RAMAZAN PAK HOCA EFENDİ

Ramazan Hocam bilgili bir insandır. Kendi alanında iyi kitap tanır, maddi imkanları dahilinde önemli eserleri alır ve okur. Aşırılıkları, sıra dışılıkları, sivrilikleri yoktur. Sınırları bellidir. Daima orta yoldadır, uyumlu bir insandır. Rahat tartışılır. Mütevazı, vakarlı ve ciddidir. Bilgisiyle çalım satmaz, bunu bir gurur vesilesi yapmaz. Dava adamıdır. İdeali için çabalar didinir, çile çeker. Hizmetten kaçmaz, izzetlidir, karşılık beklemez.

Kesişen Hayatlarımız

Muhterem Ramazan Pak Hocamız ile hayatımızın bir hayli kesişen noktası vardır. O da benim gibi 1955 yılında, Kahramanmaraş’ın Sarıçukur köyünde doğmuştur. Benim gibi ilköğrenimini kendi köyünde başlamıştır. Ben garip bir sebepten ötürü Maraş Dumlupınar ilkokulunda bitirdim.

İmam-Hatip Lisesini o 1973’de Kahramanmaraş’ta, ben Diyarbakır’da tamamladım. O 1977 yılında Konya Yüksek İslam Enstitüsünü bitirdi, ben Kayseri’dekini bitirdim.  Aynı yıl memur olduk. O Erzincan Atatürk Ortaokuluna atandı, ben Andırın Lisesine.

Yine beraberce 1980 yılında Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesine meslek dersleri öğretmeni olarak tayin edildik.

Dikkat ederseniz aynı yıl doğduk, aynı yılda farklı İmam Hatip Liselerini ve Yüksek İslam Enstitülerini bitirdik, aynı yıl, belki aynı ayda Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesine tayin olduk ve yıllarca birlikte aynı dersleri okuttuk.  Zihniyet dünyamız, olaylara bakış açımız, ilim anlayışımız, siyaset ve dünya görüşümüz, devlet ve medeniyet tasavvurumuz, beğendiğimiz ve etkilendiğimiz insanlar ve eserler, düşmanlarımıza tepkimiz neredeyse aynı diyecek kadar benzer. Bu kadar birlikteliği olan insanlar, elbette birbirlerini çok sever, sayarlar. Yüce Allah hepimizi de kendisi için sevişenler arasında haşretsin ve arşının gölgesinde gölgelendirsin. Amin.

Mutlu Bir Baba

Ramazan Hocamız halen öğretmen olarak aynı okulda çalışmaktadır. Evlidir. Mutlu yuvaları, bizim de çok sevdiğimiz oğulları Harun ile taçlanmıştır. Harun, ailenin biricik evladıdır. Bizim de yanımızda kıymetlidir. Onu ileriki yıllarda olgun ve hizmet ehli bir insan olarak göreceğimizden hiç şüphem yoktur. Allah ona hayırlı bir eş ihsan etmiştir. Şimdi Ramazan Hocamızı evinde torunları ile oynayıp gülerken gördüğümüzde biz de mutlu olmaktayız. Bu mutluluğunun sıhhat ve afiyetle devamına dualar ederiz.

İyi Bir Fakih

Hocamız aramızda fıkıh derslerine temayülü ile temayüz etmiştir. Dolayısıyla aramızda fıkhi bir mevzu olsa “fakih / fıkıhçı burada” der, sözü ona bırakırdık. Ondan önce cevap veren de olurdu bazen dayanamayıp, ama az sabırlı olursak, detaylı bilgiyi yine ondan alırdık. Zaman zaman itirazlar ile konuyu derinleştirdiğimiz de olurdu. Sonuçta her zaman temel kitaplarımız hakemlik ederdi. Ama onun kendine göre yorumları bize zevk verir, “fıkıh bilme” veya “fıkıh meselelerini ezberleme” ile “tefakkuh” arasındaki farkı görmekten mutlu olurduk.

