HAYDAR ERŞAHİN BEY

Ey sevgili dostum Haydar Bey! Beni ne kadar sevdiğini bilirdim. Benim de seni ne kadar sevdiğimi sen bilirdin. Ama sünnete uyarak bir kere olsun birbirimize “seni seviyorum” demedik. Tabi ki iyi etmedik. Şimdi ben hatamı telafi ediyorum ve diyorum ki, “Sevgili dostum Haydar Bey, ben seni çok seviyorum. Seni hiç unutmayacak ve hep dua edeceğim. İnanıyorum ki yakında tekrar buluşacak ve muhabbetimize kaldığımız yerden devam edeceğiz.”

28 Mart 2008 Cuma günü idi. Akşam ezanı okunmuştu ama ben üzerinde çalıştığım “Derdimiz İslam” kitabımın bir yerinde fikirlerimi yazmakla meşguldüm. Hemen kalkarsam aklıma gelen bu fikirler uçar diye namaza kalkmadım. Bir kazığa bağlamam gerekiyordu düşüncelerimi bir deve gibi kaçmasın diye ve sonra tevekkül etmeli idim.

Evde yalnızdım. Dış kapıdan bir anahtar sesi geldi. Ses benim odanın kapısında belirirince baktım ki hanım. Torunum Emre hastanede yatıyordu ve hanım da refakatçi idi yanında.

- Selamün aleyküm.

- Aleyküm selam. Hoş geldin.

- Sağ olasın.

Gitmedi başımdan. Oysa onunla ilgilenecek zamanım yoktu. Bunu söyler gibi bir baktım ona. Yüzünde tuhaf bir durgunluk vardı.

- Haydar Beyden haberin var mı?

Karnımın üstünden bir Hartlap usturası geçti gibi oldu. Karın kaslarım gerildi, sertleşti ve ağrımaya başladı. Neden ilk tepkiyi karnım vermişti?

Aklıma geleni kovdum kafamdan ve heyecanla sordum:

- Ne olmuş Haydar Beye?

- Siz sağ olun, ölmüş…

- İnna lillah ve inna ileyhi raciun…

Bundan sonrası “kimden duydun” gibi rutin ve hiçbir işe yaramayan sözlerdi…

Kollarım yana düşmüş ve yazamaz olmuştum. Sadece maziyi düşünüyordum. Ve son görüşmelerimizi…

Daha dün akşam sevgili Ali Abken kardeşimizle konuşmuştuk telefonda onun hakkında. “Durumu ciddiyetini koruyor” demişti. “Ama iyiye gidiş de var” demişti. “Böbrekler sorun olurdu” vs. vs…

Kalktım, akşam namazımı kıldım. Yatsıdan sonra evimizin altındaki “Elif Mescidi”nde tefsir dersleri vardı. Bu halimle nasıl ders yapabilirdim ki? Elim kitaplara gitmedi. Kolum kanadım kırıktı sanki. Ezilmiş gibiydim.

Yatsıyı da ben kıldırmak zorunda kaldım. Sesim bir başkalaşmıştı ve ben kendimi zor tutuyordum. Kürsüye oturdum ve dedim ki:

- Sevgili dostlar, bu gün konuşacak halim yok. Bir yiğit dostu kaybettik. Çoğunuzun tanıdığı değerli insan, sanayi müdürlüğünde makine mühendisi ve komşumuz Yaşar Akçakoyun Beyin de dünürü olan Haydar Erşahin Bey… Cenaze yolda. İstanbul’dan geliyor. Hangi camiden ne zaman kalkar henüz bilemiyoruz. Ama buraya kadar ders için özel gelenler var. Onları büsbütün mahrum etmeyelim diye Kamer suresinden kaldığımız yerlerin sadece mealini okuyup geçelim. Bununla yetinelim ve kusura bakmayalım.

Titreyen sesimizle okuduk ayetlerin mealini. Üstümüze başımıza hüzün yağıyordu. Rahmet ve hüzün nasıl da iç içe girmişti böyle? Ve biz kaç mecliste onunla güzel sohbetler yapmış, tefsir okumuş, yorumlar yapmış ve neşeyle dağılmıştık evlerimize. Şimdi bütün bunlar bir film gibi yaşanıyordu yeniden zihnimizde…

Ben evime doğru giderken, demek o da bir ambülâns içinde bize doğru geliyordu. Acaba yarın nasıl karşılaşacaktık?

*  *  *

Haydar Bey kardeşimi ilk tanımam sanırım 1980 yılındaydı. Andırın Lisesi, daha sonra orta okulunda din dersi öğretmenliğinden Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesi’ne meslek dersleri öğretmeni olarak tayinim çıkmıştı.

Çocukluğumda okuduğum bir yılı saymazsak, bu benim Kahramanmaraş’ta ilk uzun kalışım oluyordu. Bazı akraba ve baba dostlarını saymazsak, bu şehirde çok tanıdıklarım yoktu o zamanlar. Yavaş yavaş yeni dostlar ediniyordum. İlk dostlarım arasında “Şekerci Arif Efendi” diye bilinen “Arif Şekerleme”den muhterem Arif Aktolun abimiz vardı. Onun da vesilesi soy ismi idi. Yani kayınbabam ile amca oğulları idiler.

Sonra Saçmalı İsmail abiyi, Bakkal Mehmet abiyi, Kadir Çavuş Hocamı, Tenekeci İsmail Efendiyi tanıdım ve çok sevdim. Sağlıkçı İsmail abi ile Kırederci Mehmet efendi baba dostlarım olan iki muhterem insandı. Derken Ali Parlak Hocamı, Adil beyi, Mustafa Kiraz kardeşi, Safa Diş ve kardeşlerini, Vakkas hocayı tanıdım. Maraş’a gelirken Ahmet Sürücü’nün adını almıştım, onu tanıdım. Derken suya atılan taşın çıkardığı halkalar gibi dostlar çoğaldı gitti.  

İlk defa nerede ve nasıl oldu bilmiyorum ama, bunlarla düşüp kalkarken Haydar Beyi tanıdım. Aramızda inanılmaz bir hızla çok güzel bir dostluk gerçekleşiyordu. Tamamen Allah Teâlâ rızasına dayalı, ivazsız garazsız bir dostluk. Haftanın birkaç gününde bir oluyorduk. Gündüzleri daha çok Arif âbinin dükkanında, geceleri de evlerimizde doyumsuz sohbetler oluyordu.

Onu niye bu kadar sevmiştim?

Bunun maddî ve manevî bir çok sebebi vardı.

Maddî sebeplerin başında belki de aynı mahalleden sayılmamız gelirdi. Ben de çocukluğumda Nahırönü’nde kalmış ve bir sene Dumlupınar ilkokulunda okumuştum. O da aynı mahalleliydi. O ilk tanıştığımız yıllarda benim evim de sokak başındaydı ve birbirimize yakın sayılırdık. Yaşlarımız da aynı sayılırdı. Eşlerimiz de birbirlerini çok sever ve sayarlar, iyi geçinirlerdi. Örf, adet ve çocuklardan yana uyum içindeydik.

