M. SAİT KIRMACI BEY

Aslında hizmet insanıydı ama bunu benim beraber olduğum yıllarda pek gönlünce yapamadı. Çünkü sıkıyönetim her işe burnunu sokuyor, işleri istedikleri gibi götürmelerine izin vermiyorlardı. Çok sıkı bir takip altındaydık. Buna rağmen, daha önce de söyledim, bize şunu demiştir: “Biz okulu selametle götürmeye çalışırken içeride talebeler size emanet. Sınıflarda onları bildiğiniz gibi yetiştirin.”

Kısıkkaya mevkiindeki bu güzel okulun müdürü merhum Sait Kırmacı idi. Bu tonton, yakışıklı ve iyi niyetli müdürle iyi ilişkilerimiz olmuştur. Sadece bir olay yüzünden birbirimize bağırdık. Hayret ki onda da haksız olduklarını biliyorlarmış ama vaziyetin çirkinliğinden itiraf edememişler. Benim tehditle sinmemi beklemişler. O da olmayınca işler sarpa sarmış. Araya giren dostlarla orta yol bulunmuştu. Onun dışında hep bir muhabbet vardı aramızda. Yeri geldi, bir tatlı hatıramı yazayım.

Bir gün öğretmenliğim sırasında okula üç günlük tıraşla gitmiştim. O zaman devlet bizden günlük tıraş isterdi. Ben de iki günde bir olurdum. Bugün ihmalkârlık etmişiz hiç sevmediğimiz bu işte. Lavaboda merhum müdürümüz Said Kırmacı ile yan yana geldik. Aynada sinekkaydı tıraşı ile kaymak gibi olmuş yakışıklı ve tombul yüzünü elleriyle bir taradı ve:

- Tıraşım uzamış galiba, dedi.

Ben de:

- Evet, uzamış hocam, dedim gülerek. Mesaj alınmıştı.

Bana “tıraşın uzamış” deseydi, gülmez, gücenirdim. Belki de üç gün üzüntüm geçmezdi. Ama o günden sonra beni kırmadan mesajını ileten sevgili merhum müdürümü üzmemek için iki günde bir tıraş olmaya özen gösterdim. İşte güzel bir örnek ve güzel bir etkilenme. Ama her zaman böyle nezaket ve kibarlık olmuyor. Bazen ilim, şahsiyet ve tecrübede yetersiz idareciler ve amirler, çok kötü örnek de olabiliyorlar. Size bunlardan bir kötü örneği az sonra “Çapsız Müdür” başlığı ile anlatacağım.

Maraş’ta Voleybol Müsabakaları

Evet, talebelik zamanımızda voleybol oynamış, hatta kaptanı olduğum Diyarbakır İmam Hatip Lisesini şampiyon yapmıştık. Bunun Kayseri’de faydasını görmüştük. İşte şimdi bir yararını da Kahramanmaraş’ta görüyordum. Tayinim Maraş’a çıkınca voleybol oynadığım duyulmuş. O günlerde sıkıyönetim idaresi kurumlar arası voleybol müsabakası düzenlemiş.  Rahmetli Müdürümüz Said Kırmacı hemen beni çağırdı ve sordu:

-Kaç numara ayakkabı giyiyorsun?

-Hayırdır?

-Voleybol oynayacaksın!

-Sağolun müdür beyim, ben bıraktım o işleri. Unuttum gitti hem. Yıllardır oynamam.

-Olmaaaz! Hiç olmaz. Ben de oynayacağım, sen de oynayacaksın. Hatta senin pasörün ben olacağım.

Gözümün önüne Sami Efendinin Musahabeler 1’deki ifadeleri geldi. “Serseri kalmayınız. Lehv-ü lu’b ile meşgul olmayınız.”

-Yok müdürüm, ben oyunu bıraktım. Teklifiniz için teşekkür ederim.

-Canım geri başlarsın işte. Bak takım da iddialı. Şampiyon olabiliriz. Onun için kurtuluşun yok. Boşa çabalama.

-Yahu bana oyun yasak.

-Kim yasakladı?

-Sevdiğimiz birileri işte.

-Faruk abi mi? Bak ben Faruk abiyi çok iyi tanırım. Adana İmam Hatip’de ben müdürken o da okul koruma derneğinin başkanı idi. Bak hemen şimdi Adana’ya atlar gider ve senin için özel izin alırım.

-Yok müdürüm ondan değil de...

