OSMAN KAYA BEY

Nasıl olur da bir mü'min, şeriata davet edildiği zaman icabet etmez veya şeriatın hükmünü kabul etmez! Olacak şey değil! Osman Efendi bunun bilincinde olarak itiraz etmemiş, din ve dünya adına kazançlı çıkmıştır. Çünkü şeriata uymanın sonu muhakkak kardır, kazançtır.

Lokanta çalıştıran Osman Kaya Bey önceleri Almanya’da imiş. Sonra geldi, hazır dükkânına lokanta dükkânı açtı. Sakin, sessiz, hayâlı ve mütebessim bir hali vardı. Leyla isimli çok hanım, ağırbaşlı bir kızı vardı öğrencilerimizden. Damadım Murat Hoca Nusaybin’de öğretmenlik yaparken ailecek ziyarete gitmiştik. Bu arada Müftülüğü ziyaret ederken bir Maraşlı polisle tanıştık. Laf lafı açarken Leyla kızımızla evli olduğunu öğrendim. Çok sevindim. Bizi ısrarla evlerine davet ettiler. Misafirleri olduk. Geçmişi yadeden tatlı hatıralarla dolu çok güzel birkaç saat yaşadık.  Bu arada öğrendim, babası vefat etmişti.

Cehaletin İhaneti

Osman Kaya abimizin münasebetiyle yaşadığın bir olay vardır. Çok acı bir olay. Eğer İslam iyi bilinmezse, sözde hayatlarını İslam'a hizmete adamış insanların bile, güya iyilik yapar gibi, dine karşı ne kadar büyük bir cinayet ve ihanet içinde olabileceklerini gösteren bir olay. Bir ders olsun ve ibret alınsın diye bu olayı Kısaca anlatayım.

Osman Bey'in üzerine ev kurduğu arsa, aslında kendisine hizmet ettiği bir adamınmış. Bu adam beraber çalıştıkları ve aynı partiye oy verdikleri dönemlerde bu arsayı ona vereceğini söylemiş veya hediye etmiş. Orasını şimdi tam hatırlayamıyorum. Çok da önemli değil. Sonra o adam başta siyaset olmak üzere bazı meseleler yüzünden Osman Efendiye kızmış ve bu arsayı bir başkasına satmış. Ama bu arada arsanın üzerine ev yapılmış. Adam bunu bilerek satıyor. Aradan yıllar geçmiş. Arsayı satın alan da orada bir memur. Adam arsasını istiyor. Osman Efendi de burası bana ait diye vermek istemiyor. Sonuçta adam “Buyurun Allah'ın şeriatına” dedi.

Öyle olunca Osman Efendi de kendince İslam davasını hizmet eden bir dindar insan olarak bu davete icabet etti. Müftülüğe giderken ben de mecliste idim. Birkaç arkadaş bana da “hadi beraber gidelim” dediler. Ben de dini bir tecrübe yaşamak, bir şer’î mahkemeye şahitlik etmek ve muhakeme usulünü görmek için onlarla beraber gittim.

 Müftü Efendi Ahmet Gülnar Hocaydı. Her iki tarafı da dinledi. Kendince sorular sordu. Deliller belgeler şahitler istedi. En sonunda, bu arsanın, sahibi tarafından satılan adamın hakkı olduğunu ifade etti. Buna göre bizim dostumuz davayı kaybetmişti. Allah razı olsun, hiç itiraz etmedi. Kara kara düşünerek müftülükten ayrıldık. Gerçekten de zor bir durumdu. Arsanın üzerine ev yapılmış ve yıllardır içerisinde ailesiyle oturuyordu. Böyle bir durumda Osman Efendiye düşen, “ şeriatın kestiği parmak acımaz” diyerek, fetvaya uymaktı. O bunu başarmıştı. İçimden onu takdir ve tebrik ediyordum. Bize düşen de onu teselli etmek, musibetin sabırla karşılamasını tavsiye etmek, maddi bir sıkıntısı varsa elimizden geldiği kadar yardımcı olmaktı.

