AHMET ÇELİK HOCA EFENDİ

İnsanlarla rahat ilişki kuran bir yapısı vardır Ahmet Çelik kardeşimin. Doğrusu maddî ve manevî yapısı da buna yardımcıdır. Yani yumuşak bir ses, yakışıklı bir yüz, uyumlu bir beden yapısı ile tatlı bir dil, güler bir yüz ve iyi bir giyim kuşam birleştiğinde, ortaya sevimli ve verimli bir insan çıkıyor. Bunun üstüne ilim ve ahlak tacını da koyduğunuzda, ortaya dinimiz ve mesleğimiz adına bir şeker topağı çıkmaz mı?

 

Sevgili dostum ve aziz arkadaşım Ahmet Çelik’in tayini çıkmış diye duydum. Yıllardır Kahramanmaraş’ımızda Müftü Yardımcısı olarak çalışıyordu. Tayininin çıkmak üzere olduğunu söylemişti bir gün.

- Gitmesen olmaz mı? Dedim.

- Olmaz, dedi. Bizde yedi yıl burada çalışma süresi var. Dolunca mecburen bir yere gideceğiz.

- Nereye?

- Belli değil. Ya da ben henüz bilmiyorum.

*  *  *

Demek mecburen gidecekti. İyi, daha yaşı genç, gitsin millete hizmet etsin. Aslında Diyanet için iyi yetişmiş bir elemandı ve Diyanetin ona borcu da vardı. Zira bir zamanlar onu ta Avusturalya’ya hizmete göndermişler ve giderken: “Bu hizmetin ve fedakarlığın unutulmayacak” demişlerdi. Tam altı yıl gitti hiç izin bile kullanmadan.

Ama bugüne kadar verdikleri göreve bakarsan, sanki unutmuşlardı. En azından ben öyle düşünüyordum. 18 Temmuz 2008 Cuma günü Urfa’ya gitmiştik bir ekiple. Maksadımız, Göksün İmam Hatip Lisesi Kız Öğrenci Yurdu için vaaz ettiğimiz camilerde para toplamaktı. Orada bizi müftü yardımcısı Mekki Bey karşıladı. Daha önce Nurhak ilçemizde müftülük yapmıştı. Hoş beş ederken Ahmet Beyin tayinini sordu.

- Çıkmış ama nereye bilinmiyor.

- Ben biliyorum.

- Nereye?

- Çankayaya.

- Deme!

- Evet!

- Yakışır arkadaşıma!

Eh, demek Diyanet nihayet hatırlamıştı sözünü…

*  *  *

Onun şehrimizden gidecek olması beni üzmüştü. İyi bir dostu her aradığında görmek az bahtiyarlık değildir hayatta. İnsanın zaman zaman bir hüzün çöker içine, sıkar yüreğini bir el, daralır göğüs kafesi, içini bir sıkıntı, bir stres kaplar, manevi bir “kabz” hali yaşar, işte o zaman hemen bir dostunu arar insan, bir yürekten sevenle birlikte olur ve biraz sohbetle cümle sıkıntılarından kurtulur. Kabz hali bast haline dönüşür. Açılır da açılır içinden perde perde alemler. Neşe ve huzur gelir oturur gönüle. Kaç kere tecrübe etmişizdir bunu. Dostlar vardır ilaç gibidir, dertlerine derman kesilir. Sıkıntılarının giderilmesinde en büyük vesiledir. Yüzünü görsen, derdinin yarısı gider zaten.

Koca koca kitaplarda okuduk; arkadaşlar da çeşit çeşittir. Kimi vardır, hava gibi, su gibidir; her an gereklidir. Kimi vardır, ekmek gibidir, acıktıkça gereklidir. Kimi vardır, ilaç gibidir, ancak hasta oldukça içilir. Kimileri de mikrop gibidir,  hep uzak durmak, hatta kaçmak gereklidir.

Ahmet Çelik Kardeşim bana ekmek gibidir. Varlığı bile bir gıda. Uzakta olması da insana huzur verir varlığıyla. Allah Teâlâ uzun, sağlıklı, mutlu ve bereketli ömürler versin ona ve hepimize. Yaşasın da, varsın uzakta olsun sağlıkla.

*  *  *

Ahmet Çelik Kardeşimi nerden tanırım?

Bu uzun bir tarihtir efendim. İsterseniz ucundan kıyısından girelim

Şu satırlar “Yarım Yamalak Yaşantım” dediğim yazımı süren hatıralarımdan alınmıştır. Orada “Hartlapdere”yi anlatıyorken şunları yazmışım.

“O derede çok tatlı hatıralarımız var. Birini anlatayım.

Sanırım ilkokula gidiyorum. Ama bizim köyden Ahmet ve Fahri Çelik, Ahmet Vişne, Bekir Mercimek gibi arkadaşlar da Dereboğazı Kur’an Kursunda okuyorlar. Kurslar tabi “Süleyman Efendi”ye bağlılar. Onlar daha çocukken hoca olmuşlardı ve kursa gidip geliyorlardı.

Babam beni de kattı onlara. Tabi onların bir kısmı benden hem yaşça biraz büyük, hem de epeydir kurslular ve kendi aralarında haliyle çok samimiler. Ben biraz dışarıda kalıyorum ve konuşmalarına, şakalarına olur olmaz katılamıyorum. Kendimi “taşralı” gibi hissediyorum aralarında. 

Neyse bir gün kurs dönüşü dereye indik ve tabi ki çimdik. “Artık giyinelim” dedik. Ben de iyi sofuymuşum ki, giyinmeden önce bir de abdest alayım dedim. Sanki çimince abdest alınmış olmazmış gibi! Cehalet işte. Ya da “çocukluk” diyelim…

Abdest alıyorken sanırım benden yarım yıl büyük olan Ahmet Çelik Hoca Efendi kaşlarını çatarak ve gayet ağır tonlu, otoriter ve vakur bir sesle, yani tam bir “Hoca Efendi” edasıyla bana döndü ve:

-Ne yapıyorsun sen? Dedi.

-Abdest alıyorum, dedim.

-Tumanlasın, mahrem yerlerin açık, böyle abdest olur mu?

-Olur tabi, diyemedim. Çünkü bilmiyordum. Kimse de demedi. Ve ben kibarca giyindim ve “Dere Müftüsü”nün emri gereğince yeniden abdest aldım. Sonra yola revan olduk.

Yıllar sonra konuşurken bunu hatırlattım kendisine. Güldü:

-Önemli olan sana abdest aldırmam değil mi? Demek  abdestini vermişiz.

*  *  *

Hikayeden de anlaşıldığı gibi biz Hartlap’lıyız. Hartlap, Maraş’ın bir eyaletidir. O zamanlar etraftaki köyler dışarıya gittiklerinde kendilerini, daha rahat bilinsin diye “Hartlaplı” olarak tanıtırlardı. Tabi o köylerde toprak az, insanlar geçimini pamuk ve çeltik tarlalarında “saka”lıkla, yani su sulamayla, çapalama ve ürün toplamayla kazanırlardı.