-Ondan değilse başkasından da olamaz. Ben anlamam, oynayacaksın arkadaş. Bu okulda öğretmensen, bu okulun hizmetindesin. Hem bu sıkıyönetim paşası Yusuf Haznedaroğlu’na şampiyon olarak iyi bir ders vermeliyiz. İmam Hatip neymiş gösterelim ona. Hadi canım fazla uzatma, bundan kurtuluşun yok.

Uzatmadık. Daha doğrusu uzatamadık. Çünkü bu arada Elbistan’da din dersi öğretmeni açığı varmış ve Milli Eğitim Müdürü bizim müdüre “en son gelen öğretmenini oraya yollayacağız” demiş. En son gelen o zaman benim. Said Kırmacı merhum da:

-Olmaz, demiş.

-Neden olmaz?

-Son gelen öğretmen en iyi voleybolcumuz. Biz şampiyon adayıyız, verir miyim? Başkasını gönderin.

-Ama başkası da “son gelen gider, niye ben?” derse?

-Vallahi ben karışmam, ama bu arkadaşı da veremem, kusura bakmayın.

Artık bunu da duyduktan sonra biz itiraz edemedik tabi. Koçumuz Süleyman Kayıran Hocaydı. Tatlı diliyle bin bir iltifat ediyordu sağolsun, ama bana 45 numara bir spor ayakkabısı bulamıyordu. Parmaklarım kırıla kırıla oynattı beni. Oynadık ve gurubumuzda birinci de olduk. Hedef şampiyonluktu.

Müthiş Final

Şehir içi şampiyonluk maçında kapalı spor salonu tıklım tıklım doluydu. Bizim çocuklar ve kayınbabam filan da gelmişlerdi. Maça çok iyi başladık. İki sıfır öndeydik. Sonra birden takım değişti. Suizan günahtır ama karinelerimiz var, galiba satıldık. İşin az çok farkına vardım ve önlemeye çalıştımsa da başaramadık. Yok yere kaçırdık şampiyonluğu. Vebali günahı başına, o saate kadar çok iyi küt vuran Cemil Duran Bey, o saatten sonra hiç vuramaz oldu. Her vurduğu küt karşı duvara kadar gidiyordu. “Vermeyin ona” diye pasörleri ikaz ettim ama olmadı. Koçumuza “alın bunu” diye işaret ettim, o da olmadı. Haklıydı belki. Çünkü oynarsa çok güzel oynuyordu ama bu gün bir başka olmuştu ne hikmetse.

Maçtan sonra bizi yenen DSİ takımı arasında güle oynaya gittiğini gördüm. Ötesini bilmiyorum tabi. Suizan ise Allah affetsin. Soramadık tabi ayıp olur diye. Bunları yazacağımı bilseydim sorardım. Bir gün karşılaşırsak belki işin aslını öğrenebiliriz. Cemil Bey sevdiğim, her bakımdan özel ve kabiliyetli bildiğim biridir. Acaba şimdi nerelerdedir?

Okulda büyük bir hüzün vardı. Devliki gün öğretmen odasına girince, her gün tahtaya bir şeyler yazan Süleyman Kayıran’dan önce birisi bir şeyler yazmış iri harflerle:

“Devlet su işleri

Süleyman Kayıran bırak bu işleri”.

Küplere bindi Süleyman Bey! Sahi bu tür her işe o koşardı. Bitmez tükenmez enerjisi ile faydalıların yanında bir sürü faydasız faaliyetlere de koşan bu arkadaşın kükremeleri hepimizi güldürdü, neşelendirdi. Artık arada bir onu kızdırmak isteyenlerin ne diyeceği belli olmuştu. “Devlet su işleri…” dedin mi, daha dünmüş gibi bağırarak savunmaya geçer ve başlar anlatmaya “Benim ne suçum var arkadaşlar! …”

“Dinleyin Arkadaşlar”

Şaban Gebel Hocamız beraber çalıştığı öğretmen arkadaşlarını bir gece toplar, ikramlar sunar, eski günleri yâd eden tatlı hatıralarla süslenmiş muhabbet dolu sohbetlere vesile olur, mümkün mertebe bunu her sene bir kere yapar sağolsun.

