MUHAMMED GEVHER HOCA

Muhammet Gevher Bey, 2011 yılı haziran ayında Kahramanmaraş il müftülüğüne atanmıştı. Vefat ettiği gün 19 Eylül 2016 Pazartesi. Beş yıldır şehrimizde yaşadı. Zaman zaman camilerde, düğün salonlarında, iftar davetlerinde, vakıf ve derneklerin özel günlerinde, dışarıdan bir önemli insan geldiğinde, kutlu doğum törenlerinde bir araya gelir, sevgi ve saygı çerçevesinde sohbet ederdik. İkimizin de birbirine olan sevgisi samimi idi. zaten bundan başka ne olabilirdi ki? Sonra hoca efendi her cemaatin davetine gider, herkesi sevindirmeye çalışırdı. 

Yaman Bir Gündü

Bayram tatili sonrası ilk gün.  19 Eylül 2016 pazartesi. “Yoğun bir gün yaşayacağız” diyerek evden iki arabayla çıktık. Oğlum annesini de alarak, yakında olacak düğünü için tuttuğu evin temizlik ve döşemesi için oraya doğru yollandılar. Ben de oğluma “sanayide görüşürüz vesselam” diyerek yola çıktım. Sanayide kaportacı Ali Paçacı kardeşime vardım ve “bak bakalım şu arabaya, bize ne akıl verirsin?” dedim.

Şöyle bir baktı ve 

- Geçmiş olsun hocam, nasıl oldu bu?” dedi. 

- Bayramın ikinci günü, anamız ve akrabalarımızı ziyaret için Hartlap’a gidiyoruz. Yollar dolu. Önümde beş altı araba var. Birden önümdeki fren yaptı. Ben de yaptım bir kere. Baktım olmayacak, bir kere daha yaptım. Bu esnada arkadan gümbürtü geldi. Meğerse genç bir delikanlı, bizi geçmek niyetiyle iyice yaklaşmış. Sollamak isterken ben fren yapınca takip mesafesini korumadığından duramayıp bize vurmuş. İndik arabadan. Genç bir delikanlı. Yine o yaşlarda kızlı oğlanlı gençler. Kızlar tesettürlü. İçimden çok sevindim ve dua ettim. Oğlan mahcup tabi. 

- Geçmiş olsun, dedim. 

- Sağ ol abi, dedi.

- Var mı sizde bir cana zarar?

- Yok.

- İyi. Peki, niye takip mesafesini korumadın?

- Aslında sizi geçmek istedim. Onun için çok yanaştım. Ama siz fren yapınca kurtaramadım.

- İyi ama yavrum, altındaki arabayla bu kadar konvoy gibi giden arabaları nasıl geçeceksin? Benim önümde peş peşe giden beş altı araba var zaten. Aklın nasıl yattı bunları geçebileceğine? Biz geçmiyoruz, sana ne oluyor?

- İşte…

- Suçunu kabul ediyor musun?

- Evet, arkadan vurdum. Kabul ediyorum.

- Polis çağırmaya gerek var mı?

- Yok abi. Yalnız telefon ettim, abilerim gelecek. Az bekleyelim onları.

- Tamam. Oğlum siz ikiniz ilgilenin. Ben arabada annenize bakayım çok korkmuş mu?

                                   *  *  *

Biraz bekledik, babaları ve abileri geldi. Babasıyla uzaktan tanışırız. Bayramlaştık. Hal hatır sorduk. Adamcağız:

- Hocam bu çocuk da sizin gibi arabayı yeni aldı. Biraz kolay geçitten geçirirseniz iyi olur.

- Bakalım inşallah.

İşte böyle. Bak ustam. Arka kapı parçalanmış, delinmiş. Bence bu değişmeli. Sen ne dersin?

- Hocam, sigortaya bunu söyleriz. Kabul ederse ne ala. Değilse, ikinci el veya çakma kapı veriyorlar. Onu alacağınıza bu orijinali kalsın. Çünkü o tam oturmayabilir yerine. Biz bunu tamir ederiz, hiç bellisiz olur inşallah.