Yaz gelince aileler bir telaşla kamyonlara dolar, yüklerinin arasına oturarak Çukurova’ya, Adana, Kozan, İmamoğlu ovalarına, Maraş altına gider, gündüz cehennem gibi sıcaklar altında tarlada çalışır, hiç alışık olmadıkları nemli gecelerde çadır, hayma veya cimindiriklerde “üvez” denilen sivrisinekle mücadele ederek gün geçirirlerdi. Kışın dinlenmiş, kanlanmış olarak yazın çalışmaya giden insanlar, güzün iş dönüşü sararmış solmuş olarak dönerlerdi. Bir de ticaret, katırcılık, çerçicilik, kaçakçılık gibi iş seyahatleri sebebiyle köyümüzün adı bölgede bir hayli yaygındı.

Ben, babamın defterindeki notuna göre 7 Ocak 1955 de bir Cuma günü sabah saat dokuza doğru dünyaya gelmişim. Bu resmiyete 01.03.1955 olarak geçmiş. Denildiğine göre Ahmet Hocam benden beş altı ay büyükmüş. Şimdi yan yana geldiğimizde Allah esirgesin, kim inanır buna?

Ahmet Hocam daha çocukken hocaydı maşallah. Şimdi kendisi de hayret ediyor, ama ilkokuldan bir iki yıl sonra kürsüye çıkar vaaz verirmiş o yaşta. Şimdi de şehrimizde Müftü Yardımcısı elhamdulillah. İnşallah ilimizin müftüsü de olur diyordum, ama o kaldı şimdilik başka bahara...

*  *  *

Ahmet Çelik hocamın “Hafız hoca” diye ana tarafından bir dedesi vardır. Kimde nasıl okumuş bilmem, ama benim onda öğrendiğim “süphaneke”de on yanlışım çıktıydı herhalde. Okuması ve ilmi biraz zayıftı. Ama bu saf, fakat o nispette gayretli merhum yıllarca köyümüzde imamlık, müezzinlik yapmış, çocuk okutmuştu. Babamgil de namazlığını ondan öğrenmişlerdi. Tabi köyümüzde başka hoca yoktu. Belki de Kur’an okumasını bilen bile yoktu. Yıllarca o rahmetli köye hocalık yapmış. Kendine düşeni, yapabildiği kadarıyla yapmış.

Hâşâ onu küçümsemiyorum. Bilakis takdir ediyorum. Hocalıkta zayıflığı kendi kusuru değildir herhalde. Bir bozgun devrine denk gelmiş ve ancak o kadar öğrenebilmiştir. Öğrendiklerini de bir ömür köyüne vermek için çırpınıp didinmiştir. Köyde fahrî hocalık yapmış, köylü ne verirdiyse ücret olarak onu almış, kimseyle pazarlık yapmamış, her davete severek gitmiş, Kur’an okumuş, dua etmiş, cenazeleri yıkamış, namazını kıldırıp defnettirmiş.

Ona ben de bir iki hafta okumaya gittim. Koca bir değneği vardı ve gevezelik yapana vurmak için kaldırdı mı, o istikametteki bütün çocuklar, bomba atılan şehrin sığınaklara koşup sindiği gibi yerlere yatar, değneğin üstlerinden kendilerine değmeden gevezelere ulaşmasını korku ve heyecanla beklerlerdi, ama çoğu zaman da çabalar boşa giderdi.

Bir gün bir haber geldi ve aniden kaçıştık. Okuduğumuz odada kimse kalmadı. Herkes Kelgaş’a bakıp duruyordu. Ben de bakınca askeriye cip ve cemselerini gördüm. Yatırdık eve doğru tabi. Sanırım 60 ihtilalinin sıkıntılarıydı bunlar. Daha evvel çok duymuştuk “cenderme”nin köye geldiğini, Kur’an’ları toplayıp yaktığını, hocaları tehdit edip cezalandırdığını. İşte bu da onların ihtilal rüzgârlarıyla bize gelen bir artçı depremin uzantısıydı. Ama biz çok şükür görmedik o eziyetleri.

Ahmet Çelik hocamı tanıdığımdan beri dindar bilirim. Bu ailesinden gelen bir özellikti. Babası “Recep Mustafa” amcamız, köyümüzde bakkallık yapardı. Sonraları Maraş’a göçtü, Dumlupınar mahallesinin “gözlüklü bakkal amcası” oldu. Temiz, sakin, dindar bir insandır. Yumuşak konuşur. Öfkeli halini sanki hiç görmedim. Haccına gitmiş, dünyalık işini bitirmiş, şimdi huzurlu bir hayat yaşamaktadır.

Annesi de öylesine iyi kalpli, misafirperver, her vardığımızda evinde bizi sıcak karşılar ve ikramlara boğar dindar bir hatundur. Allah Teâlâ her ikisine de dünyada ve ahrette iyilikler ve güzellikler bahşetsin.

Amcası ve kayınbabası, en yakın arkadaşı Fahri Hocamızın da babası “Recep Ökkeş” de öyle bir insandı. O, yaşı gereği mi bilmem, biraz daha vakur ve ağırdı. Kardeşi Hasan Hüseyin abi ve oğullarıyla beraber bıçakçılık yaparlardı. Bıçakları “marka” olmuştu ve her yerde tutulurdu.

Onların bıçakçı dükkânı, gençliğimizde bizim buluşma yerimiz gibiydi. Hem camiye yakındı, hem de bize ilgi gösterdiklerinden rahat rahat orada oturur ve saatlerce sohbet ederdik. Ökkeş amca bıçakçılığı bırakınca dükkânda sanki oğlu İsmail abi patrondu. İşte orada yaz günleri çok sohbetlerimiz olmuştur.[1]

*  *  *

Ahmet Çelik Hocam ilkokuldan sonra 1966 yılının şubat başında Dereboğazı köyündeki Süleyman Hilmi Efendinin Kur’an Kurslarına başladı. 1968 Temmuzuna kadar orada okudu. Ben, babamın memuriyeti münasebetiyle ilkokula köyümde başladım, Maraş’ta, köyümüzde, Kılavuzlu’da okudum, son sınıfı da yine Maraş’ta bitirdim. Dolayısıyla çocukluğumuzda beraber okuyamadık. İmam Hatip okuluna yatılıya müracaat etmiştim, kazanınca Diyarbakır’a gönderdiler. O ise 1968 de Maraş’ta başladı İmam Hatibe.