Bu alanda basılmış iki de eseri vardır. Önce güzel bir ilmihal ihtisarı sayılan kitabı “Fıkıh ilmihali” 1997’de basıldı. Sonra bu fıkhın tarihi ve usulünü açıklayan “Fıkıh Usulü” isimli eseri 2004 yılında basılmıştır.  Aramızda “eser sahibi” arkadaşımız olmakla da bizi sevindirmiştir. Fakat çeşitli sebepler yüzünden bu telif çalışmalarının devamı gelmemiştir. Bu iki eserini daha da genişletip güzelleştirme gibi bir niyeti her zaman vardı.

Bir Eksikliğimiz

Öğretmenler o kadar bilgi verirler de neden kitap yazmazlar?

Bence büyük bir sorun bu. Kendi hayatımda da bunu gördüm. Her sene okulda farklı bir ders almak isterdik. Her dersimizin en temel birkaç eserini de sene başında okur bitirirdik. Yıl boyu kullanacağımız bilgileri daha baştan bilmeye gayret ederdik. Öğrenci soru sorduğunda bizim “bilmiyorum” dememizi zül sayardık. Yıl boyu da anlatırdık. Peki, neden yazmazdık bu dersleri? Hatta dersten sonra, ders verirken de aklımıza gelenleri katarak, neden o ilim dalı ile ilgili kitap yazmadık? Çok yazık etmişiz!

Ben bu konuyu genel olarak “Alimin Önderliği” kitabımda yazdım. Burada hemen şunu söyleyeyim; yazmayı büyük bir iş gördük hep. Büyüklerin işi gördük. Haddimizi aşan iş bildik. Bunun iki sebebi var. İlki, örneğimiz yoktu önümüzde. Bizi teşvik edici örneğimiz yani. Sizin kitap yazmış kaç hocanız oldu? Benim yoktu mesela. Kayseri Yüksek İslam Enstitüsünde Süleyman Uludağ Hocamızın “İslam’da İrşat” kitabının ilk baskısı çıkıyordu. Biz ona farklı bakmaya başlamıştık eser daha elimize düşmeden.

İkincisi, kendimize güvenimiz yoktu. O günkü Yüksek İslam Enstitülüleri ve bugünkü İlahiyat fakülteleri İslam’ı yeterince öğreten bilgiler veremiyordu. Oradan mezun olan her kişi iyi bir müftü, vaiz, öğretmen olabilir kanaati yoktu. Eksikliğimizi biliyorduk. O yüzden “biraz daha özel çalışmalarımızla ilimde yetkinleşelim de öyle yazalım” diyorduk. Mesela ben “kırk yaşamadan yazmam” demiştim. Sebebi, işte bu tahsilime güvenemediğimdendi. Maalesef bu sorun devam etmektedir.

Sonra bir de şunu yaşadık; öğretmenin zamanı yoktu yazmak için. Birkaç kez bu konuyu konuştuk Ramazan Hocam ile. Hayat şartları bu konuda maalesef teşvik edici değil, aksine engelleyici idi. Bunun üstüne bir de özgürlükleri budayan bir sistem vardı. Mesela bu sistem Müslüman âlim ve yazarlara ülkeyi zindan etmişti. 12 Eylül1980 darbesi öncesindeki derin devletin darbeye hazırlık dönemi okulları anarşi ile harabeye çevirdi. Darbe sonrasındaki cadı avı da özgürlükleri yok etti.  28 Şubat darbesi ile İmam Hatip Liselerinin beli kırılmıştı. Hâlbuki hocamız yazdığı iki kitabını öncelikle kendi talebeleri için yazmıştı. Böylece o kaynak kuruyunca, sanki yazma sebebi de kurudu. Belki bu doğru değildi ama bir de hayatın gerçekleri vardı. Zira Anadolu’nun ücra sayılan bir şehrinde yazdıklarını yayınlama imkânı yok gibiydi. Bu da kendine göre bir engeldi.