- İyi, yok servise gidersek onlar belki orijinal isterler ama şu gence de yazık. O da yeni almış arabayı. Çok zarar görmesin.

- Görmez hocam. Sigorta öder. Ama ondan sonra vergi esnasında çıkarırlar bunu.

- Peki anlaştık. Buyurun evraklar. Sizden haber bekliyoruz.

İlk işimiz bitmişti. İkinci işimiz Müftü Efendiyi ziyarete gitmek, bize bir ikramından dolayı teşekkür etmek idi. Fakat bir de baktık ki saat 11. 40 olmuş. “Artık bu iş öğleden sonraya kalsın” dedik.

 

Bekçi Kenan Efendi Ölmüş

 

Üçüncü işimiz, Mustafa Belkıran hocamın babası Kenan amcamız Pazar günü vefat etmiş, hiç haberimiz olmamış, onun taziyesine gitmekti. Onu öne alalı bari diyerek oraya doğru yollandık.

Bu da garip bir işti. Sabahleyin telefon ettim kendisine:

- Selam. Hani senin sık görüştüğün bizim kaportacı Ali Paçacı kardeşimizin telefonu lazım. Var mı sende?

- Yok. 

- Neyse, bulursam sana da veririm. Nasılsın, ne yapıyorsun? Baban nasıl?

- Babam sizlere ömür!

- İnna lillah ve inna ileyhi raciûn. Ne zaman?

- Dün.

- Niye haberimiz olmamış?

- Mesaj gelmedi mi?

- Hayır.

- Bilmem, bana geldi.

- Neyse, taziye nerede?

- Eski mahallemizdeki yerde.

 

 

Ah Babam Ah

Şimdi oraya doğru yollanırken mazi gözümün önünden akıp gidiyordu. Mahallenin “Bekçi Kenan”ı artık yoktu. Eşinin yanına gitmişti öteye. Mustafa hocam da anasız babasız kalmıştı dünyada. Artık o da öksüz ve yetim sayılırdı. Erginlikten sonra bunlar olmaz derler, ama hukuken öyle olsa da vicdanen ana ve baba kaybetmek bambaşka bir gedik açar insanın içinde. Hiçbir faydaları olmasa bile karlı bir dağdır ana baba insanın arkasında. Kaybedenler, bir müddet boşluğa yaslanır gibi bunu hissederler. Gün geçtikçe acısı artar içinde insanın. Gözleri dolar bir ana ya da baba türküsü duysa. Ben ilk defa şu türküyü dinlediğimde öyle olmuştum:

Sam yeli esti de yaprak döküldü,

Babamız öldü boynumuz büküldü.

Ölürken gözleri tavana takıldı.

Ah babam sağ olsaydı, köşede otursaydı,

Bir karlı dağ gibiydi, arkamızda dursaydı!

 

Yine efkârlandı gönlüm, sen geldin ya aklıma.

Sağken bilemedim, varamadım farkına.

Başıma bir iş gelse, sen koşardın yardıma.

 

Et yesem de canım babam, sen yoksun ya bugün açım.

Kurtlar sofrasına düştüm, nasihatine muhtacım.

Yokluk belimizi büktü, gönlümce yaşatamadım.

Ah babam sağ olsaydı, köşede otursaydı,

Bir karlı dağ gibiydi, arkamızda dursaydı!

 

Sonra Abdurrahman Önül’ün “Babam Neredesin?” ilahisi de içimizi yakmıştı:

 

Babam yanımda olsaydı

Hiçbir şeyim olmasaydı

Yaslandığım dağ gibiydi

Varlığı bana yeterdi.

 

Babam babam neredesin 

Sensizlik zor bilemezsin

Gel de gözyaşlarım dinsin 

Babam babâm neredesin.