O zamanlar İmam Hatip ile “Süleymancı” kardeşler tam bir “düşman kardeşler” idi. Hamdolsun bugün yok olan bu çetin kavganın bizim köylerde belki de ilk tanıkları Ahmet Çelik, Fahri Çelik, Ahmet Vişne, Rahmetli Bekir Mercimek gibi arkadaşlarımız idi. Kurstan ayrılacaklarını bilen hocaları bunlara önce nasihat etmişler, olmamış. Sonra dayakla tehdit etmişler, omamış. “Tokat bakırı gibi kıpkızıl kâfir olursunuz” diye demişler, imansızlıkla korkutmuşlar, ama bir türlü gençleri vazgeçmeye ikna edememişler, söz dinletememişlerdi. Kurstan kaçarken yatakları bent yaparak Hartlapdere’ye, yani uçuruma doğru yuvarlamaları hala hatırladıkça güldüğümüz olaylardandır.

Orada okuduklarının hayrını yeni okullarında gören bu kardeşlerimiz, İmam Hatip Okulunda seçkin birer öğrenci olurlar ve hocaları tarafından da sevilir, takdir görürler.

*  *  *

Yaz tatilinde buluşur, okul hatıralarını konuşurduk, ama ben bu konuda çok şanssızdım. Çünkü ne okulumu, ne de Diyarbakır’ı kimse bilmeyince, söz en az bana düşerdi. Mecburen onları dinler, maceralarına gülerdim.

Bu kardeşlerimizin yanında, lisede okuyan Mehmet Gönül, Hamit İşler, Ahmet Yeter, zaman zaman Muhammed İşler, talebe olmasa da onlardan ayrılmayan Yaşar ve Halil Demir kardeşler de bulunurdu. Mustafa Yeter, yani “hafızımız”, bu sohbetlere her zaman katılamazsa da, katıldığında bambaşka zevkler yaşatırdı. Onun sohbetleri ayrı bir zevk verirdi. Onun tatlı şakaları, zarif nükteleri çok hoş, âmâ olduğu için istemeden kırdığı potları pek tatlı idi. Bazen uzaktan Mustafa Ceyhan da katılırdı.

O zamanlar tabi baba ekmeğiyle beslenir, aklımıza geleni yapar, çevrede kalmak kaydıyla dilediğimizce gezer, bazen Yavşan’da yaylar, bazen şimdi baraj suları altında kalan Cahan’da çimer, Hartlap İlicesi’nde gecelerdik. O zamanlar Kızılseki’de bekâr bir öğretmen olan ve çok güzel saz çalarak türkü, uzun hava barak ve bozlak söyleyen amcam Yusuf Nar’ın yatsıdan sonra ziyaretine gider, sabahlara kadar sohbet eder, söyler, dinlerdik. Sabah namazını kılar, yatmadan köyümüze dönerdik. Çevre köylerde imam olan Kızılseki’den Domur hocam, Öşlü’den İbrahim Uzun ve Hüseyin Çınar, Dereboğazı’ndan Osman Tuğ, Kızıldamlar’dan İbrahim Duman hocamlarla buluşur, öğretmenler ve bazı dava arkadaşlarımızla uzun uzun sohbetler ederdik. Namaz vakitlerinde camide buluşur, kimimiz ezan okur, kimimiz imam olur, kimimiz Ramazan’da vaaz verirdik. Ne güzel günlerdi o günler!

*  *  *

Neler mi konuşurduk?

Bir münasebetle bir yerde yazmıştım bunları, Türkiye’yi, İslam dünyasını, hatta doğudan batıya bir dünyayı konuşurduk. Tarih bugün kadar günceldi. Parçalanan Osmanlının üstündeki acılı coğrafya, en çok da acımasız inkılâplarla batı medeniyetine cebren sokulan Türkiye, bu cebir ve şiddette savrulan ülke insanı, ülkedeki ne olduğu belirsiz ecnebi bir sistem, milli kültürden ve terbiyeden mahrumiyet, dinsizlik anlamında uygulanan laiklik, eğitimin içler acısı durumu, din eğitiminin felaket ve fecaati, siyaset, öğrenci hareketleri, fikir ve edebiyat dünyası, tasavvuf ve tarikatlar, dernek ve vakıf çalışmaları, yeni çıkan dergiler, kitaplar… bir yığın mevzuumuz vardı konuştuğumuz.

Her mevzuyu muhakkak götürür, ayet, hadis ve kıssalarla asr-ı saadete bağlardık. Kim bu alanda ne kadar başarılı olursa, o kadar takdir görürdü. Zaman, bir bohça gibi dürülürdü…

*  *  *

Onlar sadece talebeler olarak bir araya gelince daha çok okullarından bahsederlerdi. Öğretmenlerden, kopya çekmelerden, komikliklerden bahsederlerdi. Ben bilmezdim o zamanlar, bir “Kel Ziya”yı anlata anlata bitiremezlerdi. Dediklerine göre iyi bir öğretmenmiş, çok yetenekli ve çok yönlü imiş, ama taşkın zekâsını zapt edemezmiş, bazı takıntıları varmış. Sonunda öğretmenlikten ayrılmış. Onunla olan maceralarını yazsalar, şahane bir kitap olur sanırım.

“Ali Baba” diye bir öğretmenden naklen Arabistan maceraları ve hayat dersleri anlatırlardı. “Kara Dayı” diye öğrencilere yakın olan bir öğretmenden de bahsederlerdi. Hüseyin Bahar, Necmettin Gevri gibi ilim sahibi ve sözü sohbeti dinlenir, Yaşar Alpaslan gibi “ayaklı kütüphane”, “Kanadıkırık” gibi şakacı hocalardan bahsederlerdi. Ali Toy, Osman Doğruluk, Mehmet Paksoy zaman zaman konuşulurdu. Ali Toy’un Osman Doğruluk’a yıkılması inanılacak gibi değildi.

Yıllar ne çabuk geçti, Ahmet Hocam talebe iken amcakızıyla evlendi, mektep bitince Kozan/Bucak’ta imamlık yaptı. Benden iki sene sonra Kayseri Yüksek İslam Enstitüsüne kayıt yaptırdı. Orada iki sene beraber okuduk. Çok tatlı hatıralarımız, çok enteresan yolculuklarımız oldu. Belki bunların bir kısmını “Yarım Yamalak Yaşantım”da anlatırım inşallah.

*  *  *

Yüksek İslam Enstitüsünü bitirdiğimizde görev yeri olarak ben Milli Eğitimi, o Diyaneti tercih etti. Bu tercihte daha evvelki imamlığının etkisi de olmuştur herhalde. Önce bildiğim kadarıyla Pazarcık vaizi oldu. Sonra Andırın’da aynı görevi yaptı. Bu arada Kahramanmaraş’ta Muşlu Ahmet Hocamdan Arapça ve İslamî ilimlerde özel dersler aldı.