Devlet Öğretmeni Yazmaya Teşvik Etmeli

Bence büyük bir engel de bu sistemde öğretmenlik yapmaktır. Devlet öğretmene yeterli bir maaş vermiyor. O yüzden her öğretmen biraz rahat yaşamak istiyorsa, bulduğu her ücretli derslere girmek zorunda kalıyor. Bir insan haftada otuz veya yirmi beş saat derse girerse, bu adam yorgun argın evine vardığında zaten hışı çıkıyor, ne zaman dinlenecek de kitap okuyacak, araştıracak, not alacak, sonra bunları telif ederek kitap yazacak? Mümkün değil. İşte bu yüzden öğretmenler yazmak şöyle dursun, doğru dürüst okumuyorlar bile. Daha acısı, üniversitelerde de durum bunun bir benzeridir. Ülkemizde eser vermeyen ne kadar da üniversite hocaları var!

Aslında emeklilik dönemi yazmak için hayatımızda iyi bir safhadır. Fakat emeklilik maalesef alışkanlıkların devamı olunca, hayat öyle esersiz gidiyor, semeresiz bitiyor ne yazık ki. O kadar içi bilgi dolu, irfan dolu, tecrübe dolu kafalar, nihayet bir gün geliyor, kara toprakta çürüyüp gidiyorlar. O zaman Yahya Kemal’in “Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç” gibi acı gerçeği görüp de “Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül” demenin, kendini kandırmak gibi bir teselli aramak çabasından öte bir anlamı kalmıyor.     

Şehri Bölüşmüştük

Ramazan hocamla o Konya’da ben de Kayseri’de okurken tanıştık herhalde. İki hoca adayı olarak konuştuk şöyle ayaküstü. Bende bıraktığı izler sadelik ve efendilikti. Sonraları öğretmen olunca da karşılaştık zaman zaman tatillerde filan. İkimiz de bekârız o zamanlar ve eş arıyoruz şehirde yana yakıla. Bir gün Kale dibindeki PTT binasının önünde karşılaştık yine. Dedim ki ona:

- Sen yukarı semtin çocuğusun, ben aşağı. Eşimizi aramada burası sınır olsun. Sen şehrin buradan yukarı kısımda ara, ben aşağı kısımda arıyayım. Birbirimizin sahasına tecavüz edip de kavga çıkarmayalım. Tamam mı?

-Peki kardeş, dedi gülümseyerek.

Dedim ya, efendi insandır, kabul etti hemen. Efendilik biraz da uyumlu olmaktan mı geçiyor ne?

Bu anlaşmaya ne kadar uyduk bilemiyorum, belki araştırılsa biraz su götürebilir, hiç birbirimizi teftiş etmedik,  ama sonuç hakikaten de öyle oldu.

Neden Çok Sevdim?

Ramazan Bey gerçekten de çok sevdiğim bir kardeşimdir. Neden mi çok severim?

Bir kere bilgili bir insandır. Kendi alanında iyi kitap tanır, maddi imkânları dâhilinde önemli eserleri alır ve okur. Aşırılıkları, sıra dışılıkları, sivrilikleri yoktur. Sınırları bellidir. Daima orta yoldadır, itidal üzeredir. Uyumlu bir insandır. Rahat tartışılır. Fikir mücadelesinde sabırlı ve tahammüllüdür. Ama biriktirdiği sabrının bittiği yerde bomba gibi patladığı da olur. Fikirlerinde ısrarcı değildir. “Ben okudum. Sen git bak, bir daha oku, sen bilmiyorsun, öyle değil” gibi muhatabını aşağılayan, inciten sözleri asla demez. Aksine nezaket içinde “ben böyle biliyorum. Ama bir daha bakalım” demesini bilir. Mütevazı, vakarlı ve ciddidir. Bilgisiyle çalım satmaz, bunu bir gurur vesilesi yapmaz. Dava adamıdır. İdeali için çabalar didinir, çile çeker. Hizmetten kaçmaz, karşılık da beklemez.