Bin bir efkâr ve gözümüzün önünden bir filim gibi geçen hatıralarla çok yakın arkadaşımızın yanında oturduk kaldık. 

 

Acı Haber                              

Derken bir iki saat sonra hocama bir telefon geldi. Bana bakarak konuştular: Merak ettim haliyle. “Hayırdır?” der gibi gözlerimi diktim ona. Dedi ki:

- Sen adamın ziyaretine gideceksin ama adam ölmüş.

- Müftü Efendi mi?

- Evet!

- Nasıl olur yahu?

- Kalp krizinden!

- İnna lillah ve inna ileyhi raciûn.

İçim yandı. Vazife başında, gurbet elde gelen ölüm. Bir sürü planları, hayalleri bıçak gibi kesen, bütün lezzetleri anında bitiren ölüm. Duyunca derin bir sessizliğe adamı diri diri gömen ölüm. “Ya biz? Kim bilir nerede, ne zaman, nasıl?” dedirten ölüm.

                                   *  *  *

Oradan sağa sola telefon ettik. Cenaze morga kaldırılmış. Yola çıkan ailesi cenazeyi memleketi Adapazarı’na götürecekmiş. Şimdilik hiçbir program yokmuş. Yarın cenazenin kalkış saati bildirilecekmiş. Derken salalar okundu camilerde. Biz eve varınca internetten Maraş sitelerine baktık. Haberi önce “kalp krizi geçirdi” diye duyurmuşlar. Sonsa da vefatını. İşte o haberlerden birisi:

“Kahramanmaraş Müftüsünün Ölümü Sevenlerini Yasa Boğdu.

Geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Kahramanmaraş Müftüsü Muhammet Gevherin acı haberi ailesi ve mesai arkadaşlarını yasa boğdu. Kahramanmaraşta kalp krizi sonucu yaşamını yitiren İl Müftüsü Muhammet Gevherin mesai arkadaşları ile ailesi Necip Fazıl Şehir Hastanesi akın etti.

Necip Fazıl Şehir Hastanesi morgu önünde konuşan Müftü Vekili Davut Polat, "Müftümüz Gaziler Günü nedeniyle düzenlenen törene giderken yolda fenalaştığını kaydederek, "İl Müftümüz Muhammet Gevher hocamız bugün itibariyle vefat etmiştir. Bugün 19 Eylül Gaziler Günü münasebetiyle düzenlenen programa katılacaktı. Programa giderken fenalaştı ve hastaneye kaldırıldı. Kalp krizi geçirdiği anlaşıldı. Kendisi zaten şeker hastasıydı. Fakat müdahaleler olumlu cevap vermedi ve kurtarılamadı. Başımız sağ olsun. Cenab-ı Allah rahmet eylesin. Yakınlarına, ailesine başsağlığı ve sabırlar diliyorum" dedi.

Müftü Muhammet Gevhere hastanede müdahale eden Kardiyoloji Uzmanı Dr. Yunus Çelik ise Müftü Gevhere 45 dakika boyunca müdahale ettiklerini ancak sonuç alamadıklarını söyledi. Dr. Çelik, "Hastanın genel durumu kötüydü. Biz de kalp masajına devam ettik. Ancak hasta masajımıza yanıt vermedi. Yaklaşık 45 dakika masaja rağmen cevap alamadık" dedi.

İl Müftüsü Muhammet Gevherin naaşı ailesinin kararıyla defin edilecek.” (http://www.sondakika.com/haber/haber-kahramanmaras-muftusunun-olumu-seve... )

                                   

Ulu Camide Cenaze Merasimi

O gün camilerden salalar ve ölüm haberleri verildi camilerden. Millet bu ani ölüme üzülmüştü. Müftü Efendi camilerde namaz kıldırır ve Kur’an okurdu. Onun bu kıraatını halk severdi. Belki halk nazarında onu meşhur edecek çok icraatları yoktu ama Kur’an sevdalısı bir müftü idi. hocalarımızın iyi Kur’an okuyabilmeleri için kurslar açar, bunları devamlı kılmaya çalışır, o kurslarda bir öğretmen gibi derse girerdi. Bir iki kere ben aradığımda bugün adını verdikleri kurs merkezinde derste olduğuna şahittim.