Ben Andırın’dan Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesine gelince bu derslere bir ara beraber katıldık. Hocamızın sevdiği ve umut bağladığı bir insandı. Nitekim Arapçasını orada iyi geliştirdi. Daha sonra Diyanetin Fransızca kurslarına da katıldı. Akademik çalışmalara hız verecek ve üniversiteye yönlenecek bir zamanda, Avustralya’ya din görevlisi olarak gitmek durumunda kaldı. Bu kesintisiz tam altı yıllık gidiş, bu tür ilmî çalışmalarına sekte vurdu. Orada İngilizcesini de geliştirdi ama döndüğünde sanırım “bu işler bizden geçti” duygusuna kapıldı ve ben bilerek pek üstünde durmadı.

Diyanette onun için iyi bir görev beklerken “Erguvan” müftülüğü bizde hayal kırıklığı yarattı. Ama o, görev verilen her yere zevkle gitti. Arkasından Niğde müftü yardımcılığı, Türkoğlu müftülüğü ve yedi yıldan beri de Maraş’ta müftü yardımcılığı yapıyordu.

Ve de şimdi ayrılıp gidiyordu ilimizden. Korkarım ki temelli kalır gittiği yerde emekli olsa da. Çünkü kızı ve torunları orada yaşıyorlar. Sadece yazları ancak görüşebilmek düşüncesi bana hüzün veriyor.

İnşallah korktuğumuz başımıza gelmez.

*  *  *

Ahmet Çelik Hocamın küçüklüğünden beri dindar yaşantısının ona bir hediyesi de, erken evlenmesidir. Bizler okul bitecek diye beklerken, hatta okul bittikten sonra da eş ararken, hep bekârlıktan şikâyet ederdik. Hatta ellerini çabuk tutsunlar arasın bulsunlar niyetiyle  “iş bulduk ama eş bulamadık” diyerek ana babamıza laf vururken, “ulan bu çocuk amma da utanmaz olmuş” sitemini duymuştuk babamızdan. Fakat o, bu çilelerin hiçbirisini çekmedi.

Bugün cemiyetin bir sıkıntısı da, gençlerin evliliklerinin geciktirilmesidir. Sevgili Peygamberimiz, tıpkı  “vakti giren namazın kılınması ve teçhizi hazırlanan cenazenin defnedilmesi” gibi, çağı gelen bekârların da evlendirilmesini tavsiye buyuruyor.

Efendim okul bitsin, iş güç sahibi olsun, aradan askerlik çıksın derken yaş otuzu, bazen kırkı buluyor. Kızlar, “ekonomik bağımsızlığını kazanma” adına otuzunu beklerken, bazen yerli bekâr kalıyor.

Bu ertelemelerin, evliliğe yabancı kalma, uyumsuzluk, kaçırılan saadetler kadar bir de günah boyutu oluyor haliyle. Acaba bu yüzden kaç masumun iffeti yara alıyor, kaç temiz defterlere “zina” gibi kara lekeler düşüyor, kaç temiz alınlara iffetsizlik damgası vuruluyor, kaç gözlerden sicim gibi pişmanlık gözyaşları akıyor kim bilir…

Bize bu seküler, laik, din dışı materyalist hayatı dayatanlar, zaten “zina”yı “ayıp” saymayanlardır. Bize göre zina olan o çirkin işler, onlara göre ekmek gibi, su gibi bir ihtiyacın karşılanmasıdır. Televizyon programında izliyoruz, “zina yapmadığını” söyleyen öğrencilere hayretle bakan sunucu ve konuğu, “buna inanamam. Bu duvara tırmanarak yürüdüğünü söylemek gibi imkânsız bir şey” diyorlardı. Bunların aklı bu iffet ve temizliği alamıyor, nefsin şehvet ve arzularına Allah için gem vurmayı kavrayamıyordu.

*  *  *

Bir öğretmen arkadaşım anlatıyor. “Bir kız öğrencimizin kırdığı ceviz kırkı geçmişti. Sonunda utana sıkıla velisini okula davet ettik. Gelen babasına durumu yüzümüz kızararak anlattık. Ama adam umursamadan hala gözümüze bakıyor ve

- Eee” diyordu.

- Eeesi bu, dedik.

- Hepsi bu mu?” dedi.

- Evet” dedik.

- Yahu beni bunun için mi rahatsız ettiniz? Bu şehvet, ekmek kadar tabii ihtiyaçtır ve karşılanacaktır. Benim kızım da aklı başında ergin bir kızdır. Dilediğini yapmakta özgürdür. Beni bunun için niye işimden ettiniz? dedi ve kalktı gitti. Biz arkasından aval aval baka kalmışız…”

Eee, paparazzilerle ve hep belden aşağı magazinlerle yetişen neslin hali böyle olacaktır maalesef.

Evet, cinsel arzular ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaçtır ama Müslüman onu nikâhla karşılarsa, hem meşru yoldan bir ihtiyaç karşılamış olur, hem de sevap kazanır.

Haramdan karşılanırsa bu ihtiyaç, hem bu dünyada bir utanç olur, hem çeşitli hastalıklara, sosyal bozukluklara, fitnelere, kavgalara, cinayetlere, israfa sebep olur, hem de ahirette bir cehennem vesilesidir.

Buna inanmayanlar, Allah Teâlâ’nın Kur’an ayetleriyle kesin olarak yasakladığı bu işi inkâr eden, alaya alan, hafife alanlar, kesinlikle dinden çıkar ve kâfir olurlar. Onlara “dönek” anlamında “mürted” denir.

Evet, zinayı suç ve ayıp saymamak, kesinlikle dinden çıkıp küfre düşmektir, onlar kendini Müslüman sansalar ve saysalar bile...

Neyse, biz konumuza gelelim. İşte böyle, sevgili Ahmet Hocam, amcasının kızıyla daha İmam Hatip’i okurken evlendiler. Gıpta ettiğimiz mutlu bir hayatları oldu. Ve maceralı bir hayat yaşadılar. Baba evinde de kaldılar, gurbeti de yaşadılar, yokluk da varlık da gördüler. Hayatın bütün renklerini yaşadılar beraberce. İki de güzel meyve verdi bu evlilik. Kızımız Asiye Hanım ve oğlumuz Edip Efendi. İlki evli, çor çocuklu ve mes’ud bir yuvanın annesi, ikincisi de şimdilik nişanlı. Mutluluklar dileriz.

Bazen evden aç gelen ve iş yerinde bir şeyler atıştıranlara Ahmet Çelik Hocam takılırmış: “Akraba ile evlenin. Bak benim eşim akrabamdır, beni candan sever ve esirger, erkenden kalkar ve beni asla aç göndermez” der. Biz de hak vermez değiliz. Eğer bizimkinin “Gözüne dizine dursun. Ben ne zaman seni aç gönderdim?” demesi olmasa, biz de “bir de akraba ile evlenelim de görelim bari” derdik. İnşallah bu yazdıklarımı da okumaz.