Manevî sebeplere gelince, bir kere tahsilimiz ve kültür yapımız, okuduğumuz kitaplar, sevdiğimiz yazarlar, davamız, maddî ve manevî iklîmimiz, hizmet ve sorumluluk anlayışımız sanki aynı idi. aynı şeyler bizi sevindirir veya üzerdi. Aynı cemaatten idik. Birbirimizin rengine boyanmıştık adeta. Aynı duygular dalgalanırdı göğsümüzde.

*  *  *

Haydar Beyin çocukluğunu bilmem. O liseye gitmiş. Sonra İstanbul’da mühendislik okumuş. Maraşlı bir hanımla evlenmiş. Nasıl tanışmışlar, nasıl evlenmişler, ne bunlardan, ne de çocukluk yıllarından hiç bahsetmezdi o. Geçmişi hakkında bildiğimiz sanki bunlardan ibarettir.

Ben de sormak ihtiyacı duymamıştım hiç. Hem huyum değil, hem de dolu dolu geçen bereketli sohbetlerimiz, gerek bırakmazdı bu tür ayrıntıları öğrenmeye. Geçenler geçmişti ve bizler işte şimdi yaşıyorduk hayatı. Memnunduk, mutluyduk, konuşacak dünya kadar meselemiz vardı. Ne gerek vardı eskileri deşmeye...

Haydar Bey’in babasını tanımadım. Annesi uzun yıllar yanında kaldı. Kendisi ve hanımı az bakmadılar o yaşlı ve hasta kadına. Oradan çok büyük sevaplar almışlardır inşallah. Annesi her yaşlı ve hasta gibi ilgi ister, o da bildiğim kadarıyla eksik etmezdi.

Bir gün şöyle anlatmıştı. “Annem durmadan ilaç kullanır.

- Yapma anne, bu zararlı bir şey derim,

- Sen karışma, ben bunlardan şifa buluyorum, der, beni dinlemez.

Bir gün Arif ağabeyin dükkanından bonibon şekeri aldım. Kutusu da ilaç kutusu gibi. Anneme,

- Bak anne, sana çok faydalı yeni bir hap aldım. Bunu her gün yutarsan hiçbir şeyin kalmazmış. Tadı da fena değil.

- Ver bakim, dedi ve bir tane yuttu.

- Hakikaten güzelmiş, sağ ol oğlum.

Anam bu şekerleri aylarca yuttu ilaç diye. Hiç olmazsa yan tesirleri yoktu ilaç gibi.

Bir gün yine hastalık ve ilaçlardan konuşurken,

- Bu kadar yeter, artık ilaç kullanma, doktorlar da gereksiz diyor. Sağlığına zarar verir, dedim, inanmadı.

- Faydasını görüyorum, dedi.

Ben de maalesef duramadım ve:

- Yahu işi rast gelesice anne, aylardır hap diye yuttuğun ve iyi geliyor dediğin hap değil, bonibon şekeri idi. Hap yerine şeker yedin. Hiç de bir şeyin yok şükür. Öyleyse bırak şu hapları. Ben sana yine şeker alırım, deyiverdim.

Hay demez olaydım. Kızdı ve bir daha da bonibon yutmadı. Çenem durmadı ki. Nene gerek senin. Varsın hap diye şeker yesin…

Daha sonra abisi Mehmet Efendiyi tanıdım. Bir kardeşi Ankara’da yaşarmış, vefatında öğrendim. Sonra bazı akrabalarını tanıdım.

Eşi, muhtereme yengemiz Elif Hanım ilkokul öğretmeni imiş ve şartlar İslamî olmayınca, Allah için terk etmiş mesleğini. Hanımlara sohbet için gece gündüz fedâkârca koşuşturur dururdu o yıllarda. Bizimkiler onun okuduğu kitapları zevkle dinler ve sevgi ile, dualarını da katarak sitayişle bahsederlerdi kendisinden. Bildiğimiz kadarıyla aile hayatlarında çok mutlulardı.

 

Bir erkek, bir de kız, iki gül koncaları vardı. Aradan yıllar geçti, bizimkiler gibi o yavrular da büyüdüler, okudular, evlendiler, ev bark sahibi oldular ve çoluk çocuğa karıştılar.

Dün oğlu Alper’e baktım, babasıyla tanıştığım yaşa gelmişti. “Dostumun ciğerparesi” dedim ve duygulandım.

Yarın ben öldüğümde sanırım o da mezarımın başında “Babamın dostuydu” diyerek duygulanacaktır…

Hey gidi dünya hey!...

Ömür, güneşte kalmış kar gibi, sessiz ve derinden eriyip gidiyor. Gittiğinde de geriye, kimi zaman sevgiden, kimi zaman hüzünden, kimi zaman pişmanlıktan, kimi zaman ayrılıktan ötürü içine ya da dışına akıttığı, tez kuruyacak birkaç damla göz yaşından başka bir şey bırakmıyor. Sonrası hayal, ya da sanal. Bir varmış, bir yokmuş…

Bizi tanıyanlar da aynı akıbete maruz kaldıklarında, artık o bile kalmıyor geride. O zaman “bir varmış” da gidiyor ve sürekli “yokmuş” kalıyor insan.

İnsan bizim yaşlara geldi mi, önünde de arkasında da bir sürü dost olunca, öteye mi gitse, beride mi kalsa, bazen şaşırıp kalıyor. Bereket istikamet mecbûrî de, şaşkınlık uzun sürmüyor.

*   *   *

Haydar Erşahin Beyi çok sevmemin sebeplerini sıralarken “kültür yapımız, okuduğumuz kitaplar, sevdiğimiz yazarlar, davamız, maddî ve manevî iklîmimiz, hizmet ve sorumluluk anlayışımız sanki aynı idi”  demiştim. Bunu biraz açmak isterim.

Kahramanmaraş’a geldiğimde küçük çaplı bir kütüphanem olmuştu. Kitapları seviyordum. Bana lazım olanları da satın alıyordum. Maaşımın bir hayli kısmı kitaba gidiyordu her ay.

Bunun sebebi, aradığımız kitapların kütüphanelerde bulunmaması idi. biz daha çok İslamî kitaplar alıyor ve okuyorduk. Bunu Devletten beklemiyorduk ki kütüphanesinde bu tür eserler bulunsun. Zaten Kahramanmaraş’ta bir tane kütüphane vardı o zamanlar.

İş başa düşüyordu ve biz kendimize şu an gerek olan veya ileride muhakkak ihtiyaç olacak olan her eseri kendimiz almak zorunda kalıyorduk. Bu yüzden dar bütçemizi zorluyor, her kitap hastasının yaşadıkları sıkıntıları biz de çekiyorduk.