Okulun En Güzel Yeri

Okulun zemin katında, kantinin yanında küçük bir oda vardır. Biz okula geldiğimizde orasını Yaşar Alparslan Hocamız kırtasiye satımı için kooperatif olarak kullanıyordu. Sadece defter kalem değil, orada aynı zamanda kıymetli kitaplar da satılırdı. Onu yazdığımız yazıda burasından bahsetmiştik, tekrar etmeyelim. Yaşar Alparslan okuldan ayrılınca onunla çalışmaya başlayan arkadaşlar aynen devam ettirdiler bu güzel mekânı.  Yıllardır bodrum gibi bu karanlık ve küçük yerde teneffüs yaşamadan okul kooperatifini çalıştırmışlardır Ramazan Hocam, Halil İslamoğlu, Salih Özsağır, Nevzat Şirin gibi bir kaç arkadaşıyla birlikte. Özellikle de kendisi yakın veya uzak şehirlere gitmiş, güzel kitapları ucuz yollu alıp öğrencilere sunmuştur. Böyle böyle kitap tanıma, sevme, alıp okuma aşkını aşılamışlardır öğrencilerine. Kazandıkları kârlarından okul kütüphanesine yeni kitaplar alarak orasını bayağı zenginleştirmişlerdir. Üstelik bütün bunları karşılık beklemeden yapmışlardır.

Kıymet Bilmek Gerek

Ne var ki okul müdürleri, resim, müzik, beden derslerinde azıcık faaliyet gösteren öğretmenlere teşekkürnameler yazıp maaşla ödüllendirdikleri halde, bunlara lisanen olsun kuru bir teşekkürü bile esirgemişlerdir. Bu “eli sevip sayıp da kendimizi görmeme” kötü alışkanlığımız, herhalde ezilmişliğin verdiği bir aşağılık duygusun neşet etmiştir ki, sanırım büyük zaferi kazanıp da kendi devlet ve medeniyetimizi kurmadıkça tam olarak geçmeyecektir.

Bir gün yine bir müdürümüz sene sonu öğretmenler kurulunda “okula zarar” bir öğretmeni överek ödüllendirdiğini anlatırken, parmak kaldırdım ve bu derdimizi dile getirdim. “Ne olur, öyle bir iki gün değil, bütün bir sene hizmet eden şu kitap dostlarını da bir ödüllendirseniz! En azından bir teşekkür etseniz? Dedim. Gözünü karartarak “nerden çıkardın bunu? Durup dururken şimdi bizi mahcup ettin burada ey başımızın belası?” der gibi baktı baktı ve “haklısın” dedi, “Nasıl gözümüzden kaçmış…”

Acaba?  

Sizin gözünüzde kendi adamlarınızın kıymeti yok da ondan kaçmış olmasın?

Kahrolası aşağılık duygusu, sen ne zaman terk edeceksin bizi?

Ne zaman düşeceksin yakamızdan?

“Sende Adab Yok mu?”

Ramazan Hocam iyidir hoştur da maalesef bir “âdâb”ı yoktu. Onu da sayemizde edindi.

