KAYA YARGICI EFENDİ

Yıllar sonra memuriyeti esnasında tanıştığı bazı güzel insanlar bereketiyle yepyeni bir yola girmiş,  Allah'ın rızasını kazanmak için seyri sülûk’a başlamıştı.  

Taş Kaya Toprak

İlk görev yaptığım Andırın’da çok değerli bir PTT Müdürü ile tanıştım. Çok güzel bir insandı. Dindardı. Dervişmeşrepti. Biraz da kalenderî idi. Onu hep tebessüm eder veya gayet candan güler görürsünüz. Surat astığı nadirdir. Olsa da o Allah içindir ve bir dakika sürmez. Sonra yeniden tatlı bir mevzuya geçiverir. Hakikaten de seven ve sevilen, ülfet eden ve edilen, şeker topağı birisidir. Anası “balınan mı yoğurdu” bilemem ama, biz çok faydalandık ondan. Bir o kadar da misafirperver değerli eşi merhum Nebahat ablamızdan. Kabri cennet bahçesidir inşallah. Çünkü “ ikramın karşılığı ikramdan başkası değildir, öyle değil mi ya?”

Bir gün hep aynı yerde pis pas içinde yatan sarhoş kendisini görünce gülerek ve dili dolaşarak selamlamaya çalıştı. O da ona güler yüz ile selamını alıp hal hatır sordu. Ben biraz şaşkındım acemi bir din dersi öğretmeni olarak. Döndü bana dedi ki:

- Şu adam gibi olmak isterdim!

- Nasıl yani?

- Bu adama bin lira ver, gider sevdiği şaraba verir, yer içer, ikram eder. Yarına ondan bir kuruş kalmaz. Aç kalsa da kimseden bir şey istemez. Bu adama baktıkça Allah Teâlâ’ya tevekkülümden utanırım. Onun yolunda bunun gibi harcayamamaktan utanırım. Onun yolunda kim ne desin aldırmadan yaşayamamaktan utanırım. Bütün himmetimi bir noktaya, rızay-ı bârî’ye verememekten utanırım…

Tabi şeriata göre cimrilik hoş olmadığı gibi malın hepsini infak da olsa bir günde harcayıp yarına aç sefil ve çor çocuğu perişan edip kınanmak yoktur. Her zaman itidalli, dengeli, orta yollu olmak gerekir. Nitekim Rabbimiz de bunu tavsiye eder:

“Hem elini bağlayıp boynuna asma (cimrilik etme), hem de büsbütün açıp saçma (israf etme) ki, pişman olur, açıkta kalırsın.” (İsra, 17/29)

Bu ayetin tefsirinde ilginç bir olay anlatılır ayetin iniş sebebi olarak. “Allah'ın Rasûlü (sa) bir gün ashabı arasında otururken bir çocuk kendisine geldi ve:

- Ey Allah'ın Rasûlü, annem kendisine bir zırh giydirmenizi istiyor. dedi.

Rasûlullah (sa)'ın ise o gün sadece üzerindeki gömleği vardı. Çocuğa:

- Çok geçmez bakarsın bir şey gelir. Başka bir vakitte tekrar gel, buyurdular.

Çocuk annesine döndü. Annesi:

- Rasûlullah (sa)'a git ve de ki: "Annem, üzerindeki gömleği kendisine giydirmeni istiyor."

Rasûlullah (sa) evine girdi, gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve kendisi de evde çıplak olarak oturdu. Bilâl namaz için ezan okuduğunda Rasûlullah (sa)'a bir gömlek gelmemişti ki giysin de namaza çıksın. İnsanlar Efendimiz (sa)'i namaz için beklediler, çıkmayınca durumu nedir acaba diye şüphelendiler.   İçlerinden birini gönderdiler. Efendimiz (sa)'in yanına girdi ve gördü ki gömleği yok, o halde oturuyor. İşte bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.( Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/560-561.)