Gece boyu ailesini düşündüm. Yakın zamanlarda bir iki akrabasını kaybetmişti. Biz de taziyesine gitmiştik. Şimdi ailesi Maraş’a gelmek için yollardadır acıyla. Kim bilir eşi ve çocukları ne haldeler. Biz ailecek gidip gelmezdik. İçimden lojmanına gitmek geldiyse de, “şimdi müftülük personelinden ev doludur” diyerek vaz geçtim. Müftülükte bir program var mı diye bir iki imama sordum. Yok dediler.

Öğle ezanına bir saat kala ulu camiye vardım. Çok kalabalıktı. Görev başında ölen bir daire amiri olunca devlet erkânı da oradaydı. Polis ve asker kapları tutmuş, avluya arayarak alıyorlardı. Bir polis yaklaştı yanıma saygıyla ve gülerek:

- Hoş geldiniz hocam!

- Sağ olun, teşekkür ederim.

- Nasılsınız?

- Elhamdülillah!

- Buyurun girelim.

Elimi bırakmadı. Arkadaşları da üstümü aramadı. Millet avluda ve içerde idi. ben de camiye girip oturdum. İmam odası resmi olur diyerek oraya gitmedim. Gözlerimi yumdum, “sevabı merhuma” diyerek tespihe yumuldum. Hatıraların arasından atlayarak yürüdüm gittim. Ta ilk güne varmışım. 

                                   

Yeni Müftümüz Muhammed Gevher Hoca

2011 yılı haziran ayında Kahramanmaraş il müftülüğü bizi davet etmişti. Bizi, yani camilerde fahri vaizlik yapanları. Bununla ilgili bir toplantı istemiş yeni atanan müftümüz Muhammet Gevher Bey. Biz de “iyi oldu. Hem de tanışırız bu vesileyle” diyerek gittik. 

Maalesef Emekli Müftü Ahmet Gülnar Hocadan başka kimse yoktu. Varsın olmasın, biz ikimiz birbirimize alışığızdır. Saatlerce sohbet eder, doymayız. Ben ilk öğretmen olarak Andırın Lisesine atandığımda o da orada Müftü idi. beraber Mülteka’dan fıkıh dersi yapardık. Çok akşamları ailecek beraber olurduk. Çok hatıralarımız vardı ve biz onları yad ederken yeni müftü yanımıza geldi.

Uzun boyu, ölçülü vücudu, şakaklarına kır düşmüş saçlarıyla karizmatik birisi intibasın verdi bize önce. Hoş beşten sonra önce özür diledi. “Gelen gidenler oluyor, sizinle toplantıya katılamayacağım. Arkadaşlarımız ilgilenecekler. Beni mazur görün” dedi ve gitti. Eh, vaziyeti kurtarmıştı. Yoksa deminden beri içimizde bu soru yankılanıp duruyor ama cevap bulamıyordu.