“O nasıl oldu yahu? Ne demek bir “âdâb”ı yoktu?” dediğinizi duyar gibiyim. Anlatayım efendim:

Bir gün yine bir grup öğretmen arkadaşlarla O’nun kitaplarla dolu ve çok oturup ikramlarını gördüğümüz misafir odasındayız. Hemen “nasıl ikramlar?” diye merak ettiğinizi biliyorum. Öyle çok güzel pişmiş ve iyi hazırlanmış yemekleri ve benim çok sevdiğim çeşit çeşit köfteleri saymayacağım. Yenge hanımın her yaptığı yemek güzeldir. Rahmetli annesini bilmem ama babası şehrin en iyi lokanta sahibi aşçılarındandır. Amma benim yanımda bol soğan pervazlı, acı biber turşusu ile gelen mercimek köftenin yeri bambaşka! Hemen arkasından gelen demli çaylardan sonra üstüne mevsimine göre yenilen meyve, pasta ve börekleri de zikretmeyeceğim. O yediklerimiz yedik yerde kalsınlar. Ancak orası bir bağcı evi olunca sanırım samsaları, sucukları, pestilleri, bastıkları, cevizleri, bademleri, fıstıkları, kuru üzümleri, tarhanaları, üstüne aşkla içilen ravanda şerbetlerini söylememin bir mahzuru olmaz. Meyhoş ravanda şerbetini de özlemişiz ki, bunları yazarken ağzımız sulandı hemen. Allah okuyanlara yardım etsin!

Neyse canım, bu mevzuları geçelim de bu “âdâb” meselesine gelelim. Mecliste bir konuda hararetli bir tartışma var. Konu hakkında fikir birliği yok. Arkadaşlardan birisinin “ben bilirim” üslubu ortalığı biraz gerdi haliyle. İşin hoş tarafı, ben de o arkadaş gibi düşünüyorum bu konuda. Ramazan Bey ise bizden farklı düşünüyordu. Anlaşamayınca her zaman yaptığımız gibi “kitapların hakemliğine müracaat edelim” dedik. Tartıştığımız konuyu aydınlatmak için herkes bulduğu bir kitaba müracaat ediyor, bir o kitabı, bir bu kitabı alıp içini karıştırıyor, kendine göre delil arıyordu.

Bu arada aklıma geldi. Galiba ben bu konuyu Erkam yayınlarından çıkan “Âdâb” adlı kitapta okumuştum. Bu, benim çok sevip okuduğum ve istifade ettiğim, sohbetlerde de sık okuduğum bir kitaptı. Şöyle bir göz gezdirdim, kitaplıkta o kitabı göremedim. Döndüm ve O’na sordum:

-Sende “Âdâb” yok mu?

O da çıkan tartışmadan hem gergin, hem de hararetle kitap karıştırırken benim bu sorumdaki kastımı anlamadı. Kendisini edepsizlikle itham ettiğimi sandı. Bana öyle bir bakışı vardı ki, saniyelik de olsa gözlerindeki o hayret ve kızgınlığı hiç unutamam.  Duyguları ses tonuna da sirayet etmiş bir şekilde:

-Ne demek istiyorsun? Dedi.

Etrafıma baktım, onlar da şaşkındı. Bana “yahu sen nasıl olur da Ramazan Hocaya ‘Sende âdâb yok mu?’ diye sorabilirsin?” dercesine şaşkın şaşkın bakıyorlardı. O zaman bana bir gülmek geldi. Kendimi tutamıyor, biteviye gülüyordum. Herkes de O’nun gibi bu sefer daha da şaşırdı. Öyle ya, adama evinde ve o kadar hocanın içinde “Sende âdâb yok mu?” diye soruyorum. Yani “sende hiç edep, terbiye yok mu? Diye çıkışıyor, sonra da kahkaha ile gülüyorum. Evet, ortada garip bir durum vardı ama a dostlar, benim yerimde siz olsanız gülmez misiniz?

Nihayet gülmem geçince:

-Yahu sende Erkam yayınlarından çıkan “Âdâb” adlı isimli kitap var mı yok mu diye onu soruyorum. Bu tartıştığımız konu orada yazılı zannediyorum. Göz gezdirdim ama kitaplığında göremedim.

