İki Hain Eş

Biraz önce inkârcı oğlu ile macerasını anlattığımız o eziyet ve işkencelere sabır kahramanı, büyük azim sahibi, tevhit mücadelesinin parlak yıldızı, çilekeş ve cefakâr Peygamber Hz. Nuh (a.s.)'un, ırkçılık konusunda başından ikinci bir örnek daha geçmiştir.

O da küfürde inat eden karısının da boğulanlar arasında olmasıdır.

Maalesef o da, tıpkı Hz. Lût (a.s.)'un karısı gibi, kocasının peygamberliğini kabul etmemişti.

Bu iki kadın, peygamber hanımı olsalar da, kocalarına iman etmedikleri, hatta onlara ihanet ederek kâfirlerle birlikte çalıştıkları için azaba çarptırıldılar. Peygamber hanımı olmaları, küfürleri yüzünden onlara hiç bir kazanç sağlamadı. Bu da tek değer ölçüsünün ırk değil, iman bağı olduğunun çarpıcı bir örneğidir.

Evet, Hz. Nuh (a.s.)'m boğulan oğlunun ve bu iki kadının durumu, akrabalığın iman etmeye yeterli olmadığı ve inanmadıkça bu yakınlığın hiç bir yararının söz konusu olamayacağı gerçeğini açıkça ortaya koymaktadır. Yani İslam’da ırkçılık yoktur. Bir ırktan olmak, bir soy soptan gelmek, iyi insanlara akraba olmak, insana doğuştan bir değer kazandırmaz, bir üstünlük sağlamaz, bir ayrıcalık vesilesi olmaz, özel hak ve statü vermez.

Bu iki kadının ve evladın şu çirkin durumu, son derece dikkat çekici bir ibret tablosudur. Zira onlar, dünya ve âhiret saadetini kazanmaya çok müsait bir ortamda bulunuyorlardı. Bir peygamberin hanımı veya oğlu olmak, onu en yakından tanımayı ve o mükemmel insana inanmayı şüphesiz kolaylaştırıyordu. Ancak buna rağmen bu üç insan, İbrahim'in (a.s.) babası gibi küfür üzere kaldılar.

Ebu Leheb’in durumu da aynı değil midir?

İnsan kâfir olunca, iyi kişilere, hattâ peygamberlere olan yakınlığı, Allah'ın azabından kurtulması hususunda kendisine hiç bir fayda sağlamaz. Akrabalık acı sonucu değiştirmez. Bu husus, Kur'ân-ı Kerim'de, çok açık bir şekilde vurgulanmaktadır:

"Allah, kâfirlere, Nuh'un karısı ile Lüt'un karısını bir misal yapmıştır, O ikisi, kullarımızdan birer sâlih kulun nikahları altında oldukları halde, kocalarına hainlik ettiler. İşte bu yüzden, bu iki peygamber, Allah tarafından yakınlarının başına inen azaba engel olamadı. O iki kadına şöyle denildi: Diğer inkarcılarla beraber siz de Cehenneme girin!”

[1]

                        

Elmalılı Hamdi Yazır, “Hak Dini Kur’an Dili” isimli o güzel tefsirinde bu ayetler için şu açıklamalarda bulunur: “Bu iki kadın, kullarımızdan iki salih kişinin nikâhında idiler. Her biri Allah'ın hâlis kulları arasından seçilmiş birer şanlı Peygamber'in, biri Nuh (a.s)'un biri de Lut (a.s)'un nikâhlı hanımları idiler, bu sayede dünya ve ahiret hayır ve mutluluğunu kazanabilecek bir mevkide bulunuyorlardı. Öyle iken onlara hıyanet ettiler. Nankörlükle küfredip onlara inanmadılar.

Nuh'un karısı ona deli demiş, arabozuculuk yapmış ve Nuh'un sır olarak telakki ettiği vahiy haberlerini müşriklere duyurmuştu. Lut'un karısı da münafıklık ediyor, evinde duyduğunu kavmine ulaştırıyordu. Lut'un gizli gelen misafirlerini de haber vermişti. Bu konudaki rivayetlerin özeti budur.

Said b. Cübeyr, "Nuh'un karısının ne yaptığını bilmiyorum, fakat Lut'un karısı misafirlerini haber veriyordu." demiştir.

Rağıb der ki: "Hıyanet ile nifak birdir. Ancak hıyanet, söz ve emanet itibarıyla, nifak da din itibarıyla söylenir. Sonra da bunlar birbirinin yerine kullanılırlar. Şu halde hıyanet gizlice ahdi bozarak hakka muhalefet etmektir ki, bunun tersi emanettir."

Bu âyetteki hıyanet de bu anlamdadır. Her hıyaneti yaptılar demek değil, münafıklık ederek bir emanete hıyanet ettiler demektir. Buradaki hıyanetten maksadın, döşeklerine hıyanet, yani ahlâksızlık ve zina olmayacağı bütün tefsirlerde beyan edilmiştir. Zira "Hiçbir peygamberin karısı zina etmemiştir." hadisi de buna işaret etmektedir.

"Zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenebilir..." (Nur, 24/3) âyetinde de ilk akla gelen mânâ budur.

Hem zina, yalnız iyiler nazarında değil, çağımızda yaşayan bazı modern sapıkları saymazsak, bütün insanların nazarında leke ve tabii olarak nefret edilen bir fiildir. Peygamberler ise, nefret edilen hallerden uzaktırlar.

Fakat bir peygambere karşı en küçük bir hıyanet bile küfürdür, hakkı inkârdır. Velev bir söz olsun, emanete hıyanetin her türlüsü de hıyanettir.

Gerek Nuh (a.s) ve gerek Lut (a.s)'un nikâhı altındaki eşleri de iffetsizlik etmiş değil, ancak eş olma şerefinin gerektirdiği iman ve itaate, iyilik ve doğruluğa sahip olamamış, elde ettikleri nimetin kıymetini takdir etmeyerek küfür ve nankörlüğe meyletmiş, hayra ve iyiliğe çalışan eşlerinin başarılarını kolaylaştırmaya çalışacak yerde onlara eziyette bulunmuşlardır. Bununla da yetinmeyerek Allah düşmanlarının fesatlarına yardım edecek gizli haberler vererek fitneyi tahrik etmek suretiyle emanete hıyanet etmişler ve böylece Allah'ın gazabına uğramışlardır.

Onun için Allah'ın salih kulu olan o iki peygamber onları, o hanımlarını Allah'ın azabından kurtaramadılar. O kadınlara, kocalarının iyi kimseler olması, peygamberliği ve kurtarmak için gösterdikleri gayretler zerre kadar fayda vermedi.

Nuh hanımını gemisine alamadı da "Aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında aileni ve iman edenleri gemiye yükle..." (Hûd, 11/40) buyuruldu.

Lut (a.s) da kendi şehrinden dışarı çıkaramadı, bu yüzden de "Karından başka sizden hiçbiri geri kalmasın..." (Hûd, 11/81) denildi.

Ve o iki kadına şöyle seslenildi: "Girin ateşe girenlerle beraber!" İkisi de helak olan kâfirlerle beraber cehenneme gittiler.

Demek ki yalnız kocalarının iyiliği, Allah katındaki büyük derecesi ve peygamberliği bile, inkâr eden hanımlarını Allah'ın azabından, o şiddetli meleklerin vazifeli oldukları cehennem ateşinden kurtaramaz. İşte bu, bütün kâfirler için darb-ı mesel olmuş bir nümûnedir.

Peygamberler her ne kadar küfredenleri ıslah etmek, kurtarmak isteseler de imana gelmeyen, küfür ve hıyanete tevbe etmeyenleri eşleri bile olsa Allah'ın azabından kurtaramazlar. Herkes kendi ameline göre karşılık görür. Onun için peygamberlerin ve gerek diğer iyi insanların eşleri, bütün kadınlar, kocalarının ve yakınlarının derecelerine, Allah katındaki makamlarına aldanmayıp Allah'tan korkmalı ve kendileri iyiliğe çalışmalıdırlar.”

[2]

Peki, bu iman esası, bu hak telakkisi, bu değer ölçüsü böylece belirlenmiş ortada durukken, ırkçılığı, asabiyeti, zümreciliği, soy sop davasını nereye koyacağız? Nasıl haktan kabul edeceğiz? Ona nasıl değer vereceğiz? Neden böyle düşünüp de cehenneme gireceğiz? Babasına, hocasına, şeyhine güvenerek cehenneme gitmeyeceğini, cennete gireceğini iddia edenlere ne diyeceğiz? Bunların anlayışlarının, “sayılı günler hariç cehenneme girmeyeceğiz” diyen Yahudilerden farkı nedir?

Bir Müslüman için olacak şey değildir!

Ayetlerin öncesinde bir emir var, asıl dikkati çeken odur. İnsanın hem kendisini hem de ailesini ateşten koruması emredildikten sonra burada asıl vurgulanmak istenen “sorumluluğun bireyselliği” ve “suçun şahsiliği” ilkesidir.                          

Ayrıca Peygamber Efendimizin ve müminlerin eşlerine şöyle denmek isteniyor:

Bütün bunlardan sonra sorumluluk size aittir. Kendinizden siz sorumlusunuz Peygamberin veya salih Müslümanların eşleri olmanız sizi sorumluluktan kurtarmaz. İşte Hz. Nuh'un ve Hz. Lut'un karısı. "Onlar, kullarımızdan iki salih kişinin nikahında iken... Onlara hainlik ettiler... Kocaları Allah' tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı... Bu iki kadına ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.”

Peygamber eşlerine, akrabalarına, hatta evlatlarına böyle denir ve “aman amel edin, babanızın peygamberliğine güvenmeyin” denirken, sıradan insanların bu tür sözleri ne kadar boş bir kuruntu ve ham hayaldir, açık seçik belli değil midir?

 

[1] Tahrim sûresi, 66/10.

 

[2]

Bkz. VIII, 167 vd.