TARİKATLAR

Kelime olarak tarikat, yol, usul, meslek demektir. Tasavvufun pratik hayatta bir mürşit gözetiminde uygulanmasına tarikat diyoruz. Bir başka ifadeyle tarikat, tasavvufun belli kaide ve usuller çerçevesinde teşkilatlanmış hâlidir. Maksadına göre tarif edersek tarikat, Allah’a manen yaklaşma yoludur.

 

Tasavvuf ehli tarikatların başlangıcını Asr-ı saâdet’e kadar götürmektedir. Hz. Peygamber’in başta Hulefâ-yi Râşidîn olmak üzere sahâbîlere değişik usullerle zikir telkininde bulunduğuna inanılır. Daha sonra bu usullerin devam ettirilmesiyle tarikatlar meydana gelmiştir. Dolayısıyla bütün tarikatların başı durumunda olan Resûl-i Ekrem’in ortaya koyduğu ilâhî yol tarîkat-ı Muhammediyye diye dlandırılmıştır.

 

İlk dört halifeye nisbetle Bekriyye (Sıddîkıyye), Ömeriyye (Fârûkıyye), Osmâniyye ve Aleviyye adı verilen tarikatlardan Bekriyye ile Aleviyye’nin silsilesi devam ederek birçok koluyla birlikte günümüze kadar gelmiştir. Bu iki silsilenin (Bekrî ve Alevî) yanı sıra diğer silsilelerin de belli bir müddet sürdürüldüğü bilinmektedir. 

 

Tarikat, bir şahsın seyr-u sülûk dediğimiz belli usulleri içeren manevî bir seferle malum makamları aşarak Allah’a yaklaşması ve onun rızasını kazanması yoludur. Tarikat evrad, ezkar, irfan, aşk ve cezbe ile geçilen manevî yollar olarak bireysel olduğu kadar, bir mürşit gözetiminde ve bir tekke veya zaviye çevresinde yaşanan ve manevî, ahlakî olduğu kadar da toplumsaldır. Hatta eğitim, irşat, tebliğ, cihat, sanat, iktisat, ticaret ve benzeri sosyal esasları da içermesi göz önüne alındığında toplumsal bir yol oluşu belki de daha ağır basar.

 

Allah (c.c): “Bizim uğrumuzda çabalayanları elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.”  buyuruyor. Allah’a giden yol demek ki bir değil, birçoktur. Bu yüzden büyükler: “Allah’a giden yollar, yaratıkların nefesleri sayısıncadır.” demişlerdir.

 

Önceleri kişisel bir yaşam biçimi olarak görülen tasavvuf, giderek ilim, ahlak ve manevîyatı malum veya meşhur olan insanların etrafında sohbet halkalarının genişlemesiyle cemaatleşmiştir. Cemaatler, sohbetini dinleyerek sevdikleri, saydıkları insanların emir, tavsiye ve irşad tarzlarını kurallaştırmışlar, farkında olmadan tarikatların doğmasına zemin hazırlamışlardır. Aynen itikadî ve fıkhî mezheplerin imamları nasıl ki insanlara: “Biz bir mezhep kuruyoruz; düşün peşimize” demedikleri hâlde onlar adına mezhepler kuruldu ise, sevilen ve bağlanılan Allah dostları etrafında da, belki de onlar farkında olmadan tarikatlar kurulmuştur.

 

Tarikatı “sâliki hakikate götüren yol” şeklinde tanımlayan sûfîler, dinin zâhirî ve şeklî kısmı olan şeriatın kurallarına uyulmadan asla tarikat ile hakikate ulaşılamayacağını vurgulamıştır. Bunu ifade etmek için değişik misaller getirmişlerdir. Meselâ: 

 

şeriatı gemiye, tarikatı denize; hakikati inciye; 

 

şeriatı cevizin dış kabuğuna, tarikatı iç kabuğuna, hakikati meyvesine; 

 

şeriatı çembere, tarikatı çemberden merkeze giden yarıçaplara, hakikati merkeze;

 

şeriatı meşaleye, tarikatı bu meşale ile yol almaya, hakikati maksada ulaşmaya;

 

şeriatı bakırı altın yapmaya yarayan simya ilmine, tarikatı bu ilmin kullanılmasına, hakikati altının elde edilmesine benzetmişlerdir.