Bu sefer o da herkes gibi rahatlayıp gevşedi ve o kadar gerginliğin verdiği baskının da boşalmasıyla başladılar hep beraber gülmeye. Aradan aylar geçti. Yine o odada sohbetteyiz. Çıkardı kitabı ve önüme koydu ve dedi ki:

-Sayende “Adab” sahibi olduk.

Hizmeti Okulu Aşmıştı

Ramazan Hocam özellikle fıkıh alanında yoğunlaşmıştır demiştik. Bilgisini öğrenciler yanında halkla da paylaşır. Ramazan ayında camilerde vaaz ederek ve bazı radyolarda sohbet ederek, değişik vakıflarda seminerler vererek halk eğitimine katkı sunar, fakir gibi.

Yazma noktasında biraz ihmalkârdır. Dergilere, gazetelere yazı göndermesini, sürekli yazmasını teşvik ederim ama kendim de pek yapamadığımdan mıdır neyse, beni pek dinlemez. “Haklısın” der ve başından savar. Oysa biraz da okuttuğu fıkıh dersinin verdiği mecburiyetle yazdığı iki kitap, gayet güzel çalışmalardır. İnşallah devamı gelir. Bu arada bizim www.cemalnar.com internet sitemizde köşe yazarlığını yıllardır sürdürmektedir. İnşallah oradan ulusal basına sıçrama yapar.

Misafirperver bir arkadaşımızdır. Evine vardığımızda bizi ikrama boğar. Yengemiz de iyi bir aşçı olmasının yanında aynı zamanda kendisi gibi misafir sever ve cömerttir. Evde ne varsa ikram etmek ister. Yukarıda yazsak da, özlemişiz, adları bile tatlı geliyor; o pestiller, bastıklar, samsalar, sucuklar, cevizler, bademler, fıstıklar, tarhanalar, meyveler ve üstüne ravanda şerbetleri!

Yahu yazıyı bırakıp da hemen şimdi evine mi gideyim yoksa? 

Allah İçin Severiz

Ramazan beyi Allah için çok seviyorum ve O’nun da beni sevdiğini biliyorum. Yine biliyorum ki, ondan evvel ölürsem, arkamdan hayır dualar edecek dostlarımdan birisidir. Kimbilir, belki de bu Allah (azze ve celle) için olan sevgiden ötürü hadiste bildirilen “mahşerde arş gölgesi”ne konuk edilir, cennette de “nurlu minberlere” karşılıklı oturtuluruz.     

Bizi hüsnü zannımıza bağışla da öyle eyle Allah’ım!

Her Ölüm Ansızın Gibi

Önsöz’de yazmıştım, bu yazılar yıllar önce http://www.cemalnar.com/ sitemizi açtığımız yıllarda yazılmıştı. Aradan on beş yıldan fazla zaman geçti. 2021 yılı yaz aylarında bir gün karşılaştık. Pandemi dönemi evlere kapandığımızdan uzun süre görüşememiştik. Çok zayıflamış gördüm ve takıldım:

- Bırak ben zayıflayayım, sana ne oluyor? Sen şekersin, kilo alman zor olur. Kendine iyi bak!

- Hocam zayıflayayım diye bir arzum yok. Ama son zamanlarda yemek yiyemiyorum. İstek yok. Yersem de midem bulanıyor.

- O zaman sebebini öğren hocam. Aman sağlığına dikkat et.

Bu arada kalpten, şekerden ve sarılıktan rahatsızlıkları olmuş. Aradan altı ay geçmedi, bir gün hasta olduğunu duydum. Telefonla konuştuk. “İyiyim, hastahanedeyim. Tedkikler devam ediyor” demişti. Sonra Ali Seyithanoğlu kardeşimden bir telefon aldım. Oğlu doktor olunca, ondan bilgiler almış. “Ramazan Hocamın hastalığı ciddi” dedi.