                                   *  *  *

Sonra daha yakından tanıştık, bazı meclislerde beraber bulunduk, birbirimize tatlı iltifatlar yaptık. Devran bir türlü gitmiyordu haliyle. Bazı durumlar aramızdaki sevgiye gölge düşürmüyor da değildi. Hani biz Fahri Vaiziz ya. Ya cemaatten, ya kendini devlet sanan kişi ve kurumlardan şikâyetler gidiyordu her halde. Dikkatli olmamız, vaazı zamanında bırakmamız ve sıcak ve sevecen bir üslup kullanmamız hakkında uyarılar aldık önceleri. Tam ezan okununca vaazın bırakılması hariç, diğer uyarıları yersiz buluyorduk. Vaizin üslubunu vaazın konusu belirler. Kalpten, gönülden, af ve sevgiden bahsederken bağıramazsınız. Aynen öyle, cihattan, İslam düşmanlarından, münafıkların kurduğu tuzaklardan, ihlal edilen insan haklarından bahsederken de yumuşak ve sevecen bir dil kullanamazsınız. Yeri gelir kanarya gibi öter, yeri gelir top gibi gürlersiniz. Jestler, mimikler, el kol, kaş göz, olayı aynen yaşatır size. Hitabet budur. Böyle olursa cemaat saatlerce ilgi ile izler. Yoksa yaslanır bir duvara, uyur gider. Birisi dürtmese, namazı bile kaçırır yani. Bunları bana, yıllarca İmam Hatipte “Hitabet” dersleri vermiş kırk yıllık vaize bir müftü veya yardımcısının hatırlatması, hadi nazikçe söyleyelim, yersiz ve gereksizdir.

 

Acı Bir hatıramız

Yetmiyormuş gibi sevgili Gevher hocamızın zamanında bir kere kürsüden de indirildim. Neymiş? Vali Bey konuşmamızı beğenmemiş. Özeti şöyle:

Vali Şükrü Kocatepe[1] bir Cuma vaazında bizim vaaz verdiğimiz Medine Camiine gelir. Üst kata çıkar. Namazdan sonra ben biraz kürsü önünde otururum. Hem sorusu olan gelir sorar, tanışmak isteyen tanışır, hem de lüzumsuz musafaha törenini atlatır, hem de bazı dualarımı fırsat bulursam okurum. Ben oradayken üst kattan inmiş, imama beni sormuş, o da tanıtmış. Yine sormuş: 

- Neden hicretten bahsetti? 

- Ankebut Suresini tefsir ediyordu. Bugün sıra hicret ayetlerine geldi.

- Türkiye hicret edilecek yer mi?

O zaman şafak atmış imam sevgili Yakup Okur kardeşimizde:

- Zatı aliniz kimdir?

- Ben valiyim.

- Hoş geldiniz. Hocamı çağırayım mı?

- Hayır, çağırma, der ve gider.

Bana durumu anlattılar. Dedim ki:

- Yanlış anlamış. Hatta ben cemaate dedim ki, “Biz Osmanlı bakiyesiyiz. Balkanlardan, Kafkaslardan, Iraktan hep hicret ederler. Hatta Doğu Türkistan’dan, Sovyetlerden, Afganistan’dan. Siz bunlara yardım ederek “Ensar” olunuz.

Çok geçmedi, imam, utana sıkıla 

- Hocam Müftülük “vaazı bıraksın” dedi. Kusura bakmayın, ben bunu söylemeye utanıyorum, ama emir kuluyum, dedi.

- Sen hiç utanma. Asıl utanması gereken Vali ve Müftüdür. Bu onların yanına kalmaz. Bir müddet vaazı bırakalım. Soranlara sen anlatırsın.

Çok öfkeliyim tabi. Oturdum, Habervaktim sitemizdeki köşemizde bir yazı yazdım. Aynı yazıyı benim sosyal medyalarımda yayınladım. Olayı isim, zaman ve mekân vermeden yorumladım. Bir vali hangi hakla bir vaize “sen şöyle konuş, böyle konuş” diyebilir? Varsa bir yanlışı, davet eder, bir de çay ısmarlar, oturur konuşurlar. Bu kadar nazik değilse, çağırır Müftüyü, sorar öğrenir. Yanlış varsa kibarca düzeltilir. Yoksa sessizce geçiştirilir. Mesela bir vali hastaneye gidip de doktorların reçetesini eleştirebilir mi? Mahkemeye gidip de bir hâkime “bu ne biçim hüküm vermektir? Ben senin bu kararını beğenmedim” diyebilir mi? Yapamazsa, nasıl olur da bir vaize “ben senin bu sözlerini beğenmedim” diyebilir? Hala mı dine ve din görevlilerine müdahale? Ak Parti iktidarında bu ne rezalet? Hangi çağda yaşıyoruz. Vs. vs.