Sanırım 2016 yılındaydı. Yine böyle bir toplantı olmuştu. Okulun idareci ve öğretmenlerinden sanırım hepsi de emekli olmuş mümtaz bir cemaat vardı. Yedik, içtik, neşeli saatler geçirdik. Tam bu neşenin ortasında Halil Kirişçi Hocamız söz aldı:

- “Dinleyin arkadaşlar. Size yaman bir olay anlatacağım. Sene sanırım 1981 gibiydi. Yani bu Cemal Nar Hoca var ya, okula yeni gelmiş, pek tanımadığımız bir öğretmendi. Bir gün sene sonunda yapılan Arapça sınavının komisyon öğretmenleri ve idareciler tarafından toplu değerlendirilmesi öncesinde baktım, bizim matematikçi Davarcı’nın kardeşi bir tek Arapça’dan sınıfta kalmış. Fakat bu çocuk bu kurtarma sınavına da girmemiş. Kesin kalacak. Acıdım. Buna bir iyilik yapmak istedim. Müdürümüz Sait Beye gittim. Durumu ve niyetimi anlattım. Rahmetli sordu:

- Ne yapacaksın?

- Sene sonunda yapılan sınava girmiş ve geçecek kadar orta bir not almış gibi göstereceğim.

- Ders öğretmeni kim?

- Cemal Nar.

- O ne der bu işe? Görüştün mü?

- Ne diyecek! Daha dün okula gelmiş bir öğretmen. Haberi bile olmaz.

- Sen bilirsin. Başımıza iş açmayacaksa yap.

- Tamam, sınava girmiş gibi göstereceğim. Yazık, bir dersten kalmasın çocukcağız.

Gittim ve öyle de yaptım. Bütün sınavlar bitti. Şimdi sonuçları ortak değerlendirmek için komisyon üyelerini topladığımız oturumda Arapça sınavının sonuçlarını görüyor ve değerlendiriyoruz. Biraz büyük olduğu için baş muavinin odasındayız. Müdür Bey geldi, masaya oturdu. Ben de yanına bir koltuk çektim. Fakat benim yüreğim hopluyor. Derken çocuğun adını okuduk, “beş, geçti” dedik. Kimse itiraz etmedi. Sevindim ama gayri ihtiyari Cemal Hocaya baktım. Dalgın ve derin düşünüyor. ‘Ruhu bile duymadı’ dedim içimden. Sonuçta işi bitirip kalkmak üzereydik ki Cemal Hoca:

- Bir dakika arkadaşlar, dedi.

Ben hemen atıldım:

- Ne var Hoca ya, bizi yorma istersen, zaten anamız ağladı.

- Yok, yoracak bir şey yok da, bir meseleyi dile getirmek istiyorum. Şu Davarcı sınava girmedi. Ama burada beş almış gözüküyor.

İçimden “eyvah, şimdi haltı yedik’ dedim. Bu sorunu rezil olmadan nasıl çözmeliydik?

“Cemal Hoca Bunu Yapmaz”

İsterseniz burada sözü ben alayım. Sonra Halil Beye tekrar veririz. Sene sonuydu. Bizim birader İsmail yanıma geldi ve saf saf anlatmaya başladı:

- Abi ben Davarcı Hocanın dersinden zayıf aldım. Sınıfta kalacağım. Ancak onun kardeşi de senin dersinden zayıf ve kalacak. Biz aramızda anlaştık. Sen onu geçirirsen, onun abisi de beni geçirecek.

- Onun abisiyle de görüştünüz mü?

- O görüşecek. “Mesele çıkmaz” diyor.

- Mesele çıkmazmış. Peki, ben kabul edecek miyim?

- Abi, kardeşin için bunu yapmayacak mısın?

- Elbette yapmayacağım. Ben kardeşimin ilim öğrenmesi için her şeyi yaparım. Bilmiyorsan öğretirim. Bilmediğim konularda özel dersler aldırırım. Fakat sahtekârlık yapmam.

- Ama abi, böyle yapmazsan ikimiz de kalacağız. Bize yazık değil mi?

- Değil. Hak etmişsiniz, kalacaksınız. Bundan sonra da böyle rezil düşüncelere sapmayacak, çalışıp aslan gibi kazanacaksınız.

Bizim İsmail’in bazen böyle saf tarafları vardır. Beni tanıyan birisi olarak bu teklifi hangi cesaretle nasıl istersin benden? Aklına şaştım! Her neyse, derken zamanı geldi, son notları okuyorum sınıfta. Bizim Davarcı yine zayıf almıştı. Zaten çalışmakta gözü yoktu. Bu zayıfla o sınıfta kalıyordu. Bilmiyorum ama haliyle kardeşim İsmail de kalacaktı. Ben notu okuyunca arkadan bir uğultu geldi. Birisi de benim duyacağım kadar yüksek bir sesle:

- Ben size “Cemal Hoca yapmaz” demedim mi? Dedi.