O gün 10.02.2022 pazartesi günüydü. İsmail Telbisoğlu Hocamızın cenazesinden geliyordum. Üzüntülü yüreğime bir hançer saplandı. Taziyeden sonra eve giderek oğlu sevgili harun’u aradım. O da açıkyüreklilikle anlattı sağolsun. “Ziyaret edebilir miyiz?” deyince, “Aslında yasak, ama ben size yardımcı olurum” dedi. İkindi sonrası oğlum Abdurrahman ve kardeşim İsmail ile gittik. Zayıflamıştı. Sarılığın etkisi üstündeydi. Mecerayı kısaca anlattı. “Takdiri ilahiye razıyız” dedi. Biz de beylik laflarla teselli ettik. Birbirimize dua ederek ayrıldık.

Her gün Harun’a telefonla vaziyeti soruyordum. O da her gün daha kötü haber veriyordu. Ama maşallah metanetine hayran kalmıştım. Babasının gidici olduğunu biliyor, ama sağlam duruyordu. Akşamları onu düşündükçe uykum kaçıyordu. 12.01.2022 gecesi duygularım bana şu şiiri yazdırdı:

Bir Hâl Olmuş

Bir ateş düştü canıma
Kuşlar ürktü feryadıma
Ey tabipler nerdesiniz
Bir hâl olmuş gardaşıma…

Esme rüzgâr yağma yağmur
Çakma şimşek ses dokunur
Ne yapsak çare bulunur
Bir hâl olmuş taydaşıma…

Bağrım düşmüş bir ateşe
Etmez dünya üçe beşe
Ne hayat kaldı ne neşe
Bir hâl olmuş sırdaşıma…

Bunca kitap rafta durur
Eserlere kim dokunur
Kalbime hançer sokulur
Bir hâl olmuş yoldaşıma…

Hüküm Haktan tamam amma
Münzevî nasıl dayana
Mevlam bin katsın sabrıma
Bir hâl olmuş hâldaşıma…

Ama yayınlamadım bu şiiri ailesi üzülmesin diye. Bu şiirin üstünden günler geçti. Bugün 18 Ocak 2022 Salı. Gece yine uykum kaçtı. Evladı Harun ile akşamüzeri yaptığım konuşma sonucu gözüme uyku girmiyordu. Sitelerimle oyalanırken gece Facebook hikâyeme bir fotoğraf düştü. Bir sayfada sadece iki fotoğraf. Harun ve hocam. Açıklama yok. Şifre gibiydi. Anladım ve ben de “artık yayınlayabilirim” diye daha önce yazıp ailesini üzmeyeyim diye yayınlamadığım bu şiirimi Facebook sayfama koydum.

Sabah olunca vefat haberini ilan edilmiş buldum. Ben de Fecebook sayfama bir resimle şu ilanı koydum:

"İnna lillah…

İmam Hatibimizin üstatlarından, Maraşımızın fakihi, binlerce talebenin hocası, artık az yetişen bir dava adamı, ahlak ve edep timsali, mütevazı ve mahviyyetkar candan dost, aziz yoldaş, güzel insan Muhterem Ramazan Pak Hocamız Hakka yürümüştür. Şimdi az sonra kardeşimizi Rabbimizin yüce dostluğuna uğurlayacağız." 18 Ocak 2022 Salı.

Cenazesi 11.30’da Hasancıklı mezarlığından kalkacaktı. Maraş’a yakın zamanlarda görülmedik bir kar yağışı yavaş yavaş başlamıştı. Karlar yağarken üstüne, onu cennet bahçesi olur ümidiyle kabrine koyduk ve dünyadan berzaha uğurladık. Hiç şüphe yok ki, gittiği yer daha güzel, daha rahat bir yerdi. Ucu cennet ve cemalullaha çıkan yolculuğunda bize düşen hayır dualarımıza devam etmekti.

Ruhun şâd olsun aziz kardeşim. Rabbim sıramız gelince bize de iman ile göçmek ve dostlar eliyle bir Müslüman mezarlığına gömülmek nasip eylesin.