Bu sıkıntıların en başında, her aybaşına borçlu çıkmak vardı. Ödemek bir şey eğildi ama, borç istemek çok zordu. Bu zorluğu eskiler de yaşamışlar ki, “Talepte zillet vardır” sözünü ahlakî bir kural haline getirmişler. Tabiî ki doğru söylemişler. O günlerde, şimdiki gibi borç istemeyi bitiren kredi kartları da yoktu tabi.

Haliyle bu manevî mikroptan da ister istemez başta “hanım dırdırı” olmak üzere bir sürü maddî manevî hastalıklar doğuyordu. Bunlardan en çekilmezi hangisiydi acaba?

Birçok arkadaştan çok ilginç yöntemler duydum bu ikinci dertten kurtulmak için. Birçok yazardan da ilginç hikâyeler okudum. Bunların bir kısmını başka yazılarımda yazdım. Hepsini derli toplu olarak “Kitap Sevgisi Okuma Aşkı” kitabımda vereceğim inşallah.

Benim kararlı tutumum tez şifa buldurdu bana hastalıktan. Yalnız bu değil tabi. Bizimkinin büyüklüğü de var. Baktılar ki gerek şimdiyi ilgilendiren “ev ekonomisi” derslerinin, gerekse istikbali iyileştirecek “iktisat” derslerinin bir faydası olmuyor, “büyüklük bizde kalsın” diyerek, bir ömür sürdürenlerin aksine, sağ olsunlar erken bıraktılar.

Haydar Bey’in bu türden bir hastalığa yakalandığını sanmıyorum. Çünkü onun evinde bir öğretmen vardı. Umarım bazı evinde öğretmen olanların yarasını deşmemişimdir.

Çünkü bizim memleketin en müzmin dertlerinden birisi de, hangi tür bilim dalı olursa olsun, fakülteden mezun olanların, bundan sonraki hayatlarında kitaplara küsmeleridir. Talebeyken, zor geçtiği bazı kitapları yakan öğrencileri gördüm ama bir ömür onlara küsüleceğini o zamanlar söyleseler inanmazdım.

Oysa yıllarca yaşadığım acı gerçeklerden biri de, bütün işi okuma, yazma, kalem, defter, kitap olan öğretmenlerin bile maalesef kitaplara küserek onlarla arayı açtıkları, ya da soğuttukları ve okumadıklarıdır. Devlet de onlara kitap alacak, dallarında bilimsel yayınları takip edecek parayı ayıp ederek hiçbir zaman vermemiştir.

Onlara vermediği bir yana, okullarındaki kütüphanelerine bile kitap alacak özel bir para göndermemiştir. Oralardaki kitaplar, ya devletin beleş gönderdiği devlet yayınlarıdır veya daha fazla varsa, birkaç fedakâr insanın özel gayretleridir. Fakat bunlar özellikle de öğretmenler için bir mazeret olmamalıdır. Herkes biliyor ve itiraf ediyor ki öğretmenlik, bir feragat ve fedakârlık mesleğidir.

Neyse, bu hamur çok su götürür, biz sadede gelelim; esas diyeceğim Haydar Bey’in güzel bir kitaplığı vardı ve okurdu. İşte bizi birbirimize yakın kılan ve sevdiren etkenlerden biri de buydu.

Huyumuzdur, bir evde kitap gördük mü ev sahibinden izin alarak onlara bakarız. Bizde olmayanlar varsa elimize alır, yazarına, içindekilere, kaynaklarına, vakit varsa önsözüne sonsözüne şöyle bir bakarız. Bu bize kitap hakkında bir kanaat verir. Hatta bazen sevdiğimiz bir eser olursa, bilmemize rağmen, yeniden elimize alır, okşar severiz.

İlk tanıştığımızda, daha doğrusu evine ilk misafir olduğumuzda, karşımızda bize göre az olsa da bir mühendise göre yeterli sayılabilir bir kitaplık görünce çek sevindim. Haydar Bey’in Kütüphanesi meslekî kitaplardan ziyade dinî eserlerle doluydu. Kitaplarını inceledim ve çok beğendim. Çünkü rasgele alınmış kitaplar değildi. Bilinçli bir tercih vardı.

Günümüzde bir sıkıntı da buydu. İnsanlar bilinçli kitaplar alma yerine, ya kulaktan duyma, ya gazete, dergi, TV reklâmlarında görme veya seyyar satıcıların ayağına getirmesi yoluyla kitap alıyorlar.

Bu konuda eskiden cevval bir imam, sonraları aktif bir öğretmen, şimdilerde ise bir kitabevi dükkanı olan kadim dostlarımdan sevgili Ali Seyyithanoğlu abimizden şunları duyduğumda çok şaşırmıştım: “Hocam, şimdi yeni bir tür kitap alıcılarımız oluştu. Adam evine bir kütüphane yaptırıyor. Onun raflarının enine ve boyuna ölçüsünü alıyor. Ona tam uyacak renkli ve hoş görünümlü çok ciltli takım kitaplar alıp gidiyor. İçinde ne bilgi var bakmıyor bile. Önemli olan duvardaki güzel görünüm ve insana kazandırdığı hava. Yani kitap sadece seyirlik. Ev dekorasyonunda bir aksesuar.”

Keşke bilgili ve kültürlü olmak bu kadar kolay olsaydı! Başkalarına böyle bir cinsten hava atma ne kadar etkili olur acaba? Acaba kendilerine böyle hava atmaya kalkışanları kendileri tanırlar da, karşılarındakiler tanımazlar mı?

Bir zamanlar okuma yazması olmayan birisi çay bahçesinde bir gazete almış ve okur gibi yaparak hava atıyormuş. Her geçen de ona bakıyor ve gülüyormuş. O da beğenilmenin verdiği hazla kasıldıkça kasılıyormuş. Derken çocuğun biri gelmiş ve yüksek sesle:

- Amca, gazeteyi ters tutuyorsun, demiş.

- Nasıl tutulacak? Demiş adam.

- İşte şöyle, demiş çocuk.

Adam tam da pratik zekâlı bir Kayserilidir:

- Öyle herkes okur oğlum, marifet tersinden okumaktır!

Neyse, biz sadede gelelim ve diyelim ki, oysa kitap alma da bir bilgi ve kültür işidir. İnsanın en azından önce neye ihtiyaç duyduğunu tespit etmesi ve bu konuda ilk önce bir uzmanına danışması gerekir.

“Danışma, fikir alma” anlamında istişare her alanda berekettir, insanı yaşanması muhtemel pişmanlıklardan her zaman korur ve hem zaman, hem de para açısından birçok kara ve yarara yönlendirir. Bunların arkasında da büyük saadetler vardır kuşkusuz. Üstelik bizim medeniyetimizde bunlar beleştir. Oysa danışmanlık maddeci batı medeniyetinde paralı çalışan bir müessesedir.