- Kalk bakalım, neyi yapmazmışım ben?

- Bir şey yok Hocam!

- Var var, anlat bakalım.

- Hocam, kardeşlerin olayından bizim de haberimiz var. Sınıf ikiye bölündü. Bir kısmı, “Cemal Hoca yapmaz” dedi. Diğer kısmı da “Yapmayan mı var? O da yapar?” dedi. Biz de heyecanla sonuçları bekliyorduk. Şimdi bizim dediğimiz oldu. Onu dedim arkadaşlara.

- Peki, otur bakalım.

Sene sonu sınavında bari geçse bu çocuk diye beklerken, Davarcı’nın sınava girmediğini gördüm. Abisi Matematik Hocasına sordum:

- Kardeşin sınava girmedi. Bir durum mu var?

- Hocam o burada okumayacak. Kaydını aldı liseye götürdü. O yüzden sınava girmemiştir.

- Deme yahu. Üzüldüm doğrusu…

Şimdi sözü tekrar Halil Beye bırakayım.

Bağırarak Bastırmak

“Şimdi hapı yuttuk” dedim içimden. Müdür Bey tam artist. Heykel gibi sakin duruyor. Hiç belli etmiyor ama içinden muhakkak bana “temizle bakalım yediğin haltı” diyordur. Neyse, Cemal Hocayı ikna edersek ne âlâ, yoksa bağırarak korkutup susturmak gerekecekti. Daha olmazsa mektepte bir tane hocası var, Ökkeş Karakoç Bey, o da komisyonda. En çok sevdiklerinden Hüseyin Aslantürk de komisyonda. Gerekirse onlara havale ederiz diyorum içimden. Bakalım şimdi ne diyecek?

- Emin olun arkadaşlar nasıl olduğunu ben de bilmiyorum, ama bu çocuk sınava girmedi. Sınav esnasında tutanağı tutan Hüseyin Aslantürk kardeşimdir. O hatırlamaz, ama ben iyi biliyorum. Çünkü arkasında bir hikâyesi var. Sonra abisine de sordum, “bu çocuk liseye gidecek, sınava girmedi” dedi.

Ben hemen bastırmak ve sindirmek için atıldım:

- Ne yani, ben mi verdim bu notu?

- Yok Hocam, öyle demek istemiyorum. Ben sadece şunu söylüyorum: Bu çocuk sınava girmedi. Bu notu almış olamaz!

- Böyle demek, “bu notu siz vermişsiniz” demektir. Gel bakalım buraya. Bak bakalım, şu imza ve parafa senin değil mi?

- Tamam, benim.

- Daha ne?

- Yahu Hocam, bilmiyorum. Sadece anlamaya çalışıyorum. Bu çocuk kesin sınava girmedi. Bildiğim sadece bu. Bakın, “ben bu çocuk ille de sınıfta kalacak” da demiyorum. Siz ve komisyon isterse bu durum kabul edilir ve bu çocuk bu dersten geçer. Ben bunu sorun etmem. Bir şey yapmak istiyorsanız, buyurun yapın. Benim dediğim tek şey, bu çocuk sınava girmedi.

- Allah Allah! Adama bak yahu! Tutturmuş bir “sınava girmedi”. Şimdi bir daha bak şu evraka. Bu imzalar sizin değil mi? İşte şu imza senin değil mi?

- Evet, benim. Ama Hocam neden anlamıyorsunuz, bu çocuğun sınava girmediğini abisi de biliyor. İhtimal dışardadır. Çağırın gelsin, ona da sorun lütfen.

- Sen onu bunu boş ver. Bu imza senin mi, değil mi?

- Yahu benim ama imza dediğin nedir? Her zaman benzeri atılır.

O zaman tam sırası gelmişti. Hışımla ayağa kalktım ve bağırdım:

- Lan sen bana “sahtekâr” mı diyorsun? “Yerime imza attın” mı diyorsun?

- La havle vela kuvvete illa billah. Yahu Hocam, nereden bileyim ben kimin attığını? Bildiğim tek şey, bu çocuk sınava girmedi. Buna rağmen “girdi” diyorsanız, baştan dedim, benim itirazım yok. Demez olaydım, nerden dedim yahu. Girmedi işte. Bu çocuk sınava girmedi.

