Hak Din İslam'da Tekâmül

Görüldüğü gibi Allah Teâlâ’nın katında geçerli ger­çek din bir tanedir ve o da İslam’dır. Bu din, Al­lah Teâlâ ta­ra­fın­dan peygam­ber­le­ri va­sı­ta­sıy­la in­san­la­ra bildiril­miş olan din­ler­dir. Bun­la­ra “ilâhî din”, “hak din” ve­ya “semâvî din” adı ve­ri­lir.

 

Bu din­ler, Hz. Âdem (a.s.) ile baş­la­yıp, Hz. Mu­ham­med (s.a.s) ile son bu­lan tevhid inan­cı temelinde, insanlara iman, ibadet, hukuk ve güzel ahlak ile yaşanacak bir sistemi din adıyla sunmuştur. Al­lah’a, me­lek­le­re ve ahi­ret gü­nü­ne inan­mak bü­tün semâvî din­le­rin or­tak özel­li­ği­dir. Bu dinin adı sadece İslam iken biz zaman zaman “dinler” diye çoğul kullanıyoruz. Bu nedendir?

Bunun sebebi, her Pey­gam­berin, ki­tap ve­ya sahife­ye inancının, her üm­met için ken­di dev­ri­ne ve peygambe­ri­ne gö­re az çok gelişmişlik göstermesi ile bazı küçük farklılıkların ol­masıdır ve bu da insanların daime değişim ve gelişimine ayak uydurma, tekamül etme ve daha güzele erme bakımından çok gereklidir ve tabi­i­dir. Çünkü İslam dini zaman içinde her Peygambere göre daha iyiye doğru gelişim içinde olmuştur. Bu da ne de olsa fark demektir. İşte bu farkı izah etme gereği olarak “dinler” diye zaman zaman çoğul ifadesi kullanıyoruz. Yoksa asıl aynıdır ve bunun biricik adı İslam’dır.

Peygamberlerin tebliğ ettiği hak din­ler ara­sın­da genelde iman ve ahlak esasları aynı kalırken, sa­de­ce ba­zı iba­det­ler ile beşerî mü­na­se­bet­ler ve mu­a­me­le­ler arasında fark­lar olmuştur. Bu da kül­tür ve me­de­ni­ye­tin ge­liş­me­si, nü­fus ar­tı­şı ve ih­ti­yaç­la­rın ço­ğal­ma­sı ile yakın­dan il­gi­li­dir. Hz. İsa’ya ka­dar olan bu ilâhî me­sa­jın, son­ra­dan bo­zul­muş ve asıl­la­rı kaybo­lmuş olun­ca, Al­la­hü Teâlâ ve Te­kad­des haz­ret­le­ri en son ve en mü­kem­mel din olan İslâm’ı, Hz. Mu­ham­med (s.a.s) va­sı­ta­sıy­la in­san­lık âle­mi­ne gön­der­miş­tir.

Bu gerçeğe göre bu­gün yer­yü­zün­de ger­çek manada hak din, an­cak İslâm di­ni­dir. Kur’an-ı Ke­rim’de şöy­le bu­yu­ru­lur: “Şüp­he­siz, Al­lah ka­tın­da din, “İslâm”dır. Ki­tap ve­ril­miş olan­lar, sa­de­ce ara­la­rın­da­ki ih­ti­ras yü­zün­den ken­di­le­ri­ne ilim gel­dik­ten son­ra ay­rı­lı­ğa düş­tü­ler. Kim, Al­lah’ın âyetlerini inkâr eder­se, şüp­he­siz Al­lah he­sa­bı çok ça­buk gö­ren­dir.” (Al-i İmran, 19.)

İlâhî dinlerin, biri iman, inanç, akîde, diğeri de ibadet ve dünya işlerini düzenleyen muamele, yani uygulamadan oluşan iki yanı vardır. Muamele bölümüne genellikle “şeriat” denir. Akîde, yani iman ve inanç sistemi, açık ifadelere ve üzerinde ittifak edilen inançlara daya­nır. O, bütün peygamberlerin ortak davetidir. Şeriat ise insanın Allah'la, evrenle ve insanlarla olan ilişkilerini düzenler. Akîde asıl, şeriat ise onun üzerine bina edilen fer'dir. Dolayısıyla İslâmî açıdan şeriatın varlı­ğı akîdenin varlığına bağlıdır. Akidesi olmayanın şeriatı da olmaz. Şeriat var ama akide yoksa bu uygulamanın bir faydası olmaz.

İlâhî dinlerde dünyaya dönük helâl ve harama dair hükümler, yani fıkıh, hukuk ve şeriatler birdenbire değil, tabiî hayatın gerekleri ve muhatapların ihtiyaç ve özel durumları göz önünde bulundurularak konulmuştur. Bu nedenle ilâhî dinler akîdede sabit (statik), şeriatta ise değişime açık (dinamik) bir yapı sergi­lemektedirler. Şeriattaki dinamiklik hem ibâdetlerde hem de sosyal me­selelerde görülmektedir.