Onların bu mutlu evliliklerinin temelinde Semiha Hanım yengemizi de unutmamak gerekir. “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” sözü yaygındır. Biz onu hep sakin, sessiz, telaşsız, huzur veren, misafirperver haliyle tanıdık.

*  *  *

Aslında hocalarla evlenmek zordur. Etrafınıza bakarsanız, genellikle hocaların hanımlarını rahatsız, telaşlı, huysuz veya şikâyetçi görürsünüz. Çünkü hocaların imtihanı da büyük olmakla beraber, onlar halk ve hizmet adamı olunca, zaman itibariyle pek düzen ve disiplinleri de olmaz. Ya zamanında evde olmazlar, ya da gayet tabii olarak zamansız misafirleri olur.

Misafir her zaman eve gelmez. Bazen de alır götür adamı. Hoca hanımı bunlara peşinen razı ve hazırlıklı olmalı, hoş karşılamalı, kavga sebebi yapmamalıdır.

Abdulkadir Leblebici Hocamız anlatıyor: “Adıyaman’da çalışırken bir gün sabahleyin eve ekmek almak için sokağa çıktım. Bir gurup arkadaş taksiyle gelip önümde durdular.

- Biz de seni almaya geliyorduk, atla, dediler.

Atladık. Şehri çıktık.

- Nereye? dedim.

- Arkadaş dediğin ‘nereye?’ diye sormaz, dediler.

- Peki, dedik.

Urfa’ya vardık. Gezdik tozduk, işleri bitirdik, eve ancak akşamleyin döndük.”

Söyleyin Allah aşkına, gurbette bir eş, bunları sürekli yaşar da nasıl hasta olmaz?

*  *  *

 Bu konuda benim de o zaman acı, şimdi tatlı olmuş bir hatıram vardır. Evliliğimin ilk haftası içindeyim. Dostlar her zamanki gibi yatsı namazı vaktinde çıktığım Andırın’ın o zaman tek camisine bitişik eski Lisesi kapısında beni bekliyorlar.

- Nereye, dedim,

- Orhan Dalkıran Hocaya sohbete, dediler.

- Peki, dedik ve yoa koyulduk. Yolun ortasında evli olduğumu hatırladım. Gülmeye başladım.

- Ne gülüyorsun?

- Yahu arkadaşlar, ben evlendim taman.

- Ne olmuş evlendiysen?

- Yahu evdekinin haberi yok bu gidişten.

İşte bu yeni bir durumdu. durdular tabi. Hepsi de evli olan tecrübeli arkadaşlara da hatırlatarak “ne yapmam gerektiğini” sordum. Kimi “dön evine git” dedi, kimi de “boş ver, buraya kadar geldik, sohbete gidelim” dedi. Biz de kitaplardan okuduğumuzu unutarak atadan dededen gördüğümüz erkekliğe leke sürmedik (!) ve gittik.

Gece saat kaçsa, eve vardım, anahtarımla kapıyı açmaya çalışırken kapı birden açıldı. Baktım, suratı Erciyes kadar soğuk, kaşları Himalyalar kadar dik, ağzı Döngel mağarası gibi açılmış, sesi gök gürlemesinden müthiş bir bayan, yıldırımlar saçarak bana bağırıyor:

- Sen ne biçim adamsın hoca! Bir haftalık taze gelin var evinde, sen haber vermeden misafirliğe gidiyorsun. Bu akşamdan beri “kocamı öldürdüler, yoksa evine gelirdi” diye ağlıyor. Ortalık kötü. Her ne kadar ‘Yok kızım, ona kimse bir şey yapmaz. Hem öyle bir şey olsa bir avuç yer Andırın, hemen haberimiz olur. Sen korkma, ağlama’ diyorum, ikna edemiyorum. Nedir bu senin yaptığın?”

Susmadı ve bize bir ömür yetecek bir abdest verdi. Çocukluk abdestini “dere müftüsünden” almıştım hatırlarsanız. Bu abdest dere müftüsünün verdiği abdestten bin beterdi. Gençlik abdestini de sağ olsun ev sahibemiz olan çok kıymetli, çok değerli Cemile Bozkurt ablamızdan almış olduk…

*  *  *

Ağzım açılmışken size bir olay daha anlatayım bari. Abdullah İlhan Hocam Kozan’da vekâleten müftülüğe bakarken, aybaşında hocaları toplamış, konuşma yapıyor. Derken birisi bir hasta sevki imzalatmak için evrakı önüne sürmüş. Bakmış ki sevk hocanın hanımı için. Başını kaldırmış ve hocalar topluluğuna:

- “Aranızda eşi hasta olmayan var mı?” diye sormuş.

Birisi parmak kaldırmış. Hoca Efendi ona:

- Sen çık dışarı. Sen hoca olamamışsın, burada ne işin var?! demiş. Bizzat kendisinden duydum efendim…

Daha sonra o meslekten olanlara sordum ben bu durumu. Tasdik ettiler. Mustafa Belkıran Hocam da bir kadının “ben kızımı asla hocaya vermem” sözünü aktarmıştı. Fakat kadının gerekçesi çok farklıydı. Merak ettiyseniz, gördüğünüzde hocamıza sorarsınız.

Ahmet Hocam da zannederim öyle çok hassas değildir, çok telaşlı, çok merasimli değildir, yani serindir, rahattır, işin bir ucunu olacağına vardırır. Ahmet Vişne kardeşimiz olsaydı, “Biz Ehmedik” derdi şimdi. Öyle olunca haliyle evdekilere “Allah yardımcıları olsun” demek gerekir değil mi?

Evet, Ahmet hocam hamdolsun hepsi de sağ olan anasıyla, babasıyla, eşi ve çocuklarıyla, kardeşleriyle, hısım ve akrabalarıyla iç içe mutlu bir hayat yaşıyordu son yıllarda. Şimdi kızının yanına gidiyor Ankara’ya. Torununu rahat sevecek belki bundan sonra, ama diğerlerinden bir müddet ayrı kalacak ister istemez. Eh, burası dünya, iki iyilik bir arada olmazmış. Sabretmek ve imtihanı kazanmak gerekirmiş.

Mesnevî-i Manevî’de okumuştum, Mevlana diyor ki: “Adamın birisinin bir eşeği var, semeri yoktu. Bir semer buldu, eşek öldü…”

İyi teselli değil mi?

*  *  *

Sevgili Ahmet Çelik kardeşim, iyi yetişmiş bir bürokrat olduğu kadar, ilimden kopmamaya gayret eden bir Diyanet elemanıdır da.

Bilindiği gibi günümüzde idareciler veya bürokratlar, kendi alanlarındaki kanun, tüzük ve yönetmelikleri çok iyi bilirler. Yıllardır işlerini onlara göre yaparlar çünkü. Haliyle hayatla iç içe yaşayan ve sürekli kullanılan kanunlar ve tüzükler de iyi öğrenilirler.