Ben talebeliğimin ilk yıllarında böyle yapmasını bilmeden kendi başıma aldığım, şimdi ise belki zararı olur diye kimseye de veremediğim, çaresiz kütüphanemin görünmez bir yerine attığım bazı kitaplarımı gördükçe “bunları, hem de talebe harçlığımla, hangi kafayla almışım” diyerek bazen kendime gülüyor, bazen de acıyorum.

*  *  *

Haydar Bey aldığı kitapları okuyordu. Bunlar konuşmasına da yansıyordu. Bir ilahiyatçı gibi dini konularda konuşur ve İslam Düşüncesi hakkında fikirler ileri sürer, ilginç tahliller yapardı.

Düşüp kalktığı kimseler de okuyan ve okuduğunu konuşan, tartışan kişilerdi. Bu tür konuşmalar, bilindiği gibi istek uyandıran ve yeni okumaları doğuran bereketli sohbetlerdir.

Onun için Haydar Bey’i genellikle meslektaşlarından ziyade öğretmenlerle, özellikle de İmam Hatip Lisesi öğretmenleri ile düşer kalkar görürdük. O zamanın buluşma yerleri olan kitabevleri sohbet mekânlarımızdı. Kitapçı arkadaşlarımız da bu tür sohbetlerden memnun kalırdı. Çünkü bu sohbetlerle bir yandan yalnızlığını giderirken, bir yandan da sohbet konularına göre yeni kitaplar satardı. Biz bunu, geldiğimizdeki ilgiden, sandalyeleri dizişinden ve zaman zaman çay ısmarlamasından anlardık.

 O tür mekânlar da yavaş yavaş bitmeye başladı okumaların azaldığı gibi. Daha yoğun bir maddiyat kaygısına düşer olduk, daha bir ticarî bakıyoruz mekânlarımıza, daha az karşılaşır olduk bilgi ve kültür adamlarıyla.

Haydar Bey "Sanayi Müdürlüğünde" makine mühendisi olarak çalışırdı. Şimdi yerinde özel idarenin büyük iş hanı olan bir binada çalışırlardı önce. Oturduğu odadan binanın geniş bahçesi gözükürdü. Bahçeden şakır şukur sesler gelirdi. Bu sesler beni utandıran seslerdi. O tarafa acı acı baktığımda bana gülerdi Haydar Bey. Çünkü o bahçe bir devlet kurumuna ait lokaldi. Sıra sıra dizilmiş masaların etrafında heyecanla kurulmuş insanlar vardı. Akşama kadar coşkuyla işlerini yaparlardı.

Ne mi yaparlardı bu insanlar böylesi bir coşkuyla?

Ya kâğıtlarla, ya tavlayla, ya da domino taşlarıyla oyun oynarlardı.

Hangi kurumdan kimlerdi mi bunlar?

Millî Eğitimden öğretmenlerdi.

İyi mi?

Bekrî Mustafa yalpalayarak gidiyormuş bir gün. Mahallede cenazelerinin kaldırılması için imam bekleyenler, sarhoş Bekrî’nin kaç gündür ayıkıp da kesemediği sakalını görünce, rica etmişler “şu namazı kıldır” diye. Adam boşa tenbih etmemiş demek ki gelinine "Her gördüğün sakallıyı baban sanma" diye...

“Olmaz” dediyse de Bekrî Efendi, “Nazlanma hoca efendi” diye sürüklemişler musalla taşına sarhoşu safça ve arkasına durmuşlar saf bağlayarak. İşi bitirince Bekrî Mustafa, eğilmiş cenazenin kulağına ve bir şeyler demiş sessizce. Sonra da “kaldırın gitsin” demiş millete.

Millet bu, illetliği tutmuş yine ve demişler “Olmaz hoca. Önce de bakalım bir, sen ne söyledin ona?”

Bekrî, “Etmeyin ağalar” dediyse de bakmış ki olacak gibi değil, çaresiz söylemiş gerçeği onlara: “Dedim ki kulağına; ‘Ulan cenaze, şimdi sen kabre konunca, eşin dostun gelirler yanına, sual sorarlar sana dünyadan yana. Sen hiç uzatma. De ki onlara; ‘Bekrî Mustafa imam olmuş, cenazemi kıldırdı.’ Onlar anlar dünyanın ne b.. olduğunu.”

Kitap okumak, dayak yemek gibi zorlaştı günümüzde. Hele de televizyon çıktıktan sonra. Bir de şu bilgisayar ve internet var ya, tam bir aldatmaca.

Zavallı babalar, bilgisayar ne işe yarar bilmiyorlar. Adına bakarak bilgi var zannediyorlar. Çocuk istiyor, onlar da alıyorlar. Akşama kadar başından kalkmayınca da  “böyle giderse bizim çocuk erken allâme olacak” zannediyor, seviniyorlar. Bekle sen, çetleşmeden, çiftleşmeden sıra gelir mi bakalım allâmeliğe…

Her şeyin istismarı olur da kitabın, bilgisayarın, internetin olmaz mı? Sevgili Peygamberimiz öyle mihenk taşı bir söz söylemiş ki, hangi tarafa vursan, hakikat çıngısı çakar: “Ameller niyetlere göredir.”

 

Yani yapılan işler niyetlere, maksatlara, amaçlara göre değer kazanır. Aynı işi iki kişi yapar, ama arada dağlar kadar fark vardır. Ne diyelim, sonuçta insanlar dinden ve iyi niyetten kaçtıkları kadar azarlar.

Haydar bey ilginç bir insandı. Bu ilginçlik okumalarında da vardı. Klasik kitapların yanında, bakarsın devrimci kitaplar da okurdu. Bazen zıtlıkları hoşgörü ile birleştirir, bazen de ufak ayrılıklara parlardı. Aslında çelişki değildi bunlar. Dikkat edilirse, kendinden beklenmeyen insanların umulmadık yanlışlarına patlar, ama kendinden bilgi, eylem ve çevre açısından beklenen insanların hatalı davranışlarına müsamaha ile yaklaşırdı. Bu da bir ilke idi aslında.

Genellikle taviz vermez ve haksızlık karşısında aslan kesilir, bazen de “Batman çağıla karışmış. Eğri bilinmiyor, doğru bilinmiyor. Bu çağda bu insanlardan ne beklersin ki?” diyerek alabildiğine mazeret üretir ve gerçeği içine sindirerek yanlışı kabullenmese de, sessizce karşılardı.

“Hikmet” ve “basiret” en çok kullandığı kelimelerdi. Ona göre bunlar için “tefekkür” gerekirdi. Tefekkür için de önce bir ön bilgi, manevî bir çevre, zikirle yatışmış nurlu bir kalp, sessiz bir mekan, özellikle de gece uyanık olmak. Bunlar, sevgili dostumu ele veren koordinatlar gibidir.