Sonra da müftülüğe gittim. Merhumun kapısını çaldım. Beni ayakta karşıladı. Kucakladı ve yer gösterdi. Çay kahve sordu. Bana olan sevgi ve saygısından bahsetti. Ama ben hala asık suratlıydım. Dedim ki:

- Hocam, sizinle benim vaaz verme hakkı olarak bir farkımız var mı?

- Hayır, yok.

- Ben de öyle biliyorum. Bu ülkede vaaz verme hakkı için iki şart geçerli. Bir: TC: Vatandaşı olmak. İki: Yüksek İslam Tahsili görmek.

- Evet.

- Peki, öyleyse, benim bu hakkımı kim gasp etti? Siz mi, herkesin hakkı korumakla vazifeli vali mi?

- Vali bey.

- Peki, ne hakla? Hepiniz idareyi benden iyi bilirsiniz. Yanlış yapanın önce bir savunmasını alırlar. Sonra ceza verirler. Niye benim savunmamı almadan cezalandırdınız? Sonra bir sözlü emirle hem de. Krallıkla mı yönetiliyoruz?

- Vali Bey çok kızgındı, üsteleyemedim. Ama biraz beklesen!

- Ne demek kızgındı? Niçin kızgındı? Haklı mıydı? Hiç biri değil. Hicreti benden iyi mi bilir? Ben hicret hakkında dört yüz sayfayı geçen kitap yazdım, ama henüz yayınlatamadım. Hicretten bahsetmek yasak mı? Yanlışım varsa, vaaz kasetim meydanda. Ben her konuşmamı kasete alıp yayınlıyorum. http://www.ilimistan.com sitemizde bütün vaazlarım var. Ben açık bir adamım. Sonra o adam cahildir, bilmiyor, siz niye beni savunmuyorsunuz?

- Hocam o da kötü bir adam değil. Yakında beraber umreye gittik.

- Bana ne umresinden? O adam resmen benim hakkımı gasp etti. Vaaz vermek benim hakkım. Bu hakkımı elimden almak zulümdür. Böylece o adam zalimdir. Zalim adam nasıl kötü olmaz.

- Yok, yok, iyi bir adamdır.

- O zaman buyurun bir randevu alın, beraber gidelim ve konuşalım.

- Şimdi olmaz.

- Ben yalnız konuşayım.

- Siz bilirsiniz hocam ama tavsiye etmem.

- Bakınız Müftü Efendi, aslında beni siz savunacaktınız meslektaşınız olarak. Ama olmadı. Fakat şunu biliniz, ben eski memur Cemal Nar değilim. Az çok yazarım. Hükümetin açığını arayan medyayı çağırır, bir basın toplantısı yaparım. Siz de artık bu haberleri gazetelerden okur, televizyonlardan izlersiniz. Bana bir şey olmaz. Ama siz ve vali bey bundan zarar görürsünüz. Çünkü haksızsınız!

- Lütfen böyle yapmayın. Az sabırlı olun. Ben bir çare bulurum. Mesela iki ay sonra Ramazan geliyor. Bu ayda fahri görev alacakların arasına sizi de yazarım. İmzalar çıkar. Tamam mı?

- Hocam, ben asla kavgadan yana değilim. Madem siz öyle söylüyorsunuz, ben de iki ay daha sabrederim. Tamam.

                                    

Müftülük Kolay Değil

O can sıkıcı toplantıdan sonra Ramazan geldi ve biz tekrar vaaza başladık. Her çıkan kitabımdan kendisine bir tane takdim ederdim. Sevinirdi. Takdir ve taltif ederdi. 

- Ben yaşça senden büyüğüm, ama ilmen sen benden büyüksün. Biz bu idare işlerinden okuyup yazamıyoruz.