Bu durum beni zaman zaman çok yaralar, çok üzer. Bakarım İmam Hatip Lisesi müdürü olmuş, hem de ilahiyatçı bir adam, ama İslam dininin “i”sinden habersiz. Öğrenmeye istekli de değildir. En basit bir soruyu bile etrafındaki hocalara sorar. Elinde ciddi bir kitap görülmemiştir. Ne tefsir, ne hadis, ne fıkıh, ne de siyer okuduğu asla görülmemiştir.

Ama masasının üstü kanun ve yönetmeliklerle dolu. Değişen bir sürü mevzuat da dahil, hangi konudan sorsan haber verir. Bu adam, devlet eğer İslam Devleti olsaydı, İslam hukuku gündemde olacağından, İslam’ın kanun ve yönetmelikleri uygulanacağından, bu adam onları böyle bilecek ve alanında “mes’elede müctehid” olacaktı. Fakat şimdi cahilin teki.

Aman Allah’ım, ne korkunç bir durum bu!..

Hangisine yanalım: müctehid olmak varken fuzulî bilgilerle, Peygamber Efendimizin (sav) Allah’a sığındığı “faydasız ilimlerle” hayatını mahveden, buna rağmen koltuğuna bakarak kendini bulunmaz Hint kumaşı sanan ve haddini bilmeyerek alim arkadaşlarına tepeden bakan bu adamlara mı? Hayatımızı top yekun mahveden İslamsız sistemlere mi? Uygulama alanı bulamadığımız için ne kadar da okusak unutup gittiğimiz mübarek İslamî ilimlere mi?

Müftüler de bazen bu tuzağa düşüyorlar. İdarecilik onları okumaktan uzaklaştırıyor maalesef. Okumaktan uzaklaşmanın bir acı yansıması daha var kişiler üzerinde, takvalı bir hayat, duyarlı bir gönül, ihsan kıvamında bir “yaşama”dan uzak kalma felaketi. Okuyan adam, her an Allah Teâlâ ile baş başa olduğunu hatırlar. Bu bir “zikr-i daim”dir. Unuttuğunu hatırlar, hatırladığını hayata geçirir, yaşadığını da murakabe eder, gözden geçirir. Sürekli bir vaiz vardır okuyanın yanında, etkili sözleri ciğerine işler.

Ama okumayan adam dünyevîleşir, kalbi katılaşır, duyarlılığını kaybeder, davranışları sıradanlaşır, basitleşir. Artık onun sohbetleri de sıradanlaşır. O da piyasa insanları gibi konuşur, yemeden, içmeden, eğlenmeden, evden, arabadan, maaştan, kızdan karıdan, politikadan, makam ve mansıptan bahsetmeye başlar. Konuştuğunda, derdi davası İslam olması gereken bir müftü, bir vaiz, bir hoca mıdır, yoksa “sarı çizmeli Mehmet ağa” mıdır, belli olmaz. “Hoca Efendidir, dinleyelim de istifade edelim” diyen ama umduğunu bulamadığından içi yanan yanındaki sıradan birinden daha fukaradır kalbi. İflas budur işte…

*  *  *

Ahmet Hocam, çocukluk yıllarında yazdığım gibi, hayatı hep dindar bir muhitte geçmiş, din ağırlıklı bir eğitim almıştır. Öğrenciliğinde de ders dışı kitaplar okurdu. Hatta okulun dışında özel okumaları ve dersleri vardı.

Kayseri Yüksek İslam Enstitüsünde Hulusi Kılıç ve Ahmet Coşkun Hocalarımızla “hangi eserlerin hangi sırayla okunması faydalı olur” diye istişare ederlerdi. Dışarıdan da İbrahim Eken Hoca Efendi ile Arapça bir şeyler okurlardı. O yıllarda tanıdığımız bazı yazarları ve kitapları birbirimize anlatırdık. Kitap ve kültür üstüne, siyaset ve devlet üstüne uzun sohbetlerimiz olurdu gurbet günlerinde. Biz Enstitüde “Kitap Kulübü” açmıştık. Ucuz kitaplar getirtir, haftada bir sattığımız kitaplardan birisini seminer konusu yapardık. En faal üyelerimizden biriydi Ahmet Hocam.

Görev yaptığı yerlerde hep sevilmiştir. Bunda huyu kadar hiç şüphesiz ilminin de etkisi vardır. Avusturalya’da hizmetlerini anlatırdı mektuplarında. Ben de ona gazete gibi büyük kağıtlarla mektuplar yazardım o askerken ve Avusturalya’da iken. Bu mektuplar olay olurmuş arkadaşları arasında. Bu kadar yazacak meselemiz, düşüncemiz, derdimiz, davamız ve sabrımız varmış demek ki o yıllarda...

Evet, onun mektuplarını ve hizmetlerini okuyunca, orada yaşadıklarını ve hizmetlerini yazmasını istemiştim kendisinden. Bu kitap, dış ülkelerde hizmet edecekler için çok büyük bir “yardımcı el kitabı” olabilirdi. “Kangurular Ülkesinden” bir hatıra olarak da ilgiyle okunabilirdi. Yazı hayatına böyle bir vesile ile adım atabilirdi. Ama maalesef bunu yapmadı. Öyle zannediyorum.

Yazı konusunda benim ve birçok arkadaşım gibi o da tembellik etti ve hala da ediyor maalesef. Biz bunun önemini kavradık, yazılanları yazarlarına minnet ve şükranla okuduk, ama kolumuzdaki zinciri kırıp da bir türlü kendimiz yazmadık, yazamadık ne yazık ki.

Oysa Ahmet Hocamın üslubu iyidir. Yazarsa yazar yani. Sohbet havasında bazı denemelerini okudum. Son zamanlarda “Bir Tebessüm” dergisinde yazılarını okuyorum. Ankara’ya gittiğinde bu yönünü geliştirir, daha doğrusu zaman ayırır da yazar inşallah. Sonra tavsiye ederim, emeklilik günlerinde bu yazı işi kendisi için çok tatlı bir hayata vesile olacaktır. Her halükarda yazmalı hocam. Bu işe hayat hikayesiyle başlayabilir.

*  *  *

Yahu “okuma”dan “yazma”ya geçtik birden nasıl olduysa. Ülkemiz yazarlarına döndük yani. Bilmem ne derece gerçek, bu ülkenin yazarları, genellikle okumazlarmış. Okumadan yazmak da bir kabiliyet işi değil mi?

Aslı var mı bilmem, ama birilerinden duymuştum, Rahmetli Üstat Necip Fazıl, yarım sayfa yazı okur, ondan sayfalarca yazı üretirmiş.

