsulü sözlerini, konu başlığı ile beraber okuyalım:

 

“Tasavvuf  İlminden İlk Bahsedenlerin Sahabiler Olduğu.  İbn’ul Uuyun et-Tucibî “el-İnaletü’l İlmiye”sinde şöyle der: “Tasavvuf ilimleri konusunda ilk söz söyleyen kimse Hz Alidir”. Salih alim Ebu’l Kasım Ali b. Muhammed b. Haccu Ziyaü’n Nehar da şöyle der: “Ashabın bilgisi Allah ve ahirete dairdi. Kendileri havf, (korku), hüzün, mücahede, murakabe, kanaat, sabır, tevekkül, rıza, Allah’tan başka şeylerden kopup yalnız ona bağlanma, derin ve tüm kapsayıcı bir ihlas ehli idiler. Cihad, nefisle mücahede, ikram, güzel ahlakı elde etmeye çalışmak, tevhid, ihlas, yakin ve zikir gibi ibadet ve hususları yerine getirmeye ve elde etmeye çalışıyorlardı. İşte bu da tasavvuf ilmidir. Allah Rasulü’nün (sav) hutbe ve tavsiyelerinin büyük kısmı tasavvufun kapsamına giren hususları içeriyordu. Erkek ve kadın sahabilerde buna rağbet duyup elde etmeye çalışıyorlardı. Her müslümana vacip olan ilim, zamanında ashabın ilgilenip uyguladığı ilim olup bu da tevhit, ihlas ve tövbeden sonuna dek tasavvufun diğer makamlarının bilgisinden ibarettir”. Bu bilgilerle, tasavvuf konusunda ilk söz söyleyen kimsenin Hasan-ı Basri olduğuna dair El-Medhal’de geçen bilginin anlamını bilmiş olursun. Hasan-ı Basri, Hz Peygamber’in hanımlarından Ümmü Seleme tarafından emzirilmiş olup burada kast edilen, onun Hz Ali’den sonra tasavvuftan söz eden ilk kimse olduğudur. 

 

Daha sonra Kadı İbnü’l-Hac’ın ed-Dürrü’s-Semin’e yaptığı haşiyede Tüsteri’nin er-Risaletü’l-ilmiyye’sinden şu bilgiyi naklettiğini gördüm: “Hasan-ı Basri şöyle dedi: Tasavvuf ve fakr konusunda ilk söz söyleyen kimse Hz. Ali’dir”. İbnü’l-Hac şöyle der: Bu yüzdendir ki babam el-Hikem’e yaptığı nazımda Hz. Ali’yi tasavvuf ilminin kurucusu saymıştır:

 

 

Onun Ali’dir kurucusu

 İlim ve hikmet sahibi olan.

 

Bu bilginin benzerini o el-Ezharü’t Tayyibetü’n Neşr adlı eserinde de tasavvuf ilminin kurucusundan söz ederken vermiştir. Kavukci’nin ez-Zehebü’l-İbriz’inde şu bilgi verilir: “Ebu Zer el-Gıfari, beka ve fena ilmi konusunda konuşan ilk kimsedir.”

 

İmam Ebu Talib el-Mekki’nin Kutu’l Kulûb’unda şu bilgi kaydedilir: Hasan-ı Basri bu ilmin yolunu açan, bu konuda dilleri çözen, onun manalarını dile getiren, nurlarını açığa çıkaran ve peçesini açan ilk kimsedir. Bu konuda söyledikleri, akran ve arkadaşlarının hiç birinden duyulmuş değildi. Kendisine şöyle denildi: “Ey Ebu Said, bu ilimle ilgili öyle şeyler söylüyorsun ki başkasından duymuş değiliz. Kimden aldın bunu?” Hasan-ı Basri “Huzeyfe b. Yeman’dan” karşılığını verdi. 

 

Denildiğine göre, Huzeyfe b. Yeman’a “Bu ilimle ilgili olarak öyle şeyler söylüyorsun ki Allah Rasulü’nün ashabından hiç kimseden duymadık, nereden aldın bunu?” diye söylenmiş, o da “Rasulullah bunu yalnız bana bildirdi” karşılığını vermiştir.20 

 

Ebu Talib el-Mekki bundan önce şöyle der: Hasan-ı Basri, bu söz ettiğimiz ilimde imamımızdır; onun izinden gidiyor, yolunu takip ediyor, kandilinden aydınlanıyoruz. Allah’ın izniyle bu bilgiyi, ona varıncaya dek bir imam diğerinden alarak naklede geldik. O Bedir’e katılan sahabilerden yetmiş kişiyle görüşmüş, üç yüz sahabiyi, Osman b. Affan’ı, Ali b. Ebi Talib’i... görmüştür.21 Ebu Talib el-Mekki, bundan önce de şu bilgiyi zikreder: Ali b. Ebi Talib Basra mescidinde Hasan-ı Basri’nin ilim halkasına vardı, o bu ilim konusunda konuşuyordu. Kendisini dinledi, sonra döndü ve onu dışarı çıkarmadı.22 Bundan anlaşılıyor ki efendimiz Hz. Ali’nin onu mescitten çıkardığı ve bu konuda konuşmaktan men ettiği ileri süren kimse yalan söylemiştir.”23