 

Bu yolun büyükleri tarikatı şeriatsız, mârifeti ibadetsiz gerçekleştirmeye çalışmayı dinin sınırları dışında bir davranış olarak değerlendirmektedirler. Şeriatın tahakkuku açısından tarikatın yardımcı ve tamamlayıcı bir unsur teşkil ettiğini belirtmektedirler.

 

Bir tarikata girmek isteyen kimsenin (tâlip, muhip) mutlaka o tarikatın şeyhine intisap (biat) etmesi gerekir. Tarikata girmeye son dönemlerde “ahz-ı tarîkat”, bir şeyhe bağlanmaya “ahz-ı yed” (el alma) denilmiştir. Biat tâlibin mânevî bağlılığını ve teslimiyetini simgeler ve bu yolla şeyhin feyzinden faydalanması beklenir. Aynı zamanda şeyhe ve onun vereceği emirlere tam anlamıyla bağlı kalacağına dair söz vermeyi (ahid) ifade eden biat sırasında müride hırka ile serpuş giydirilir. Ardından mürid intisap ettiği tarikatın âdâb, erkân ve usullerini şeyhinin rehberliğinde gerçekleştirir. Şeyhi hiç görmeden onun ruhaniyeti vasıtasıyla eğitilmek de mümkündür. Buna, Veysel Karanî’nin Hz. Peygamber’i görmediği halde mânen eğitilmesi ve kendisine peygamber tarafından hırka bırakılmasından dolayı Üveysî tarik / Üveysîlik adı verilmektedir.

 

Tarikat şeyhi kendisine biat eden müridlerin mânevî babası veya mânevî annesi kabul edildiği için müridleri de birbirinin mânevî kardeşi sayılır. Tarikatta eğitim sürecini (seyrü sülûk) tamamlayanlara hilâfet hırkası, irşad hırkası, icâzet hırkası gibi adlarla anılan hırka giydirilir. Bu hırkayı giyen kimse bir şeyh sıfatıyla başkalarını tarikata kabul etmeye ve onları irşada yetkili sayılır. Bir tarikattan icâzet alan kimsenin başka tarikatlardan da hırka giymesi ve icâzet alması mümkündür.

Tarikatların kısa sürede İslâm toplumunda yayılmasının birçok sebepleri vardır. Bunların bir kısmını, “İslâm’ı beraber yaşamanın kolaylığı, görerek eğitimin etkisi, şeyh’in manevî himmeti, hâllerin yansıması, ortamın temizliği, içtimaî hayata ve İslâm’ın yayılmasına hizmetlerinin takdiri, insana yaklaşımlarındaki uslüb güzelliği, sanat ve estetik değerlere verilen önem vs.” diye sayabiliriz.

 

Tarikatlar, müslüman halkın dinî inanç ve duygularını canlı tutmanın yanı sıra gayri müslimlerin ihtidâsına vesile olmak, işgalci ve sömürgecilere karşı İslâm ülkelerinde direniş cepheleri teşkil etmek, ihtiyaç durumunda İslâm ordularıyla birlikte seferlere katılmak, fethedilen bölgelere yerleşip İslâmiyet’i yaymak gibi fonksiyonlar icra etmiştir. Meselâ Türkler’in İslâmiyet’i kabul etmesinde tarikat ehlinin irşad faaliyetlerinin büyük rol oynadığı bilinmektedir. Orta Asya’da, Hindistan ve bazı Uzakdoğu ülkelerinde, Afrika’da İslâmiyet’in yayılması, İran’da binlerce Mecûsî’nin İslâmiyet’i seçmesi, Anadolu ve Balkanlar’da gayri müslim ahalinin ihtidası büyük çapta tarikatlar vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Tarikatların bu başarısı insanların gönül dünyasına hitap etmesinden kaynaklanmaktadır.