- Aman estağfurullah hocam, lütfen. Sizin o tatlı Kur’an okuyuşunu yeter. Ne var ki idarecilik öyle bir şey ki adama okutmaz, yazdırmaz. Fakat onun da başka türlü hizmet güzellikleri var. Böylece hizmetler birbirlerini tamamlar gider.

- Haklısın hocam.

                                   *  *  *

Müftü olmak kolay iş değil. Devlet özellikle bina işlerinde maalesef Diyanetin yükümlülüğünü halkın üstüne atmış. Müftüler de bu işler için ister istemez zenginlere başvururlar. Bazen öyle olur ki, meslektaşlarından daha çok şehrin zengin ve eşrafıyla düşüp kalkma durumuna düşerler. Resmi törenler de buna eklenince, hocalar müftüleri hiç aralarında göremezler. Böyle olunca da ya “devletin adamı”, ya da “zenginlerin müftüsü” adını alırlar. Hiç kimse de onlara ne çektiklerini sormaz. Bence o ortamlar yerine müftüler de arar muhakkak meslektaşlarıyla hemhal olmayı, ama iş yoğunluğundan buna fırsat bulamayabilirler. Bunu bilerek biraz daha çabalamaları iyi olur düşüncesindeyim. Ne de olsa haklarındaki düşünce iyi değil. Bunu karşılıklı kırmamız gerekmez mi?

                                   *  *  *

Muhammet Gevher Bey, 2011 yılı haziran ayında Kahramanmaraş il müftülüğüne atanmıştı. Vefat ettiği gün 19 Eylül 2016 Pazartesi. Beş yıldır şehrimizde yaşadı. Zaman zaman camilerde, düğün salonlarında, iftar davetlerinde, vakıf ve derneklerin özel günlerinde, dışarıdan bir önemli insan geldiğinde, kutlu doğum törenlerinde bir araya gelir, sevgi ve saygı çerçevesinde sohbet ederdik. İkimizin de birbirine olan sevgisi samimi idi. zaten bundan başka ne olabilirdi ki? Sonra hoca efendi her cemaatin davetine gider, herkesi sevindirmeye çalışırdı. 

Son zamanlarda benim kendisinden bir ricam olmuştu.  Bana “elbette hocam. Size yardımcı olmaktan mutluluk duyarız. Bize biraz müsaade edin” demişti. Aradan birkaç ay geçti. Biz verdiği söze güvendiğimizden bir daha rahatsız etmedik. Rahmetli de unutmamış, elinden gelen gayreti göstererek bize yardımcı olmuştu. Duyar duymaz telefon açıp teşekkür ettim ve randevu istedim. Bana şu an Elbistan’da olduğunu söyledi. Başka bir zaman buluşmak üzere dedik ayrıldık. Yine bir gün yanıma son çıkan kitabımı da aldım, Müftülüğe gittim. Yerinde yoktu. Kitabımı “teşekkür ve hayır dualarımla” diye imzalayarak makamına bıraktım. Araya bayram girdi. Bayram sonrası ziyaret için evden çıktığımızda başımıza gelenleri yazının evvelinde anlatmıştım.

                                   *  *  *

Kahramanmaraş’ın müftüleri ile olan tanışıklık ve maceralarımızı yazsak tatlı bir kitap çıkar ortaya. Keşke zamanımız olsa da yazabilsek. Birisi bunu yaparsa yardımcı olmaya söz veriyorum işte. 

Kahramanmaraş’ın ilk üç müftüsünü tanımıyorum. Onlar Hasan Rafet Şeçkin (23.05.1924 07.06.1929; Hafız Ali Görgel (01.10.1929 - 30.12.1964); Fikri Tuna (06.01.1965 - 21.06.1965) hocalardır. Onlar hakkında da hayli duyduklarımız vardır. 