Cehalet Fitnedir

 Böyle duygular içerisinde müftülüğün de içinde bulunduğu hükümet konağını terk ettik. Caddede hep beraber gidiyorduk. O sırada Milli selamet partisi İlçe Başkanlığı'nda görevli bir arkadaşımız Osman Bey'e yaklaştı ve şöyle söyledi:

- Arkadaşım hiç kafanı yorma. Bu adam ziraat mühendisi değil mi?. Tarım Bakanlığı da bizim partide. Şimdi biz bu adamın tayinini doğuda uzak bir yere çıkarırız, başı derdine düşer. Seni de arsayı da unutur. Davasından vazgeçerse belki yardımcı da oluruz. Bu konuyu bir şekilde hallederiz. Sen hiç üzülme!

Allah Allah! Bu ne demekti yahu? Bu nasıl bir şuursuzluktu?  Bir Müslüman İslam mahkemesine karşı nasıl böyle bir tavır takınır bilirdi? Biz bu cahil adamlarla mı İslam toplumunu inşa edecek, İslam devletini kuracaktık?

Aman Allah'ım, işimiz ne kadar zordu! Bunları düşünürken sanki birden gözümün önünde bir Bunları dinlerken, aklıma asrısaadette geçen bir olay geldi.[1]

İslam Mahkemesi Ve Şeriat

"Hz. Zübeyr Efendimizle bir Ensari efendimiz, "bahçe sulama" meselesinde anlaşmazlığa düşerek Hz. Peygamberimizin muhakemesine gelirler. Çünkü Kur'an müslümanlara şu kesin emri vermektedir:

"Ey mü'minler! Allah'a mutlak itaat edin, Peygambere de mutlak itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey de çekişirseniz - Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız- onun hallini Allah'a ve Peygambere bırakın. Bu hayırlı ve netice itibariyle en güzelidir"[2].

Evet, Rasulullah Efendimiz, meseleyi dinleyince, Hz. Zübeyr'e;

-Bahçeni sula, sonra suyu çok bekletmeden komşunun bahçesine salıver, der.

Kurtubinin izahına göre efendimiz burada sulhu gözetmiş ve bahçesi suya daha yakın olduğundan öncelikle Zübeyr’e "sen sula" demiş ama ona da "hemen komşuna gönder" demekle haklı olmasına rağmen müsamaha ve kolaylık gözeterek acele etmesini, hurma bahçelerini sulamada adet olduğu gibi arkları şişire şişire sulamamasını tavsiye ve teşvik etmiştir. Fakat hasmı bunu işitince razı olmamış ve kızarak kendisine yakışmayan, çok tehlikeli bir sözü söyleyivermiş:

-Zübeyr halanın oğlu olduğu için mi Ya Resulallah?

Bu çirkin cevap karşısında efendimizin rengi atmış ve ona kızarak Zübeyr’e dönüp:

-Ya Zübeyr, bahçeni iyice sula, sonra suyu hapset, hurma ağaçlarının köklerine erişmedikçe bırakma. Su hakkından tamamıyla istifade et, buyurdu. Yani hakkını sonuna kadar kullanmadan suyu salıverme demek istedi.

Bu olay üzerine hemen şu ayetler inivermiş:

-"Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri şey­ lerde seni hakem tâyin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olamazlar"[3].

Kurtubi, "Allah'ın kanunuyla hüküm veren bir hâkime razı olmayan ve o konuda onu reddedip taşlayan insan, mürted, yani kafır olur ve derhal tevbesi istenir. Amma hükmü değil de sadece hâkimin kendi şahsını taşlarsa ona tazir cezası gerekir" diyor.[4]

Adını kesin olarak bilemediğimiz bu sahabenin kalbindeki imanı Resulullah çok iyi bildiğinden ve bir rivayette ehl-i bedirden olduğundan dolayı onu tekfir etmemiştir. Ama şüphesiz bu davranış, yani hükmünden dolayı Hz. Resulullah'ı itham ediş, İmam Nevevi'nin ulemadan kesin nakline göre, ondan sonrakiler için "riddet", yani “dinden dönüş, kâfir oluş” kabul edilmiştir.[5]