Bütün peygamberler aynı inanç esaslarını ortaya koymuşlardır. Bunun yanında toplumların ihtiyacına göre emir ve yasaklarda bir kısım değişiklikler olmuş ise de bunlar temel inanç esaslarını kapsamaz. Âl-i İmran sûresinin 19. âyetinde Allah katında gerçek din olduğu bildirilen İslâm, Hz. Âdem'­den Hz. Muhammed'e kadar bütün peygamberler tarafından tebliğ edilen ve temel nitelikleri aynı olan dinlerin ortak adıdır. Bu dinlerde hayat ve var oluşun sabit kuralları devam ederken zamana ve mekâna bağlı olan kuralları değişim göstermiştir.

Buna bazı örnekler vererek konuyu daha rahat anlaşılır kılmaya çalışalım. Yeryüzünde Hz. Adem’in çocuklarından başka insan yokken, haliyle erkek kardeşler ayrı batında doğan kız kardeşleriyle evleniyorlardı. Bu zaruretin getirdiği bir meşruiyetti. Bu zaruret kalkınca kız kardeşle evlenme de yasaklanmıştır.

Hz. İbrahim'in şeriatinde baba bir kız kardeşin nikâhı meşru idi. Hz. Yakup iki kız kardeşi aynı anda nikahlamıştır. Bilindiği gibi Hz. Yusuf ile kardeşleri teyze çocuklarıdır.  Bu hüküm Hz. Mûsâ şeriatinde bu yasaklanmıştır.

Hz. Nuh'un şeriatinde bütün hayvanların eti helâl kılınmış­ken Hz. Mûsâ şeriatinde domuz eti haram kılınmış; Mûsâ şeriatinde cumar­tesi gününe saygı gösterilmesi istendiği ve o günde iş görülmesi ya­saklandığı halde, Hz. İsa'nın şeriatinde bu hüküm kaldırılmıştır.

Bilindiği gibi namazın vakit, rekat ve edasında da zaman içinde farklılıklar olmuştur. Önceleri namaz sadece mabetlerde kılınırken son şeriatte yeryüzü insana mescit kılınmıştır. Benzei kısmi değişiklikler oruç ve zekat ibadetlerinde de yaşanmıştır. Böylece her peygamberin dönemindeki ihtiyaç ve imkânlara göre kurallar ko­nulmuştur. Bu bakımdan özde değişmemekle beraber insanlar arası ilişkilerde ve eşyanın kullanımında sonra gelen din, bir öncekinden farklı bazı hükümler getirmiştir.

İslâm dini ile bu gelişme en olgun düzeye ulaşmıştır. Hz. Muhammed son peygamber, Kur'an son ilâhî kitaptır. İslâm ile din kemâle ermiş, iman, ibâdet ve ahlâk esaslarının tesbitinde yeni bir peygambere ve kitaba ihtiyaç kalmamıştır. Kur'an'ın en son gelen âyetinde dinin kemale erdiği ve yüce Allah'ın peygamber göndererek insanları doğru yola çağırma nimetinin tamamlandığı bildi­rilmektedir.

Bundan böyle inanan insanlar, dinin genel prensiplerine uygun olarak kutsal kitabımızda ve Hz. Peygamberin sünnetinde yer almayan problemleri onların ışığında kendi tecrübe, bilimsel düşünce ve mantık ölçüleri içinde çözmeye çalışacaklardır. İslâm dini bu amaçla ictihad, müşavere, kıyas, İcmâ ve tecrübe gibi kurumlara yer vermiştir.

Sonuçta şu uyarıyı yapalım; görüldüğü gibi Hz. Musa ve Hz. İsa birer İslam Peygamberidirler. Allah Teâlâ’nın katından getirdikleri din İslam’dır. Onlara inananlar, o devrin ashab-ı kiramıdırlar. (radiyellahu anhum) ondan sonra gelen gerçek tabiileri bizim Müslüman büyüklerimizdir, örneğimizdir. Mesela Kur’an-ı Kerîm’in anlattığı gerek Yasin Kahramanları, o üç elçi ve kasabalı Habibu’n Neccar (radiyellahu anhum), gerekse ashab-ı kehf  (radiyellahu anhum), ashab-ı uhdut vs. (radiyellahu anhum) bizim sevdiğimiz, örnek aldığımız İslam kahramanlarıdır.

Bugün birisinin kalkıp da “yahu bunlar hıristiyan azizleridir, siz Müslümanları ne ilgilendirir?” demesi, zır cahilliğini gösterir. Çünkü bir kere daha ifade edelim ki Hz. Musa ve Hz. İsa birer İslam Peygamberidirler. Allah Teâlâ’nın katından getirdikleri din İslam’dır. Bugünkü Yahudilik ve Hıristiyanlıkla onların bir alakası yoktur. Çünkü bunlar onların getirdiğinden bambaşka bir batıl dindirler. Hz. Musa ve Hz. İsa bugün gelseler İslam Şeriatını  esas alırlar ve şimdiki Yahudi ve Hıristiyanları yanlarından kovarlardı. Kovmasalar bile onları hak din İslam’a davet ederlerdi. Bunda hiç kuşku yoktur.

 


[1]

Al-i İmran, 19.