*  *  *

Haydar Bey’in koordinatlarını saymıştık. Helal lokma kazanacağı bir iş, samimi ve dindar bir çevre, maneviyat dolu sohbetler, mutlu bir aile, huzurlu ve temkinli bir ruh, tefekkür ve basiretle zenginleşen ve içselleştirilen bir bilgi ve zikirle gelen aydınlık… İşte Haydar Erşahin’in kodları, koordinatları.

Haydar Bey’in  manevî dünyası da zengindi. Ne zaman başlamıştı tam olarak bilmiyorum ama, henüz baş gözüyle görmediği halde Sultanu’l Ârifîn Mahmut Sâmi Ramazanoğlu kuddise sırruh hazretleriyle gönül beraberliği vardı. Bir gün beraber yürüyorduk. Söz bu konulara geldi. İntisap için yattığı istiharesini anlattı bana. Birisi kendisini bu yola davet etmişti rüyasında. Birden yolun ortasında durdu ve:

- Sende Sami Efendinin resmi var mı? dedi.

- Evet, dedim.

- Gösterir misin?

- Evet.

Ben pek cebimde resim filan taşımam ama hikmet-i hüda, o günlerde bana bir resim gelmişti. Bu vesikalık resmi çıkarttım cebimden ve verdim. Aslında resme hoş bakmayan Sami Efendinin pasaport işlemleri için çekilmiş bir resmi idi bu. Hayretle bakıyordu. Dudaklarından şunlar döküldü:

- Beni davet eden işte buydu!..

Sami Efendiyi görmeden gıyabında sevmiş ve bir temsilcisinden ders almıştı. Demek Sami Efendi de onu sevmişti…

O ciddi insana da böyle bir istihare yakışırdı.

O günlerde heyecanla maneviyat yolunda çalışır, seyr-ü sülûkunda mesafe kat ederdi. Hanımı kardeşimiz de öyleydi. O zamanlar özellikle bayanlara sohbet edecek eleman bulunmazdı. O ise eğitimli bir bayan olarak kendisine çok ihtiyaç duyulan bir insandı. Evde kaynanası ve çocukları olduğu halde bazen bir günde birkaç yere sohbete giderdi. Haydar Beyin de onunla berber gittiği, hatta bazen hizmete yetişemeyecekleri için keselerinden ücretle taksi tutarak gittikleri de olurdu. Biz Haydar Beyi ne kadar çok seversek, ihvan hanımlar da eşini o kadar çok severlerdi.

Ama imtihan dünyası işte. Allah Teâlâ kimseyi imtihansız bırakmıyor dünyada. O kardeşlerimin onca fedakarlıkları bizce teşvik ve takdir ile taçlanırken, kimileri de zaman zaman görmezlikten gelerek tekdirle karşılıyordu. İhtirasları içlerini parçalayan, haset ve kıskançlıklarıyla kalplerini katleden, kerametleri kendilerinden menkul basit ve küçük insanlar, kendileri gibi çevrelerini de mahvediyorlardı.

Haydar bey gibi yerine göre dünyaya bir tekme atmış istiğna abidesi insanlar, bir yumurta kuzlamakla akşama kadar cıyaklaması bitmeyen tavuklar gibi kendilerini öven riyakarlara inat, ihlas ve samimiyetle Allah Teâlâ için yaptıklarını dile getirmiyor ve meziyetlerini âleme ifşa etmiyorlardı. Çünkü Allah Teâlâ her şeyi biliyordu ve bu yol sorulmadan söylemeyi hoş görmüyordu.

Yolun kurallarını en iyi bilme ve ölçüleri korumakta en hassas davranma durumunda olması gerekenler, istişare ile en doğrusunu yakalamak ve bulundukları beldelere bereketler sunmak borcunda iken, biraz da kendi yetersizliklerinden, etraflarındaki yağcı dalkavukların zemine iyi yedirdiği yağlardan ayakları kayıp düştükleri için, az ötelerde duran dirayetli yiğitleri bir türlü göremiyorlar, böylece hem kendilerini, hem de beldelerini sonu gelmez bir kısırlığa mahkum ediyorlardı.

İnsanlar, iyi niyetli olsalar bile, hadis-i şerif’de bildirildiği gibi, emanetleri ehillerine vermeyerek Allah Teâlâ’ya isyan ettikleri için, bilerek veya bilmeyerek Allah Teâlâ’ya, Resulullah (sav)  Efendimize ve aziz ümmete ihanet içinde olabiliyorlardı.

Haydar bey sabırlı idi. Mütevekkil idi. İnsanlara karşı müstağni idi. İhlaslı idi. Dürüst ve mert idi. Fedakar idi. Müsamahalı idi. Bu badireleri sükunetle atlatmasını bilmiş, imtihanlardan yara alsa da başarıyla çıkmıştı. Ama gördüğüm kadarıyla artık insanlara karşı ihtiyatlı ve mesafeli idi.

*  *  *

Söz buraya gelmişken Haydar Bey’in bazı huylarından, alışkanlıklarından ve güzel ahlakından da bahsedelim isterim.

Bilindiği gibi “İslam güzel ahlaktan ibarettir.” Haydar Bey’in de derdi, ahlaklı bir mü’min olmaktır. Tasavvufla ilgilenmesi de bunun içindir. O tasavvuf yoluna gönülden bağlı idi. Yukarıda bu yol için yaptığı fedakarlıklardan bahsetmiştik. O, bu yolun semeresini de üstünde gösteriyordu.

Ona göre de bir insanın tasavvufa intisabının temel amacı, Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmaktı ve bu da dürüst bir muamele ve temiz bir ahlaktan geçiyordu. İnsanın ahlakı güzel olmadıkça, çektiği zikrin bir faydası yoktu. Bunun alameti de helal lokma idi. Ona göre yediği haram olanın tarikatı adam aldatmaktır. Böylelerinin sofuluk taslamasına kızar vebazan “maskaralık”, bazen da “soytarılık” derdi.

Bu kelimeyi en son ondan duyduğum, sondan bir evvelki gördüğümde olmuştu. Hastalığının daha yakından teşhis ve tedavi için İstanbul’a gitmesi isteniyordu. Ama onun buna gerek görmediği söylenmişti. Bizce de doğru olan gitmesiydi. Bunu ona anlatmak için söz almıştım.

Bu konudaki kanaatini biliyordum. Pek doktora gitmek istemezdi. Bu konuda biraz ihmalkar idi. Bu ihmalkarlıkta, doktorların karakter yapıları kadar, tıpta çok görülen hataların da payı vardı. Maalesef yapılan araştırmalarda tesbit edilen gerçekler çok acıydı. Hastalıklarda teşhis ve tedavi yanlışlıklarından dolayı ölüm oranı yüzde onu geçmekteydi.

Bunun için Haydar Bey de doktora gitmeye pek sıcak bakmazdı. “Gittiğinde sana bir sürü hastalık sayarlar, hazır vesveseye kalırsın. Boş ver. Allah Teâlâ’nın dediği olur” derdi. Nitekim de öyle oldu.