Bazıları şöyle itiraz edebilir: “Ama Hz. Ebu Bekir kaç kere malının tamamını getirmişti de Peygamberimiz bundan çok memnun olmuştu?!”

Evet, öyle oldu, ama o olay mesela Tebuk seferi gibi hayatî bir meselede, ölüm kalım meselesinde öyle olmuştur. Yoksa din denge dinidir. İşte ayet:

“Onlar, harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur.” (Furkan 25/67)

Bir Müslüman malını dilediği gibi kazanma hakkına sahip olmadığı gibi yine kendi malını bile olsa dilediği gibi harcama hakkına sahip değildir. Tıpkı ömrünü de dilediği gibi harcama özgürlüğüne sahip olmadığı gibi. Müslüman israf ve savurganlıkla eli sıkılık arasında bir orta yol benimsemekle yükümlüdür. İsraf ve savurganlık kişiyi, toplumu ve malı bozar. Eli sıkılık ise hem sahibinin hem de çevresindeki toplumun bu maldan yararlanmasına engel olur, malı hapseder, heder eder. Çünkü mal ictimaî hizmetler için kullanılması gereken toplumsal bir araçtır. Gerek savurganlık gerekse eli sıkılık cemiyette ve iktisatta büyük sarsıntılara, karışıklıklara neden olurlar. “Yastık altı” denilen mallar eğer piyasaya sürülse, belki çok devlet iktisaden kendi kendine yeter ve kalkınmasını başkalarına borçlanmadan sağlayabilir. Hiç şüphesiz malı hapsetmek krizlere yol açar. Fakat sınırsız ve hesapsız şekilde serbest bırakmak ya da sefihane faydasız yerlere harcamak, israf etmek de öyle değil midir? İslam ne güzel bir dindir, hayattır, iktisattır, saadettir. Hayatın her yönünü düzenlerken ferdin ve cemiyetin ruhunu terbiye ederek ona  dengeli ve ölçülü davranmayı öğretiyor. Üstelik bunu imanına bağlıyor etkilemek için, rızay-ı bâriye bağlıyor işi muhabbetle götürmek için. Allah’ım bize böyle güzel bir din verdiğin ve hayatımızı mutluluk ilkeleri ile düzenlediğin için sana sonsuz şükürler olsun. Yoksa kendimize kalsa ya saçıp savurur, malı heder ederdik, ya da mal olsa bile harcamaya korkar, cimrilik ederdik. Zira insanoğlunun cimriliği de meşhurdur yani:

“De ki: Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu da pek eli sıkıdır! (İsra 17/100)”

- Hocam daldın yine!

Kaya abimin sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Baktım ki dudağımda bir tebessüm öyle dalmış gitmişim.

- Evet, öyle oldu. Bu sarhoşun hali ve sizin söyledikleriniz etkiledi beni. Sahi ne kadar içten ve samimi gülüyordu o adam öyle?

- Evet, hiç riyası yoktur.

Sübhanellah, bu söz de çarptı beni. Bir insanın riyasız olduğuna başkalarının şehadet edebilmesi ender işlerdendir. Kim çok büyük birliktelik ve tecrübe olmasa bunu yapabilir?

*   *   *

Evet, bu abimizin adı “Kaya” idi. Bana da çok garip gelirdi bu isim. Söylerken hep gülerdim önceleri. Hele de rahmetli eşi “Kayaaa” diye seslendiğinde zor tutardım kahkahadan kendimi. Hatta bir gün sordum da:

- Abi bu isim nerden geliyor?

Güldü epey. Sonra açıkladı:

- Sen “müstantik” nedir bilir misin?

- Evet, Arapça’dan geliyor. Kökü “nutuk” yani. Mustantik de “konuşturan, nutuk attıran” demektir.