O zaman Müdür Bey devreye girdi ve ona bağırarak gözünü korkutmak istedi. Arkadaş, çetin cevize çatmıştık, o da aynı tonda Müdüre bağırmasın mı? O bağırdı bu bağırdı, odada sesler yükseldi, söz ayağa düştü, büyük bir rezalet yaşandı. O zaman müdür son defa bağırdı:

- Derhal zabıt tutun. Bu komisyonu dağıtacağım. Bakalım her birinin soluğu nereden gelirmiş? Böyle komisyon mu olur yahu?!

Yahu arkadaş, hiç ummazken iş büyüdü de büyüdü. Bir avuç kartopu yuvarlandı, koca bir çığ oldu, komisyonu da bizi de altında ezecek. İçimden gerçeği biliyorum, ama diyemiyorum ki. Artık Müdür Beyin iş bitirme kabiliyetine havale ettik. O zaman Müdür Bey odasına Ökkeş Karakoç Beyi çağırdı.

- Bu işi halledin, böyle imzalar atılmış, kimse itiraz etmesin, biz de soruşturma açmayalım. Hepimiz de kurtulalım bu beladan. Git konuş lütfen şu talebenle.

- Olur Hocam, o beni kırmaz, hallederiz.

Nitekim az sonra geri geldi ve “tamam” dedi. Biz de rahat bir nefes aldık. Allah var, adam zaten baştan demişti: “Bir şey yapmak istiyorsanız benim itirazım yok” diye. Ama arkadaş nasıl deriz “biz böyle böyle yaptık” diye?”

Öğretmenlerin Günahı

Evet, aynen öyle olmuştu. Biz komisyon olarak dışarı atılınca kendi aramızda konuştuk biraz. Diğer komisyon üyeleri de şaşkındı. Olayı hiç fark etmemişlerdi. Benimle idare arasında kalmışlardı. Biraz yorum yaptık. Artık ne olacaksa olacaktı. Ben de çantamı aldım, okulu terk edip evime gitmek için dışarı çıktım. Birden bir ses duydum. Çağıran Ökkeş Bey Hocamdı.

- Cemal’im, ne olmuşsa olmuş. Sen buna itiraz etme. İmzalar aynen devam etsin, bu olay da olmamış sayılsın. Daha fazla başımız ağrımasın.

- Tamamdır muhterem Hocam. Benim buna daha baştan itirazım yoktu. Bunu açıkça söyledim ya onlara! Şimdi niye itiraz edeyim! Hiç mi hatır için not vermiyoruz! Bu da öğretmenlerin meşhur günahıdır maalesef. Allah affetsin.

Bu meseleyi böylece savdık. Şu insanoğluna bakar mısınız, yok yerden kendi başına ne dertler açıyor?

Şimdi yıllar sonra Halil Hocam bunları anlatınca benim de içim rahatladı. Çünkü o olay öyle muğlak kalmıştı. Demek herşey Halil Hocanın merhametinden kaynaklanmıştı. Ama doğrusu usül yanlıştı. Atalarımız “vüsulsuzluk usulsüzlüktendir” derler. Bir usulsüzlük bize ne acılar yşatmıştı istemeden de olsa. Bir hayret ettiğim mesele de Halil Hocam yıllarca bunu nasıl içinde tutmuş, bir punduna getirerek bize anlatmamıştı!

Yeri gelmişken söyleyeyim, her meslekte bir iç dayanışma vardır. Hepimizde az çok bir adam kayırma, torpil yapma işleri sıradanlaşmıştır. Bizim meslekte de sevdiğin bir hoca veya başkası gelir, bir öğrenci için not ister. Sen de kıramaz verirsin. Yoksa etrafında kırmadığın kalmaz. Hatta öyle arkadaşlar var ki bunu ömür boyu unutmaz. Soğukluğu devam ettirir. Değer mi buna?

Düşünüyorum da “değmez” diyorum. Her isteyene bu yapılmaz, kardeşim örneğinde olduğu gibi. Ama bazen de yaşadığımız bu olay gibi, daha büyük zarardan kurtulmak için yapılır diyorum. Malum, Mecelle kaidelerindendir, iki zarar bir araya gelirse, ehveni ve azı tercih edilir. Biz de zaman zaman böyle istemediğimiz notları vermek zorunda kaldık. Onlar için “Allah affetsin” diyerek tövbe ediyorum. Bu konuda temel ilkelerimizi şöyle bir hatırlayalım mı?