Nasıl olur da bir mü'min, şeriata davet edildiği zaman icabet etmez veya şeriatın hükmünü kabul etmez! Olacak şey değil! Osman Efendi bunun bilincinde olarak itiraz etmemiş, din ve dünya adına kazançlı çıkmıştır. Çünkü şeriata uymanın sonu muhakkak kardır, kazançtır. Ne yazık ki onun cahil arkadaşı şeriatın hükmüne itiraz etmiş, kendi ayakları kaydığı gibi, dostunun ayaklarını da kaydırmak istemiştir. Sanki onu şeriatın hükmüne rıza göstermemeye davet edercesine söylediği kışkırtıcı sözler, bu ülkedeki dindar insanların dini bilme ve yaşamada ne kadar bilgi ve bilince muhtaç olduklarını göstermektedir. Üstelik bunlar, güya İslam devleti kurarak İslam hukukunu yeniden hâkim kılma mücadelesini veren, bu yüzden her yaptıklarını cihat kabul eden bir partinin önde gelen insanlarıdır.

İslam’a Davet Ve Siyaset

Eğer davamız İslam’ın yeniden hâkimiyeti ise, önce bunu, partisi ne olursa olsun, müslüman halkımıza doğru bir bilgi ile ulaştırmamız lazımdır. Yoksa işte bu cahil insanlar bilmedikleri ve bilmeden reddettikleri şeriattan insanları soğuturlarken, hem kendilerine, hem başkalarına, hem de o ulvî davalarına zarar vereceklerdir. Maalesef siyaset böyle giderse bir gün din adına yeni vebal ve sapıklıklara sebep olunacaktır. Öyleyse İslam ve ona davet ile siyasetin birbirinden ayrılması gerekir.

Siyaseti herkes yapabilir. Fakat İslam’a davet işini ancak onu bilen ve yaşayan ehil insanlar yapmalıdır. Yoksa yanlışların faturası İslam’a kesilebilir. Siyaset yoluyla dine ve dindarlara hizmet etmek isteyenler de mutlaka bir yandan dini doğru bilmeye gayret ederlerken, bir yandan da onu tebliğ eden âlimlere, hocalara, mürşitlere saygılı olmak zorundadırlar. Ne var ki ülkemizde yanlış yapılan bir durum da odur ki siyasiler, âlimleri, hocaları kendilerine teslim olmaya davet etmektedirler. Ancak ondan sonra beraberce dine hizmet edilebilirmiş. Yoksa bu bir korkaklık ve cihattan kaçma imiş. İşte bu düşünce maalesef bir fitnedir ve bir çok insanı ulema düşmanı yapmıştır. Bir partiye teslim olan âlimin oradaki kıymeti ancak o partiye itaat ettiği kadardır. Değilse, en ufak bir muhalefette dışlanır ve pili biter. Allah aşkına, bu davranışta kaç yanlış vardır, hiç düşündük mü?

Evet, bu olay da bana fiilî siyaset ile İslam davet ve tebliğinin birbirinden ayrı yapılması gereğini öğreten, bu yöndeki düşüncelerimi pekiştiren bir olay olmuştur.

 

 

[1] Bu olayı birçok tefsir ve hadis kitaplarında bulabileceğimiz gibi Kurtubi Tefsirinin 5. cildinin 266. sahifesinde ve Sahih-i Buhârî muhtasarı Tecrid-i Sarihin Terceme ve Şerhi"nin 7. cildinin 220. sahifesinde görüyoruz.

[2] Nisa: 59

[3] Nisa: 65

[4] Kurtubi a.g.e. 5/267.

[5] Zebidi. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecvid-i Sarih Terceme ve Şerhi. Diyanet Yay. 7/223.