 

Ancak bu husus tarikat ve tasavvuf hayatında aynı zamanda istismara ve yozlaşmaya da sebebiyet vermiştir. Nitekim tarihte ve günümüzde bunun örneklerine rastlanmaktadır. Bundan dolayı tarikat mensubu dervişlerin gönül dünyasında hangi mertebeye yükselirse yükselsin şeriat kurallarına riayet etmesi şart koşulmuş, dinin zâhir kurallarına riayet edilmemesi tarikat hayatında açık bir sapma olarak değerlendirilmiştir. 

 

Tarikatlar, kuruluşlarından itibaren yalnız dinî, tasavvufi bir örgütlenme halinde kalmayarak siyasî, ictimaî, iktisadî, ticarî,  eğitim, kültür, sanat, musiki, davet, tebliğ, cihat ve askerî birer kurum gibi önemli görevler yaptılar. Ancak 20. yüzyıla doğru her bakımdan gerileyen İslam dünyası bu alanda da geriledi ve eski saflıklığını kaybet. Bu yüzden son dönemlerde şiddetli eleştirilere hedef oldu. Bu eleştiriler yalnız dışarıdan değil, tarikatların kendi içinden de geliyordu. 

 

Geçmişte tekkelerin belli kanunlar çerçevesinde ve göz önünde faaliyet göstermesi sebebiyle dinî ve ahlâkî açıdan istismar ve yozlaşma büyük ölçüde önlenmiştir. 

 

XIX. yüzyılda bazı tekke şeyhlerinin şikâyetleri üzerine sapkın inanışlara sahip tarikat mensuplarının durumlarının devlete bildirilmesi ve bu tür inanışlara sahip kimselere tekke açtırılmaması için Osmanlı devleti harekete geçmiştir. Bu konuda iyileştirme çalışmaları için bazı şeyhleri görevlendirilmiştir. Neticede tekkelerin denetim altına alınması için 1866 yılında şeyhülislâmlığa bağlı “Meclis-i Meşâyih” kurulmuştur. Bundan sonra bazı güzel çalışmalar olmuş ise de gerek kurum, gerekse mutasavvıflar ve da istenilen sonuca ulaşmada zaman bulamadı. Çünkü Osmanlı devleti yıkıldı. 

 

Yeni kurulan Cumhuriyet bütün kurum ve kimliği ile İslam’ı yok ederek yerine Batılılaşmayı esas alan bir sistem kurdu. Batıcı, pozitivist ve materyalist yöneticiler, laikliği “din ve vicdan özgürlüğü” olarak tanıttılar ama “din düşmanlığı” şeklinde kullandılar. Çok geçmeden Cumhuriyet tarikatların faaliyetlerini yasakladı. TBMM tarafından 30.11.1351 (1925) tarihinde kabul edilip 13.12.1351 (1925) tarih ve 243 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı "Tekke ve zaviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıkla birtakım unvanların men ve ilgasına dair kanun" ile tarikatlara son verildi.

 

Ne var ki bu kapatma halkın manevî eğitim ve terbiye ihtiyacını görmezlikten geldiğinden çok da işe yaramadı. Tarikatlar varlığını gizlice sürdürmeye devam ettiler. Günümüzde de faaliyetlerine yaygın biçimde devam etmektedirler. Yalnız bu gizlilikten dolayı gerçek ehliyetli insanların yürüttüğü tarikatlar bir nevi yer altına çekildiklerinden dolayı daha çok istismarcılar gün yüzünde faaliyet göstererek bu yasaktan faydalandılar. 

 

Yakın zamanımızdaki insan hakları ve hürriyetleri çalışmalarından din ve vicdan özgürlüğü de nispeten nasibini aldı. Böylece tarikatlar daha serbest hareket etmeye başladılar. İnşallah bu kanun yürürlükten kaldırılır da ülkemiz ve insanlarımız büyük bir ayıptan ve zulümden kurtulur.