Mecelle’nin başında bazı “külli kaideler” vardır. Bunlar meseleleri halletmede yol gösterirler. İşte bazıları:

18. Madde: İş daralınca genişletilir.

19. Madde: Zarar vermek de, zarara zararla karşılık vermek yoktur.

20. Madde: Zarar izale edilir.

21. Madde : Zaruretler, yasak olan şeyleri muhab kılar.

22. Madde: Zarureten mubah olan şey, zaruret miktarınca takdir edilir.

26. Madde: Umuma zarar veren şeyi def için, hususi zarar tercih edilir.

27. Madde: Şiddetli zarar, daha hafifi ile izale edilir.

28. Madde: İki fesat tearuz edince (çakışınca), hafif olanı işlenmekle zarar bakımından büyüğüne riayet edilir.

29. Madde: İki şerrin en hafifi tercih edilir.

30. Madde: Fesadı def etmek, menfaati celb etmekten daha evladır.

31. Madde: Zarar imkân miktarıyla def edilir.

 

Müdürlerin Değişimi

 

Hükümet bir karar almış, yerinde beş yıldan fazla görev yapan müdürleri karşılıklı vilayetlerle değiştiriyordu. Bu münasebetle Sait Beyi Ordu İmam hatibe, oranın müdürü Ali Deniz Beyi de bize tayin etmiş. Sait Bey buna çok üzüldü. Gitmeye yakın bir zamandı. Okulun ileri gelen öğretmenleriyle odasındaydık. Bu kararın yanlışlığını anlattı. Teselli etme babında Hüseyin Bahar dedi ki:

- Maksat hizmet değil mi hocam? Biraz da oralara hizmet edersiniz. Kim bilir, bunda da nice hayırlar vardır.

Müdür Bey üzüntüsünden mi, yoksa bilmediğim başka bir sebepten mi, hiç ummadığımız dehşet verici bir cevap verdi.

- Başlarım hizmetine!

Sonra sakinleşti ve o sözünü hafifletmeye çalıştı. Ama biz o söz ağzından çıktığı an yerimizde bir deprem yaşadık. Hemen onun ve kendimiz adına tövbe istiğfarda bulunduk. Ama kaderi ilahidir, sebebi hikmeti tam bilinmez, merhum ağzında çıkan bir yara ile kötü hastalığa yakalandı. Ordu’ya gitti ama çok kalmadı. O günlerde Ankara’da Diyanet Merkezinde karşılaştık. Saçları dökülmüştü tedaviden ve zayıflamıştı. Kucaklaştık ama adımı hatırlamadı. Söyleyince tanımadığına üzüldü. Ayaküstü sohbet ettik biraz. Ben de içimden dualar ederken doğrusu acı çekiyordum. Ayrılırken gençliğimde okuduğum bir romanın adı geldi aklıma, “Bir Devin Düşüşü”.

Aslında hizmet insanıydı ama bunu benim beraber olduğum yıllarda pek gönlünce yapamadı. Çünkü sıkıyönetim her işe burnunu sokuyor, işleri istedikleri gibi götürmelerine izin vermiyorlardı. Çok sıkı bir takip altındaydık. Buna rağmen, daha önce de söyledim, bize şunu demiştir: “Biz okulu selametle götürmeye çalışırken içeride talebeler size emanet. Sınıflarda onları bildiğiniz gibi yetiştirin.”

Bir gün öğretmenler kurulunda şöyle bir teklif sunmuştum:

- Biz okulda “Mesleki Tatbikat Kolu” olarak bir davet ve tebliğ olarak bir tebliğ ekibi oluşturalım. Kırk elli meslekçi öğretmen ve bir o kadar da başarılı talebeler olarak bu şehrin büyük camilerinde her ay aynı konuyu vaaz olarak işleyelim. Emin olun şehrin gündemini biz değiştiririz. Bu hem okulumuzu tanıtır ve sevdirir, hem öğretmenlerimize ilim ve itibar kazandırır, hem de talebelerimize meslek sevgisi vererek onları daha iyi yetiştirir.

- İyi diyorsun da Hocam, daha biz nasıl adım atacağımızı bilmiyor, on kere düşünüp atıyoruz. Bizi bize bırakmıyorlar ki! İnşallah o günler de gelir, ama henüz o ortamda değiliz. Ya sabır diyelim!

Daha sonra hükümet onu Gaziantep İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile taltif etti. Ama çok yaşamadı, o hastalıktan vefat etti. Tedavisi olmayan hastalıktan vefat edenler, malum, ikinci dereceden şehittirler. Evinde son ziyaretimizde ayrılırken elimi bırakmadı. Gözlerimin içine manalı ve mahzunca baktı. O bırakmadan ben de çekmedim ve hep dua ettim. Allah Teâlâ’nın sonsuz rahmetine gark olsun.