MÜLHİM HOCA

“Müzekkin Nüfus” okuyordum. Orada Kur’an okumanın faziletlerini okuyunca, Kur’an’a düştüm. Kur'an-ı Kerîmi okudukça iştahlandım ve bırakamadım. Gözlerim dayanamadı ve böyle oldu”.

Dedemin bir arkadaşı da Mülhim hocaymış. O Ceyhan nehrinin karşı tarafından Nedirli’denmiş. Bazen buluşurlarmış. “Kışın nehir coşkun da olsa onlar korkmaz, suya atılır geçerlerdi” diye duymuştum. Bazen hayalimde bozbulanık coşkun nehre girerek koca dalgaları yara yara karşıya yüzen üç dev adam canlanırdı. Allah için sevişmek ve ziyaretleşmek ne güzeldi!

Bu Mülhim hocayla tanışmamız çok enteresan ve çok ibretlidir. Bunu anlatayım: 12 Eylül İhtilali sonrasında askeri yönetimin belirlediği "Danışma Meclisi" tarafından hazırlanan anayasa, 7 Kasım 1982'de halkın oyuna sunuldu. Bu anayasa, yüzde 8,6 oranında "hayır" oyuna karşılık, yüzde 91,4 oranında "evet" oyu aldı. 1982 yılında yapılan ve aleyhte konuşmanın ve propaganda yapmanın yasak olduğu "güdümlü" referandumda, yüzde 92'lik "Evet" oyu ile büyük farkla kabul edildi. Halk oylamasında 'Hayır' oyu kullananları sandık başında baskı altında tutmak için rengi dışarıdan görünen oy pusulaları kullandırıldı.

İşte bu oylamadan iki üç ay önce biz dört arkadaş irşat ve tebliğ amacıyla Tekir ve çevresindeki köylere gitmiştik. Vardığımız yerlerde ekipten Domur Hocam ile Mahmut Doğan Hocamı tanıyorlardı. Fakiri ve Ali Seyyithanoğlu Hocamı tanımıyorlardı. Her köyde uğruyor, dostların evinde yatıyor, gece gündüz sohbet ediyor, geziyoruz. Her konuyu konuşmakla beraber daha çok dinimizi anlatıyor, sorulara cevap veriyoruz. Allah biliyor, biz bu oylamada “hayır” oyu kullanacaktık, ama gezimizin özel amacı bunu anlatmak değildi. Şayet sorarlarsa fikrimizi söylüyorduk, o kadar. Bu irşat hizmetlerinde yanlış anlama ve değerlendirmelerden kurtulmak maksadıyla mümkün mertebe siyasetten uzak duruyorduk. Ama o insanlar bizim bu konudaki görüşlerimizi zaten biliyorlardı.

Her neyse, katılanlarla beraber nihayet İmamının daveti üzerine bir akşam vakti o tarafın en yukarıdaki köyüne, Kocafakılar’a vardık. Ne kadar etmeyin dediysek de hemen bir davar kestiler. Biz günlerce sefer halindeydik. Birbirimize yakın sevgiden mi, ev özleminden mi, yaşadığımız çok tatlı hadiselerden hasıl olan sevinçten mi neyse, çok neşeliydik ve anlattıkça gülüyorduk. Hele o gün yaşadığımız bir olay aklımıza geldikçe, maalesef kahkahalarımıza mani olamıyorduk. O gün öğle üzeriydi. Yol üstünde uğradığımız bir durak yerinde bize teleme ikram ettiler. Hep beraber teleme yerken birisi bir fıkra gibi bir olay anlattı. Buna hepimiz güldük, ama Mahmut Hocanın ağzında teleme varmış gülerken. İster isteme telemenin hepsini karşısında oturan Ortaokul müdürü arkadaşımız Bekir Ayhan Hocanın resmi ve çok güzel, ütülü, tiril tiril elbisesine ve sinekkaydı tıraşlı yüzüne püskürtmesin mi? Zavallı Bekir Bey ne yapacağını bilemez halde şaşkın şaşkın bakıyor. Kızsa kızılmaz, sövse sövülmez, dövse dövülmez. Biz bir saniye durduk, amma ondan sonra Allah (azze ve celle) affetsin, zembereklerimiz boşandı. Hayatımda öyle güldüğümü hatırlamıyorum. Karnımız kasıklarımız ağrıyor ama biz gülmemize engel olamıyorduk.