Neyse biz “okuma”ya gelelim şimdi. Sözüm, beraber okuduğumuz yıllar için olsun, onun hangi dersleri okuduğunu, hangi hocalardan özel olarak neleri ders aldığını, hangi kitapları beraberce okuduklarını iyi bilirim. Kütüphanesinde hangi eserler var, şimdi de bilirim. Kitap sevgisini de bilirim. Hatta Avusturalya’dan yazdığı mektuplarında bana, “kendim için sevdiğim ve aldığım kitaplardan bir nüsha da kendisi için almamı, bu konuda para sıkıntısı çekmememi” yazmıştı. Ben de ona şöyle yazmıştım: “Nasıl olsa kitaplar burada kalacak, şimdi okuyamayacaksın. Öyleyse hemen almayalım. Kitapların baskısı sürekli güzelleşiyor. Üstelik üzerinde bilimsel çalışmalar yapılarak, yani ayet ve hadisler tahric edilerek, garip kelimeler açıklanarak, alıntıların kaynakları ve nüsha farklılıkları gösterilerek basılıyor. Bekleyelim, siz gelince alalım, hakkınızda daha iyi olur.”

Ama geldikten sonra ne oldu bilemem, arzu ettiği kitapları alamadı. Kütüphanesi, sıradan bir hoca kitaplığı olarak kaldı maalesef. Bunun sebebini konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Belki de ev yaptırma telaşı ve masrafı, gurbet ellerde yaşama mecburiyetinden taşıma zorluğu vs. etken olmuştur. İnşallah idarecilikten kaynaklanan bir okuma ihmalliği değildir altında yatan sebep. Bundan korkmuyor da değilim doğrusu…

*  *  *

Bir ara akademik hayat için İlahiyat Fakültesine başvurdu. Hatta Kayseri İlahiyat Fakültesine beraber gittik. Ben İngilizce sınavını geçemedim. O hem dili, hem de Arapçayı geçti. Sıra bilim dalı sınavına gelince, o akşam olmadık talimatlarla karşılaştı. O ortamı bilen sevenleri, ben de yanındayken, “Aman filanla konuşma, falanı ziyaret et, konuşmalarını şöyle yap, şu mevzulara girme vs. vs…” bir sürü nasihat ettiler. O da yapmaya çalıştı. Dediğine göre sözlü sınav iyi de geçmişti. Ama yine de almadılar.

Bu manzara beni o ortamdan soğuttu.

Düşündüm ki, hadi “takiyye” yaparak girdik.

Ya sonra?

İki senede bir sözleşme yapacaksın idareyle. Beğenmezlerse sözleşmeyi yenilemeyecekler. Ömür boyu takiyye mi olur? Böyle saçmalık mı olur?

Bir işçinin bile iş güvencesi var. Koca üniversitede öğretim üyeleri, bir ilkokul öğretmeni kadar bile özgür değildir. Özgürlüğüme çok önem veren bendeniz buna asla katlanamam. Çatlar ölürüm yahu. Şahsen ben o defteri kapattım o zaman ve oraya yönelik çalışmalarımı bitirdim. Zaten mezun olurken böyle bir planımız da yoktu. Sonradan olan teşebbüsümüzü de “asmadaki üzümler ekşi koruk” diyerek bitirdik. Sanırım Ahmet kardeşim de orada bitirdi.

Sevgili kardeşim Ahmet bey hocam va’z ve sohbetlerinde sakin ve serinkanlıdır. Kürsü hatibinden çok, ders veren bir öğretmen, bir odada tanıdıklara konuşan biri gibidir. Türkçeyi iyi kullanır ve mümkün mertebe Arapça ıstılahlar veya batı dillerinden gelen kelimeler yerine, Türkçede kullanılan kelimeleri seçer. Ayetlerin metnini okumadan mealini vermesinde de başarılıdır. Me’sür Duaları bile bazen Türkçe okur. Bu, bürokratlığından mı kaynaklanır, yani “devlet dili”ne dikkatten midir, yoksa Türkçe sevgisinden midir, zaman zaman kuşkuya kapılırım doğrusu.

Evet, bunları yazarken içim sızladı. Biz aynı kitabın aynı yerini açarak karşılıklı birbirimize okumayalı kaç yıl oldu acaba? İşte o şehrimizi bırakıp tekrar gurbete gidiyor. Döner mi, dönerse bizi bulur mu bilinmez. Allah Teâlâ ona da, bize de, bütün ümmete de hayırlı, uğurlu, bereketli, sağlıklı ve mutlu uzun ömürler ve en sonunda da güzel ölümler ihsan eylesin. Burada olmazsa Cennette okuruz inşallah.

“Cennette okuma var mı?”

Onu bana değil müftü Ahmet hocama sorun. “Yönlendirmiş” gibi olmayayım, ama “yok” derse çok kitapsever insanın canını sıkacaktır, haberi olsun.

*  *  *

Ahmet Çelik kardeşimin sosyal yanı güçlüdür. İçe kapanık biri değildir, cemiyet adamıdır. Zaten bir hocadan da bu beklenir değil mi?

Ya da şöyle söyleyelim; içe dönük yaşamak da güzeldir. Sürekli kendini kontrol etmeli insan, niyetlerini, sözlerini, işlerini gözetlemeli, sorgulamalı yani. Muhasebesini yaparak gözden geçirmeli, kalbî kıvamına bakmalı, aşkını, ihlasını, ihsanını yoklamalı, riya, süm’a, ülfet, hubb-i dünya ve cah gibi kanser başlangıçları varsa erken teşhis etmeli, manevî sağlığını da korumalı maddîsi kadar, Ama bütün bunları yaparken, maddî yanını, cemiyet tarafını, toplumsal görevlerini de ihmal etmemelidir. Birinci yan her mü’min için, ikinci yan ise her hoca için “olmazsa olmaz”lardandır. Başarı ve onunla gelen mutluluk, bilindiği gibi biraz da zıtların ahenkli birlikteliklerindendir.

İnsanlarla rahat ilişki kuran bir yapısı vardır Ahmet Çelik kardeşimin. Doğrusu maddî ve manevî yapısı da buna yardımcıdır. Yani yumuşak bir ses, yakışıklı bir yüz, uyumlu bir beden yapısı ile tatlı bir dil, güler bir yüz ve iyi bir giyim kuşam birleştiğinde, ortaya sevimli ve verimli bir insan çıkıyor. Bunun üstüne ilim ve ahlak tacını da koyduğunuzda, ortaya dinimiz ve mesleğimiz adına bir şeker topağı çıkmaz mı?

*  *  *

Ahmet Hocam kendisiyle barışık bir insandır. Öyle halledilmeyecek sorunları, bunalımları, çatışmaları yoktur içinde. Daha önce de bahsetmiştik, bir aile reisi olarak rahattır. İyi bir evlat, iyi bir eş, iyi bir baba, iyi bir akrabadır. Ekonomik bir sorunu da yoktur. Özellikle Avustralya’daki görevi esnasında yaptığı tasarrufları güzel değerlendirmiştir.