Ben ona tedavinin dinimizin bir emri olduğunu, tedavi isteğinin tevekküle mani olmadığını, dervişlik yaparken şeriatın zahirini muhafaza etmek gerektiğini, onun için biz hocaları da dinlemesi icap ettiğini söylemiştim. Birden gürledi: “Dervişlik nerde hocam. Bizimkisi dervişlik değil, soytarılık.” Biz, “Estağfirullah, o bizde” diye geçiştirmeye çalıştık. Ama İstanbul’a gitmeye herhalde konuşmamızdan önce karar vermişti.

Ondan sonra bir daha ziyaretine gittik Arif abi, Derviş abi, Orhan hocamlarla. Bu son görüşmemiz olduğunu bilmiyorduk tabi.

Ama o bir garip bakıyordu. Bakışlarını eskiden uzatmazdı üstümüzde. Ama o gün uzun uzun, hasret ve hüzünle bakıyordu. Bu bakışlar içime hançer gibi giriyordu ama belli etmemeye çalışıyor, tebessümle geçiştiriyordum. Rahat konuşamıyorduk. Çünkü kulakları duymuyordu. Odadan en son ben çıktım. Kucaklaştık. “Dua et” diyordu. Yine uzun uzun bakıyordu. Sanki “elveda” der gibiydi. Tekrar tekrar “Dua et hocam” dedi. Ben de vakte uygun bir şeyler söyledim. Dua edecektim. Edecektik hep. Onun da kabul edileceğine kesin inançla dua etmesi gerektiğinden bahsettim.

Bizi dış kapıya kadar uğurladı. Tebessümlerle selam vererek ayrıldık. Torunları dikkatimi çekmişti. Onları sevip okşuyordu. İçimden dua ettim: “Allahım! Bu masum bebeleri böyle güzel bir dededen mahrum bırakama. Bu boşluğu ondan başka birisi hiçbir şekilde dolduramaz.”

Biz onu iyi tanımış ve çok sevmiştik. Eşi ve çocukları da ondan doya doya nasiplerini almışlardı. “Görmeğe doyum olmaz” derler. Vefat etse bile, içte bir ukde kalmazdı.

Ama ya bu masum bebeler? Kendileri için nasıl bir değeri kaybettiklerini bir türlü anlayamayacaklardı…

Onlar adına da çok üzgünüm.

*  *  *

Dostum Haydar Erşahin, Kur’an-ı Kerim  ve sünnet-i seniyye’ye bağlı bir insandı. Özellikle Kur’an-ı Kerim  üstünde çok durur, hayatın şifrelerinin onda gizli olduğunu söylerdi. O, öteden beri “tefekkür” ve “basiret” kelimelerini çok kullanırdı. Bunların yokluğundan yakınırdı.

Ona göre bir çok okumalar da bunlarsız yapıldığından kalbi nurlandırmıyor, zihni açmıyordu. Bu yüzden bazı çok okuyan, çok mesele bilen insanların, umulmayan yanlışlıklar yaptığını söyler ve üzülürdü. Bir konuyu içselleştirmek için üstünde tefekkür ve  tedebbür şattı ona göre. Ama bu yanlışı yapanları mahkum da etmez, “değişir” derdi. İyi niyet ve kalp saflığı ona göre büyük bir cevherdi.

Bu yüzden bol tefsir okuduğunu zannederim. Bu açıdan bakıldığında sünnet onda o kadar ağırlıklı değildi. Kabul etmek gerekir ki sünnet okumaları da bir alt yapı gerektirirdi ve özel gayreti olmayanlardan bunu beklemek biraz aşırı iyimserlikti. Ama tasavvufî bir yanı olduğu için, daha çok adab konularında sünnet okumaları olurdu.

Haydar Bey kendisini tanıdığım günden beri namazlarını kılardı. Sanırım cemaatla namaz kılmaya da dikkat ederdi. Gündüzleri bazen Bahçelievler camiinde buluşur, Arif Şekerleme’de sohbetler ederdik. Arif abinin yeri öteden beri sohbet merkezimiz olmuştur. Namazını kılan orada mesai başlayıncaya kadar buluşurdu. Tatlı sohbetlerimiz olurdu.

Akşamları bir yere beraber gideceksek, buluşma yerlerimiz de genellikle yatsı namazında evlerimize yakın bir yer olurdu. Ama biz Binevler’e göçünce biraz koptuk birbirimizden ailecek. Önceleri geri dönüşte zorluk çekiyorduk. O zamanlar onun da benim de özel arabamız yoktu. Sonraları var olduysa da alıştık bu hayata ve daha az görüşmeye başladık. Bunda biraz Maraşlı kadınların onlar desin “dikkat ve titizliği”, ben diyeyim “ekeliği” de etkiliydi galiba.

Haydar bey dervişmeşrep olunca, sanırım her sûfî gibi gece tahaccüd namazı da kılardı. Çünkü en az iki rekat namaza söz vermiştir. Gece herkes uykuda iken kalkılan ve huşu ile kılınan namazlardan sonra edeple kıbleye karşı oturularak ve korku ile ümit arası boyun bükülerek insanın yüce yaratıcısıyla baş başa kalması ve “estağfirullahelazim” diyerek hatalarını günahlarını itiraf etmesi, sonra onu “tevhid” ederek coşması ve bu dini olağanüstü şartlarda mücadele ederek bize ulaştıran Sevgili Peygamberimiz  ve ashab-ı kiram’a selat ve selamlar sunması, ne muhteşem bir manzaradır.

Derken etkilenen bir akıl ve şahlanan duygularla binlerce kez “Allah” diyerek kıvranması… Bu esnada Allah Teâlâ ile diz dize olduğunu hissetmesi, derken şah damarından yakınlığını duyması… ne mutluluk.

Haydar Bey’in orucu ve zekatı da vardı. Orucu malum, zekatı da sorularından anlaşılırdı. Meslekten olmayanlar, genellikle konuyu bilseler de gene de bir uzmanına sormadan edemezler. Sanırım bu bilgiye güvenmemekten öte, Allah Teâlâ ile olan muamelede titizlik alametidir.

Haydar Bey’in haccı olmadı bildiğim kadarıyla. Ama hep aklındaydı. Emeklilikle bunun mümkün olacağını ben de tahmin ederdim. Artık oğlu Alper bey, annesiyle beraber gittikten sonra, umarım bir de babasına niyet ederek onun adına bir hac yapar. Çünkü mirasçılarının bu haccı kaldırmada vasiyete ihtiyaçları yoktur.

Haydar Bey’in temizlikte titizliği malumdu. Güzel ve temiz giyinirdi. Giysileri kaliteli ve uyumlu olurdu. Bazı noktalarda umursamaz olmasına rağmen bu noktadaki dikkati, benim de dikkatimi çekerdi ama dillendirmezdim. Günlük sakal tıraşı, saç ve bıyık bakımları, diş temizliği de öylesine titizdi. Belki de bu konuda evdekilerin etkisi büyüktü. Onu bir gün olsun pejmürde görmedim desem yeridir. Bu dış giyim ve görünüşte bir eksikliği güzel koku idi. nedense pek kullanmazdı. O da olsa dört dörtlük bir görünümle mankenleri kıskandırırdı belki. Malum, yakışıklı bir insandı dostum Haydar Bey.