İşte biz misafirliğin verdiği sevinç ve neşe içindeyken olayı yaşayanlardan birisi bu hadiseyi tekrar anlattı mecliste ve buna herkes gibi biz de epey güldük. Amma, koca bir köy odası dolmuş insanlarla. Oralarda her zaman olmayan bir olay bu; hocalar gelmiş ve herkes onları dinleyecek ve istifade edecek. Ben çok gülmenin kalbi öldüreceğini duymıuştum sevgili peygamberimizden[1] ama kendime de hâkim olamıyordum. Oranın yabancısı olduğum için biraz firenlemeye çalışsam da olmuyordu işte. Bu arada cemaatı kotrol etmek için etrafa bir göz attım. Herkes gülüyordu, ama meclisin orta bir yerinde diz üstü edeple oturan yaşlı bir adam hem gülmüyor, hem de acı acı bkıyordı bizlere. O bakışlar yaktı beni, çok utandım. Bütün gülme arzum gitmiş, içimi derin bir utanç kaplamıştı. Başımı öne eğerken o ihtiyar bir şeyler söyledi. Ben duymamıştım. Yanımdakine:

-Ne dedi? Diye sordum.

-“Hocalar bu kadar gülmez!” Dedi.

Meclisin havası birden değişti. Uzun bir sükûttan sonra hocalarımız hamdele, salvele ve istiğfar ile sohbete başladılar. Ben, bir köylüye sessizce:

-Kim bu efendi? Dedim.

-O’na Nedirli’den Mülhim Hoca derler. Hoca değil, ama derviş bir adam, dedi. 

Demek Köseli’deki dedemin arkadaşı Mülhim Hoca buydu. Eskiden Oraya “Heyik” derlerdi. Orda hiç sahiplenmedim. Sahiplenecek helimiz mi vardı ki? Neyse tatlı bir sohbet bu acıyı savdı hamdolsun. Biz gecenin sonunda sohbetten feyz ve huzur almıştık, inşallah o da huzurla ayrılmıştır.

İkinci Buluşmamız

Yılar sonra özel olarak emmimle beraber yaşadığı köyü olan Köseli’ye onu ziyaret etmek için tekrar gittik. Sorup soruşturduk, evini bulduk. Bizi eve aldılar, sofada ağırladılar ve “Genellikle az aşağıdaki bahçesine gider. Şimdi gelir dediler”. Bekledik. Geldi yavaş yavaş nihayet. Tanıştık, sohbet ettik. Bu ziyarete çok sevindi, çok dua etti. Bu arada göz kapakları tersine olarak dışarıya doğru düşmüştü. Gözü ve kapakları kıpkırmızı ortada idi.

-Nasıl oldu? Diye sorduk.

-“Müzekkin Nüfus” okuyordum. Orada Kur’an okumanın faziletlerini okuyunca, Kur’an’a düştüm. Kur'an-ı Kerîmi okudukça iştahlandım ve bırakamadım. Gözlerim dayanamadı ve böyle oldu, dedi.

O zaman içimde bir fırtına daha koptu. “Yazık bana” diye kendimi kınadım. “Günde bir cüz okumayan, Kur'an-ı Kerîmi terk etmiş sayılır” sözünü beğenip kendime düstur edeyim derken hala bunda tam başarılı olamamıştım. Vah bana vah!

Bizi va’zlardan tanıyan oranın eşrafından bir efendi köyde bizi görünce sevinçle sahip çıktı. Evine misafir etmek istedi. Biz teşekkür ederek asıl amacımızı söyledik. Sağolsun bize kılavuzluk etti ve tutup onun evine götürdü.  Sohbet boyunca da bizimle beraber oturdu. O efendi, hem onu konuşturmak, hem de mizacı gereği biraz gevezelik yapmak için altından üstünden sorular sorarak Mülhim Efendiyi konuşturmak istiyordu. Bizim tanımadığımız bir adamdan bahsetti. Şimdi Türkoğlu’nda oturuyormuş. Arkadaşıymış dervişin. “İşte O adam senin aleyhinde şöyle diyor, böyle diyor,” dedikçe, Mülhim Efendi her defasında “O adam şöyle iyi, böyle iyi birisidir” diyordu. Ne kadar çabaladıysa kimsenin aleyhinde bir kelime alamadı ağzından. Bu da bana iyi bir ders oldu ama, hangi dersten hakkıyla istifade ettik ki!