Bütün bunlar iyi bir insan olmanın da anahtarlarıdır herhalde. Dostlarına vefalıdır. Hayatın zorluğu, günlük telaşın dağdağası arasında zaman zaman biz de dostlarımızı arayıp sormada ihmalkarlık ederiz, iade-i ziyaret sünnetinde gevşeklik yapabiliriz. Ama bir dostumuzu temelli arayıp sormazsak, unutmuşsak hatta, başına bir sıkıntı geldiğinde yanında olmazsak, işte bu ilişkilerde bir eksikliktir, bir vefasızlıktır. Bildiğim kadarıyla Ahmet Hocamda bu kadarı olmaz. Ondan eksiği de görev icabıdır diyebiliriz. Gerçekten meşgul bir insandır. Görev gereği değişik kesimlerden birçok insanla ilişki kurmak zorundadır. Hele bir de kendi şehrinde görev yapınca, fazladan gelen veya plan dışında kalan birçok hizmetlere hayır demek daha bir zor oluyordur.

Mesela bize iki yıldır, belki de üç yıldır balkonunda çiğ köfte yedirme sözü var, ama bir türlü gerçekleştiremedi hala. Daha evvel orada çok yedik benzerini, ama bu köfte bizim için “arz-ı mev’ud” gibi hakkımızdır. Hz. İsa’ya gökten inen “Maide”de “kızartılmış balık vardı” diyen müfessirler varsa da, benim gönlüme kalsa “çiğ köfte”yi tercih ederdim. Bu köfteyi çok bekleyen Halil İslamoğlu Hoca Efendi rahmetlik oldu. Allah benzer akıbetten muhafaza buyursun. Eğer yedirmeden Çankaya’ya giderse, muhalefetle beraber olur, indiririz onu Çankaya’dan, haberi olsun!

*  *  *

Ben hocamı iyi bir idarecidir diye bilirim. Gittiği yerlerde başarılı olması da bunu göstermez mi? Son yedi yılına biz de şahidiz. Personeline değer verdiğini, onları iyilikte taltif ettiğini, hoşa gitmeyen durumlarda kırmadan, incitmeden uyarmaya ve doğrusunu göstermeye çalıştığını zaman zaman bizzat gördük. Altları ve üstleriyle ilişkisinde dengeli ve sorunsuzdur sanırım. Yani ben bu alanda da çok rahat gördüm onu.

Bir müşahedem de şudur; olmayacak konuyu gündeme getirmez. Gelmişse, “ille de olsun” diye ısrar etmez. Hizmet için bile olsa, neticesiz işe girişmez. Sorarlarsa her makama doğru bildiğini ve faydalı gördüğünü söyler, ama kabul edilmezse sorun etmez, umursamaz. İnsanlarla rahat görüşür, konuşur. Bu noktada itikadî, fikrî, siyasî ayrılıkları ilişkilerine perde yapmaz. Sevdiğine ikram eder, iyilik yapar, ama bunu bağıra çağıra yapmaz. İdarî işlerde kurumlar arasında uyumludur, sorun çıkarmaz. Çıkmışsa, sühuletle çözmeye çalışır, olmazsa da zorlamaz. Ancak yumuşak görüntüsünün altında yerine göre balyoz gibi sert vuran bir ağırlığı da vardır.  O zaman Ziya Paşa’yı hatırlamak gerekir:

Allah’a sığın şahs-ı halîmin gazabından,

Zira yumuşak huylu atın çiftesi pektir.

Öteden beri politikayla fiilî olarak ilgilenmez, oy verdiği partiyi reklam etmez, ama Türkiye siyasetini de yakından takip eder. Fakat değerlendirmelerini çok yakın bir dost çevresinin dışına pek taşımaz. Bu da onun mesleğine saygısından kaynaklansa gerektir. O, herkesin hocası olmak ister. Hangi partiden olursa olsun, yanına gelen veya karşılaştığı politikacılarla rahat ve sıcak ilişkiler kurar. Bu konuda kırıcı, itici, dışlayıcı bir tavrı yoktur. Aslında bu kelimeler hayatında bütünüyle yoktur.

*  *  *

Ahmet Hocam gerçi bize en son çiğ köfte borcunu vermemiştir ama hakkını yemeyelim, misafirperverdir. Hem evine gelenleri, hem de dışardan kurumuna gelenleri güzel ağırlar, memnun eder. Davete de icabet eder. Bir araya geldiğimizde çok tatlı sohbetlerimiz olduğunu daha önce yazmıştım.

Yanına gelen fakir fukaraya hürmet eder, elinden gelirse iyilik eder, yol yordam gösterir. Köyde her yolunu kesenle konuşur, hal hatır sorar. Mütevazıdır. Karşılaştığında güler yüzle selam alıp verir. Kendisine hiç demedim ama kimden gördü de beğendi bilmem, tokalaşmadan sonra kafa toslamasından bîzârım.

İşinin de bir gereği olarak kılık kıyafetine önem verir, temizliğine dikkat eder. Hastalıklara karşı tedbirlidir. Bir gün soluk soluğa misafir olduğumuz eve girdiğini görünce, “hayırdır” der gibi gözüne baktım. Güldü ve: “Ben bazen merdivenleri koşarak çıkarım kalbimi yoklamak için” dedi. İyi vallahi.

Sevgili hocamın dini yaşantısını ve ahlakî özelliklerini yazmaya gerek duymuyorum. Zaten mesleği ve daha önce yazılanlar, kısmen bu konuda bir fikir verirler.

Bu kadarcıkla yetinerek yazımın sonunda değerli hocam ve kıymetli kardeşime yeni görevinde başarılar dilerim. Sürç-ü kalem ve kelam etti isek af ola. Başkaları katılır veya katılmaz, başkaları için bunlar doğru veya eğri olabilir, ama benim gözümdeki Ahmet çelik kardeşim işte böyledir.

Biz de selefimiz gibi bu dünyadan gidiciyiz, amma bu kubbede sesimiz baki kalsın isteriz. Bu yazdıklarımız aramızdaki muhabbetin tarihe teslim edilmiş bir vesikasıdır. Maraş semalarında inşallah baki kalır.

Hem bu muhabbet madem Allah içindir, öyleyse O Allah Teâlâ’dan dünyamız ve ahretimiz için bu sevgiyi vesile ederek çok şeyler isteyebilir ve bekleyebiliriz. “Ben kulumun zannı üzereyim” diyerek bizleri sevindiren Yüce Rabbimize sonsuz hamd-ü senalar olsun.

 

[1] Bu yazı yazılırken sağ olan bu adı geçen büyüklerimizin hepsi de şimdi hakkın rahmetine kavuştu.

0 videos are created