Bu sefer o gülmeye başladı:

- Evet, aynen öyle. Benim babam müstantik idi. Şimdi ona “sorgu hakimi” diyorlar. O vazifenin bir kısmını da şimdi savcılar yapıyor. İşte baba müstantik, devir de laiklik gerekçesiyle İslamiyetten uzaklaşma devri olunca, asrî ana babalar çocuklarına Ahmet, Mehmet, Mustafa yerine Taş, Kaya, Toprak diye isimler vurmaya başlamışlar. Bakma sen bana, bizim aile de asrîdir. Şimdi “çağdaş” mı diyorlar?

- Evet, “çağdaş” diyorlar. Çağdaş insana da “aydın” diyorlar.

- Biz ne oluyoruz o zaman?

Buna da epeyce gülüştük.

Cumhuriyetin başında öyle bir İslam’dan uzaklaşma ve ecdattan kopma var ki, insanların zihnini bile dinden boşaltmak için isimlere dikkat etmişler. Osmanlı ve Selçukluları atlayarak ilkel çağlardaki kafir atalara kadar gitmişler. Artık isimler Atilla, Oğuz, Cengiz… yanında bir de böyle Taş, Kaya olmuş işte. Ne korkunç bir irtidat…

Dilin ve isimlerin değişmesi bilinçli bir harekettir. Amaç İslam ile bağları koparmaktır. Zaten yazı da, kılık kıyafet de, tekke ve zaviyeler de, şeriat ve hilafet de hep aynı amaç için atılmadı mı? Hey “muntakîm” Allah’ım, sana sığındık…

Bu işler böyle olur. Biz bunun yabancısı değiliz. Sevgili Peygamberimiz de İslam dinini hakim kıldıkları zaman yeni Müslüman olan insanların İslam inancına aykırı isimlerini değiştirirdi. Veya bir şekilde sevmediği beğenmediği isimleri de değiştirirdi. Mesele "Zülhayl" ismini " Zülhayr", "Abduluzza" adını " Abdurrahman" diye değiştirmişti. Yine "Âsi" ismini "Muti" diye, "Asiyye" aldığını da "Cemile" diye değiştirmişti.

Bugün ecnebi kafirlerden birisi Müslüman olsa adını bir Müslüman adıyla değiştirmek, belki o günden kalmış güzel bir adettir.

Ama gün geldi devir döndü, her şey allak bullak olup tersine döndü. Müslümanlar'a yeniden İslam ile alakası olmayan isimler verilmeye başlandı. Bunu da "dilde milliyetçilik" diye yutturmaya çalıştılar. Bu yüzden de Osmanlı'yı karaladılar, Selçukluları inkar ettiler. Karahanlıları görmezden geldiler. Ta Mete'lere Oğuz'lara, Atilla'lara, Cengizlerle kadar gittiler. Bu soğuk bir Milliyetçilik hareketi değil, doğrudan doğruya milliyetten kopuş, dinden kaçış hareketteydi. Batılılaşmanın bu ülkeye getirdiği nokta işte bu inkardı.

Böylesine güzel bir insanın adının "Kaya" olması bana çok garip geliyordu. Sebebini öğrendim zaman içim bir başka şekilde burkuldu. Bu güzel insan bu güzel hayatı evinde hiç görmemişti. Yıllar sonra memuriyeti esnasında tanıştığı bazı güzel insanlar bereketiyle yepyeni bir yola girmiş,  Allah'ın rızasını kazanmak için seyri sülûk’a başlamıştı.  Hiç sormaya cesaret edemedim. Acaba ahirette ailesinden ayrı düşme ihtimali içinden nasıl bir duygu meydana getiriyordu? Bu acıyı nasıl dindiriyordu?

Bilemiyorum, belki de takdire rıza ile bunları hiç düşünmüyordu.

Ey Müslümanlar!

Kendinizin kıymetinizi biliniz.

Rabbininizin ve dininizn kıymetini biliniz.

Ailenizin kıymetini biliniz.

İsimlerinizin kıymetini de biliniz. Eğer anlamsız bir şey ise hiç durmayıp değiştiriniz.