Onlardan sonra gelen Abdullah Edip Güvenen (07.01.1966 - 15.01.1971) merhumdan Muhammed Gevher hocamıza kadar olanları az çok tanıdım. Hepsiyle de acı tatlı hatıralarımız var. Dediğim gibi keşke bunları yazabilsek. 

Allah Teâla vefat edenlerin hepsine de rahmet eylesin. Sağ olanlara sıhhat, afiyet, selamet, saadet ve hidayetlerini artırsın. Hepimizi de cennetinde buluştursun. Âmin!

 

Cenaze de Bir Kader ve Meçhul

Nihayet ezan okundu. Ben de derin düşüncelerden başımı kaldırdım. Namazı kıldık. Avluya çıktık. Ön saflar dolmuştu. Arka bir safa durdum. Hava güneşlik. Önce Milletvekilimiz eski müftülerden İmran Kılıç Bey bir konuşma yaptı. Uzun bir konuşmaydı. Sistem Batıdan gelince, cenaze bile olsa, törenler Batılı tarzda oluyor maalesef. Bizim dinimizde cenaze başında nutuk atma yoktur. Bir an önce namazını kılıp mezara yetiştirmek vardır. Bu nutuk atma da maalesef devletin dayattığı bir bid’attır. Burada konuşma yapan kardeşlerimizi suçlamak, ayıplamak için söylemiyorum bunları. Çünkü bu aynı zamanda bir devlet törenidir ve onlar da bir usule uymak zorundadırlar. Yanlış bir adete dönüşmez inşallah.

Benim dizlerim ağrıdığından çiçeklik için çevrilen yerdeki prikete çöktüm oturdum. Keşke konuşmalar biraz kısa tutulsa ama herkes de maksadını iyice ifade etmeye çalışıyor, kime ne diyebiliriz ki? Derken namazı kıldık.

Bu sefer sözü Kayseri Müftülüğünden taze emekli Ali Maraşlıgil Hocamız aldı. O da bir hayli tanıttı merhumu. Yetmedi, bir de çevre vilayetlerden gelen müftülere seslendi: “Siz de konuşmak, bir şeyler söylemek ister misiniz?”

Bereket onlardan istekli çıkmadı. Cenazeyi omuzladılar. Dışarıda bekleyen arabaya koydular. Defin için ve Adapazarı’na doğru yola çıktılar. Cenazeyi mezara kadar götürüp gömmeye alışmış bizler, baka kaldık kafilenin arkasından.

Kim bilir biz de nerede nasıl ölecek ve cenazemiz nereden kaldırılıp nereye gömülecek? Kader-i ilahi meçhul! Gönlümüze kalsa, Medine deriz, Mekke deriz. Memleketimizde olsa herhalde Ulu Camiden kaldırılıp Şeyhadil’e götürürler. Şehir büyüdü, artık o bile meçhul. Meçhuller içinde yol alıp gidiyoruz. Bilmiyoruz son durak hangi limandır. Allah iman selameti versin, yüz akıyla göndersin. 

Amin!

----------------------------------------------------------------------------

[1] Şükrü Kocatepe (d. 1952 Uşak Türkiye), Türk bürokrat. 1973 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Çiçekdağı, Felahiye, Göle, Datça, Beyşehir ve Ceyhan Kaymakamlıkları, Ordu, Aydın illeri Vali Yardımcılıkları, Bitlis, Şanlıurfa ve Giresun Valiliklerinde bulundu. 7 Mart 2007 tarihli ve 26455 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Valiler kararnamesiyle Kütahya’ya vali olarak atanan Kocatepe, 17 Aralık 2010 tarihli Bakanlar Kurulu Valiler Kararnamesiyle Kahramanmaraşa Vali olarak atandı. 15 Eylül 2014 tarih ve 6780 nolu müşterek kararname ile Denizli valiliğine atandı.[1] 1 Haziran 2016 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan valiler kararnamesi ile merkeze atanmıştır.[2] Evli ve üç çocuk babasıdır. (https://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9E%C3%BCkr%C3%BC_Kocatepe