Haydar bey işinde çalışkan ve dürüst idi. bu dürüstlüğü ona kariyerde kaybettirirdi. İsteseydi en azından kurumuna müdür olabilirdi. Ama istemedi. Bana, orada müdürlük yaparken rahat bırakmayacaklarını söylerdi. En iyisi baştan reddetmekti. Zamanı tanıdığımdan hak verirdim ona. Adamın dininden bir şeyler almadan dünyalık verirler miydi?

Haydar bey bu açıdan mücahitti. Hem nefsiyle, hem de çevresiyle mücahede ediyordu. Bana “bir iç yüzlerini bilsen, seveceğin çok az adam kalırdı” derdi. Büyük işlerin plan ve projesi onların kurumundan geçtiği için çok sırlara sahipti ama bu konuda da boş boğazlık etmezdi. Haydar Bey gerçekten yiğit adamdı. Arkadaşlarımız içinde iki yiğit vardı. Biri de Kadir Çavuştu. İkisi de öteye gitti.

Haydar Bey’in hiçbir zaman bir aile sorununa şahit olmadık. Hiçbir zaman evden şikâyet etmediler. Her evde ufak tefek huzursuzluklar olur. Tuzu biberidir yaşamın bunlar. Ama dört duvar arasında kalırlar. Bu açıdan arkadaşları da huzurlu olurlar.

Haydar Bey’in evine rahat girer çıkardık. Bunda evdekilerin de etkisi vardı kuşkusuz. Onların bizi memnuniyetle karşılayıp zevkle hizmet ve ikram edeceklerine inancımız tamdı. Küçükken çocuklarını çok severdik. Ama onlar tam da büyüdükleri sırada ev değiştirdik ve biraz uzak olduk demin dediğim gibi. Bir gün düğünlerine davet edildiğimizde çok şaşırmıştık. Çocuklarımız ne kadar da çabuk büyümüşlerdi?

Buradan şuraya gelmek istiyorum: Haydar Bey evine karşı da görevlerini güzel yapardı. Ne yazık ki torunları böyle bir adamı tam tanıyamadan kaybettiler. Onlara çok acıyorum. Ben gözümü yumduğumda bir sürü tatlı hatıra buluyorum. Ya o yavrular, resimlerden başka ne bulacaklar?

Uyumlu bir insandı Haydar Bey. Gidelim dersen gider, kalalım dersen kalırdı. Onunla İstanbul gibi uzak yerlere yolculuklar da yaptık. Yatılı kaldık gittiğimiz yerlerde. Asla bir rahatsızlığını görmedik. Sohbetleri de tatlıdır. Arada sırada haksızlıklara karşı top gibi gürler, o kadar. Elinin tersiyle itti mi, iflah olmaz karşıdaki konu. Bu gürlemeleri bazen bizde bir şaşkınlık doğururdu. Çünkü çok nazik konularda, kimsenin dillendirmeye cesaret edemediği yerlerde patlardı ve biz hak verirdik ama endişelenir, sonra da gülerdik haliyle onaylayarak. O bu tavrıyla sanki Hz. Ömer’den bir huy kapmışlığı vardı.

Ama kimseye kini yoktu. Hatta böylesi kızdıklarına da zaman zaman “kim bilir ne mazeretleri vardır? Aslında bilseler böyle yapmazlardı.” Diye yaklaştığını görür de bir kere daha şaşırırdık.

Bu güzel yönleriyle bir hayli dost kazanmıştır. Vefatında üzülen insanlar az değildi…

*  *  *

Haydar Bey’in ahlakı demiş, sözün ucunu bir yerde yitirmiştik. Başa dönelim isterseniz.

Haydar Bey güzel ahlaka sahipti. Yukarıda onun Allah Teâlâ’ya, ailesine ve cemiyete karşı davranışlarını kısmen yazmıştık. Şimdide onun güzel ahlakından bazı örnekler verelim isterseniz.

Yukarıda anlattıklarımız onun doğruluğuna, adaletine, cesaretine, af ve hoşgörüsüne, merhametine, arkadaşlık ve dostluğuna, cömertliğine, misafirperverliğine, çalışkanlığına dair yeterli fikir verirler sanırım.

Haydar Bey’in fevkalade iffetli ve hayâlı olduğuna bir ömür şahidiz. Bazı arkadaşlar yer yer müstehcen konuşur ve dozu ağır şakalar yaparlardı zaman zaman. Ama haydar bey katılmazdı asla. Onun dilinden, yüz kızartacak tek kelime duymadım.  Bu gibi hallerinde vakarlı idi de.

Vakarlı idi, evet, ama asla kibirli değildi. Aksine mütevazı idi. mütevekkil bir yapısı vardı. Zenginlikte gözü yoktu. Kifayet miktarı bir hayatı seçmişti ve ötesine hırsı yoktu. Evinde de lüksü yoktu. Ona kalsa orada da daha azla yetinirdi ama cemiyetin hali malumdu.

Bir arabası ancak ömrünün sonuna doğru oldu, ona da binmedi zaten. Bu tür şeylere karşı kapalı bir yapısı vardı. Aslında zahit yaşayanlara karşı hayrandı. Dava adamlarının öyle olmasını isterdi. Humeynî’yi bu açıdan takdir ederdi. Bizim insanımızın yara aldığı yerlerden birisini de lüks yaşama ve ihtişama düşkün olma olarak görürdü. Bu ona göre bir samimiyet testi gibiydi.

Haydar Bey daima birlik ve beraberlikten yanadır. İnsanları iman ve takvasına göre değerlendirir. Onda ırkçılık, bölücülük, bölgecilik yoktur. Türkten de arkadaşı vardır, Kürtten de, Çeçen ve Çerkezden de.

Haydar Bey’in dil terbiyesinden az önce bahsetmiştik. O kadar sohbetlerimiz olmuştur, onda sohbet adabını zedeleyen, yanındakileri de müşkül duruma düşüren ayıp ve kusur görülmemiştir. O, kimseyle alay etmez, ayıplamaz, kimseye kötü lakap takmazdı. Sû-i Zan beslemez, tecessüs etmez, ayıp araştırmazdı. Gıybet, nemime bilmez, yalan söylemez, iftira etmez, sövmez, lanet etmezdi. İnsanlara karşı hile ve aldatma yapmaz, yapanlara da çok kızardı. Yaptığı iyiliği asla başa kakmaz, haset etmez, hırs göstermezdi. Biz inatçılığını hiç bilmeyiz, Bilakis uyumluluğuna çok şahit olmuşuzdur. İsrafı sevmezdi. Elinde olmadan olanlara da "beni anlayışla karşılayın, çaresiz kaldım" der gibi mahcubiyetle alttan alta gülerdi. Nefsi için öfkelenmezdi ama Allah için, din için, hak için hem de iyi öfkelenirdi. Zulmün her çeşidine düşmandı. Riyakarlık, dalkavukluk, yağcılık her yiğit insan gibi onun da nefret ettiği huylardandı. O her zaman ihlaslı, samimi ve candan bir insandı. Nur içinde yatsın sevgili dostum.