Epey oturduktan sonra ayrılmak için izin istedik. Ayağa kalktı. Orada vedalaşmaya razı olmadı. O yaşına rağmen merdivenlerden aşağıya kadar indi, avluyu geçti ve dış kapıya gelince bizi oradan yolcu etti. Sünnete uygun olarak misafirlerine hürmet ve hizmet etmişti.

-Artık yeter! Dediğimizde:

-Bilir misiniz bu ziyaretinizle ne kazandınız? Dedi.

Mübarek emmim “fazla mal göz çıkarmaz” demedi ve hemen:

-Evet bilirz, dedi.

Benim canım sıkıldı. Herkesle vedalaşıp yalnız kalınca emmime sitem ettim:

- İşin rast gele senin! Tamam bildiğin sende kalsın.  Ama işte bir bilgi fırsatı doğmuştu. Hele bir sor ki yeni bir şey öğrenelim, dedim.

- Yahu siz demez misiniz ki, Allah için ziyaretleşenlere onun rızası gerçekleşir ve cennetini lütfeder.

- Tamam deriz. Bu elde var bir. Ya bilmediğimiz başka bir mükâfat varsa? Ya bu efendinin kalbine daha başka bir müjde ilham edilmişse?

- Haklısın yahu! Ben böyle acelecilik ediyor, fırsatı kaçırıyorum. Beni niye uyarmadın?

- Fırsat mı verdin ki?

- Tuh yahu, iyi bir şeyi kaçırdık hakikaten…

İçimden düşüne düşüne yola revan olduk. Acaba ne kazanmıştık? Bunu onun ağzından öğrenemedik tabii. “Sormak ilmin kapısıdır” demişler. Müstağnilik mahrumiyet getiriyor işte. Kovayı çeşmeye boş götürmek gerekir. Dolu kovayla çeşmeye gidenin ne kârı olur ki?

 

[1] Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Çok gülmeyiniz! Çünkü gülmenin çokluğu kalbi öldürür.” (İbni Mace 4193) ancak gülmek ve ağlamak insan fıtratındandır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: “Doğrusu güldüren de O’dur ağlatan da.” (Necm 43) Ancak unutmayalım, Sevgili Peygamberimiz (sav) Efendimiz insanlar arasında iken mütebessim ve neşeliydi. Arkadaşlarının neşesine ortak olurdu. Ashabının asık suratlı olmasını istemez, kâfirlerin İslam’ı kasvetli bir din olarak tanımasından hoşlanmaz, yerinde gülüp eğlenmeyi tavsiye ederdi. Gülmenin maddî ve manevî insan sağlığına iyi geldiğini de biliyoruz. Ancak her şeyin aşırısı gibi gülmenin ve eğlenmenin de aşırısı iyi değildir. Bu işte de itidal ve orta yolu tutmak, ifrat ve tefritten kaçınmak gerekir. Bu yüzden çok güldüren ve komiklik yapan aşırı şakacı şahsiyetlerden sakınmak, o türlü meclislerden uzaklaşmak, yeri geldikçe münasip bir şekilde onlara ve onlarla oturanlara nasihatlerde bulunmak gerekir. Özellikle âlimler, davetçiler, nasihatçılar ve yöneticiler aşırı gülmekten kaçınmalıdırlar. Zira bu tür gülmelerin kötülüklerinden biri de insanın şahsiyetini sarsar ve gözden düşürür. Böyle durumlarda Allah Teâlâ’yı ve ahireti düşünmek, yüklendiğimiz emanet ve sorumluluğun muhasebesini yapmak faydalı olur. Konuşurken böyle bir durumla karşılaşıldığında sesli olarak Kur’an okumak, manasını açıklamak, konuyu değiştirmek veya zikir, istiğfar ve selavat getirmek iyi olur.