Biz onu kaybetmekle, dayandığımız bir duvarımızın yıkıldığını çok iyi biliyoruz ama, bir gün ötelerde kavuşacağımıza iman ile teselli oluyoruz. İnşallah önden giden bir dost olarak günü gelince bizi sevinçle karşılayacak, onun alıştığı, bizimse yeni geldiğimizden henüz alışıp ısınamadığımız berzah aleminde inşallah sıcak ve samimi dostluğunun gününü göreceğiz…

*  *  *

Haydar Bey’in  dünya görüşü kısaca İslam idi. Ona göre din, sadece iman ve ahlak değil, yaşanan bir hayattı. Din, hayat için vardı. O yüzden, içinde yaşanan hakikat olmayan iddialara o masal ve menkıbe gibi bakar, ciddiye almazdı.

Hayat, iman ve cihattı. Ama cihat, fedekarlık isterdi. Böyle değilse, bir kısım soytarıların çıkarak lafazanlıkla davayı istismar etmelerini hoş görmemek gerekirdi. Bizim azimli ve fedakar, basiretli ve maneviyatlı ehl-i sünnet liderlere ihtiyacımız vardı. Nabza göre şerbet dağıtan “cakkavı”lardan ümmete hayır gelmezdi. Humeynî’yi ciddiyet, vakar, azim, fedakarlık ve zühdünden dolayı severdi.

Bazen böyle der, sonra da: “Buna da şükür, ne yaparsın, iş ciddiye binse, yanında kimse kalmaz. Kimseyi suçlamaya hakkımız yok” derdi. Bu da onun engin müsamahası idi.

Haydar Bey kendisini tanıdığımdan beri Necmeddin Erbakan’ı ve hareketini desteklemiştir. Sanırım son seçimlerde oyunu Recep Tayip Erdoğan’a vermiştir. Biz her mevzuyu konuşurduk ama, politikada “şöyle yapalım” diye birbirimize bir çift söz etmezdik. Bunu zait görürdük. Hiç söz konusu etmeden, aynı şeyleri yapardık.

Partizan değildi. Başka partilerden de arkadaşları vardı. Sohbetlerimizde politika az konuşulurdu. En iyilerinin bile iş başına gelince davadan taviz vererek eş dost ilişkilerine değer vermelerinden şikayet ederdi. “Ama ne yaparsın, milletin hali malum” derdi. “Çok dürüst adamlar da bunların işine gelmez” derdi.

Haydar Bey’in  kendi cemaati dışındaki cemaatlara bakışı da müsbetti. Herkesin bir eksik yönü varsa da, bir farklı ve üstün yanı da vardı. Meşrepçilik taassubuna karşı idi. Ne kadar çabalasak da bu taassubun bütün bütün yok olacağına inanmazdı.

Bedîüzzeman Said Nursî’yi severdi. Onun şakirtleri nurcuları da severdi. Fethullah Gülen Hoca Efendi’ye karşı saygılı ve sevgili idi. hizmetlerini takdir ederdi. Süleyman Hilmi Tunahan Efendinin ve cemaatinin hizmetlerini de takdir eder, ancak onların politik çizgilerini beğenmezdi. “Fakat onlar da bir şekilde hizmet ediyorlar” derdi.

İmam Hatip Lisesi onun yanında mübarek bir yuva idi ve memlekete çok hizmetler etmişti. Bu milletin o okullara çok şeyler borçlu olduğunu kabul ederdi. Darbelerde dindarlara gelen baskılardan üzülürdü.

Sosyalist çizgiyi sevmezdi. Ama “solcular arasında da mert ve doğru insanlar var” dediği de olurdu. Irkçılığı sevmezdi. PKK ve diğer terör örgütlerini lanetlerdi. Ama onların çıkışlarında ve faaliyetlerinde bir kısım derin oyunların varlığına kani idi.

Milletin ve ümmetin bugünkü halinden dertliydi ama, istikbalin İslam açısından iyi olacağına inancı tamdı. Bazen Mehdi’yi bekler bir havası vardı.

Gönlünün en mutena köşesinde ise daima Sultanu’l ‘Arifîn Mahmut Sâmi Ramazanoğlu kuddise sırruh hazretleri vardı. Ondan sonra Musa Topbaş ve Osman Nuri Efendileri sevmiştir. Onu tanıdığım günden beri “Altınoluk” dergisinin abonesidir. Oradaki yazılarımı okumuştur. Belki bazı kitaplarımı da okumuştur ama bir gün de “eline sağlık, şurası iyi olmuş, şurası kötü olmuş” diyerek bir değerlendirme yaptığını duymadım.

Bir gün fakirhanedeydik. İslamî hareketler üzerine konuşuyor ve hizmet şeklini tartışıyorduk. Laflar uzayınca ben kalktım ve kitaplıktan “İslamlaşma Bilinci”ni aldım. Sanırım yeni çıkmıştı ve Haydar Bey onu görmemişti. Ben de hiçbir kitabımı doğrudan ona verip “al, bu benim kitabım” dememiştim galiba.

Dedim ki, “Arkadaşlar, bu konuda Haydar Bey’e bir yazı okutacağım. Uzun da değil. Lütfen dinleyelim.”

Sağ olsunlar, sükut ettiler ve o da oradan seçtiğim “Hareket Bilinci” yazısını okudu. Bittiğinde, kim yazmış diye merak edip bakmadan kitabı bir yere koydu ve “Ne tartışıyoruz ki? Adam ne söylenecekse hepsini bir çırpıda söylemiş işte.” Dedi.

Bu sözler, Haydar Bey’in yazılarım hakkında sanırım farkında olmadan yaptığı ilk ve son değerlendirme veya yorumdu…

Ey sevgili dostum Haydar Bey! Beni ne kadar sevdiğini bilirdim. Benim de seni ne kadar sevdiğimi sen bilirdin. Ama sünnete uyarak bir kere olsun birbirimize “seni seviyorum” demedik. Tabi ki iyi etmedik.

Şimdi ben hatamı telafi ediyorum ve diyorum ki, “Sevgili dostum Haydar Bey, ben seni çok seviyorum. Seni hiç unutmayacak ve hep dua edeceğim. İnanıyorum ki yakında tekrar buluşacak ve muhabbetimize kaldığımız yerden devam edeceğiz.”

Ey merhametliler merhametlisi güzel Allah’ım! Dostum sana emanet.