İlmin Amacı

Konular

 

 

 

 

 

İlmin Amacı

 

 

İlim Allah İçin
İstenir

 

 

İlimde İhlas

 

 

İlim Zulme Alet
Edilmemelidir

 

 

Oku Ama Neyi
Nasıl?           

 

 

Faydasız İlim

 

 

İyi Niyetin
Değeri

Amacı iyi
Öğrenmek

 

 

 

 

İlmin Amacı

Peygamberimiz (sav)
buyuruyor:

 

 

 

“Kim âlim
geçinmek, sefihlerle münazara yapmak ve halkın dikkatlerini kendine çekmek gibi
maksatlarla ilim öğrenirse, Allah Teâla’nın o kimseyi cehenneme atar.”
(8)

 

 

İlim öğrenmede amaç
tespiti açısından fevkalade önemli olan bu hadisi biraz daha nazara vermek ve
üzerinde düşündürmek için, İbrahim Canan Hocanın açıklamalarını kaydetmek
istedim:

 

 

“Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) burada dünyevî bir maksadla ilim taleb etmeyi
yasaklamaktadır. Nitekim Tirmizî, bu hadisi "İlmiyle dünyayı taleb edenin
durumu" adını taşıyan bir bâbta kaydeder.

 

 

Dînimiz, sâdece
ibâdet ve diğer hayır amellerimizde ihlas emretmez, ilimde de ihlâs emreder.
Yani ilim Allah Teâla’nın rızası için taleb edilmelidir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a ilk gelen "Oku" emrinin "Yaratan Rabbinin
adıyla oku!" şeklinde gelmesi, okumanın, ilmin behemahal Allah Teâla’nın'ın
ismiyle, yani O'nun rızası için yapılması gereğine ilk irşaddır.

 

 

Allah Teâla’nın
rızası düşünülmeden yapılan her iş çirkindir, bir de rızaya ters düşen olursa
çok daha çirkin, çok daha zararlı ve başkaları için de yıkımdır. İlmin, ilâhî
rızaya uygun olmayan kullanılışından doğacak zararlar ise daha büyük, daha
şümullü olabilir. Bu sebeple, ilim talebine büyük ehemmiyet veren dînimiz,
bunun Allah Teâla’nın rızası için olmasını ısrarla taleb etmiş, başka
maksadlarla ilim taleb edenin, bu ilimle kurtuluşa, cennete değil, felâkete ve
ebedî hüsrana uğrayacağını söylemiştir.

 

 

Bu hadiste ilim
talebine, Allah Teâla’nın rızası dışında başlıca hangi maksadların esas
kılınabileceğine dikkat çekilmiştir.

 

 

1) Âlim geçinmek:
Yani kendini göstermek ve dinletmek ve böylece dikkatleri üzerine çekmek,
kendisine âlim dedirtmek için âlimlerle münazara, münakaşa yapmak, onların ilmî
faaliyetlerine katılmak, bu maksadla ilim taleb etmek.

 

 

2) Sefihlerle münazara:
Tefâhur, gurur, böbürlenme gibi nefsine yönelik gayelerle, sefih kelimesiyle
ifâde edilen îmânı zayıf, ameli pek kıt, dinde lâübâli, aklen nâkıs kimselerle
münakaşa, mücâdele etmek, bu maksadla ilim taleb etmek.

 

 

3) Halkın
dikkatlerini kendine çekmek: Bundan maksad, mevkî, makam, para gibi her çeşit
dünyalığı elde etmek, insanları kendine yöneltmek için ilim talebidir.

 

 

Resûllullah, bu
niyetlerden biriyle ilim taleb etmenin kişiyi ateşe atacağını belirtmektedir.
Sühreverdî, el-Avârif'te der ki: "Münakâşa ve onunla birlikte
bulunan diğer vasıflar ateşe girmeye sebeptir, zîra nefisleri, o esnâda kahr ve
galebe için ortaya çıkmıştır. Bu iki sıfat ise, şeytanlığa hastır."

 

 

Hüccetu'l-İslâm der
ki: "Hz. Muâz (radıyallâhu anh)'den rivâyete göre (ilmi Allah Teâla’nın
rızası için taleb etmeyen âlimleri yedi tabakaya ayırarak) şöyle demiştir:

 

 

* Ulemadan bazıları
vardır, ilmini saklar, bu ilmin başkasında da olmasını sevmez. İşte böyleleri
cehennemin en dibinde yer alacaktır.

 

 

* Bir kısmı var,
ilmi içinde sultan gibidir, itiraz eden olsa küplere biner. Böyleleri
cehennemin ikinci tabakasındadır.

 

 

* Bir kısmı vardır,
ilmini ve garib hadislerini şeref ve mal sâhiplerinin yanında söyler, böyleleri
cehennemin üçüncü tabakasıdır.

 

 

* Bir kısmı vardır,
kendini fetva vermeye adamıştır, doğru yanlış fetvalar verir. Böylesi, dördüncü
tabakadadır.

 

 

* Bazıları vardır.
Ehl-i kitap ağzıyla konuşur, bunlar beşinci tabakadadır.

 

 

* Bir kısmı vardır.
İlmini halk arasında asâlet ve anılma vâsıtası kılar, bunlar altıncı tabakayı
teşkil eder.

 

 

* Bir kısım âlim
vardır, onları tekebbür ve kendini beğenme, helâke atar, bu gruptan biri va'zu
nasîhat edecek olsa şiddet gösterir. Başkasını da burunsar (küçük görür),
böylesi, ateşin yedinci mertebesindedir. Rivâyette gelmiştir: Öyle kul
vardır ki, hakkında açılan medh ü senâ sancağı meşrikla mağrib arasında
dalgalandığı halde Allah Teâla’nın indinde bir sineğin kanadı kadar ağırlığı
yoktur.
"(9)

 

 

Konuyla ilgili
birkaç hadis-i şerif daha zikredelim:    

 

 

“Bir insan,
kendisiyle Allah Teâla’nın rızası kasdedilen (dini ilimlerden) bir ilmi, sırf
dünya malını elde etmek için öğrenirse, kıyamet gününde cennetin kokusunu dahi
duyamaz.”(
10)
                 

 

 

“Kim, Allah
Teâla’danbaşkası için ilim öğrenir veya o ilimle Allah Teâla’danbaşkasını
amaçlarsa, cehennemdeki yerine hazırlansın
.”(11)

 

 

"İlmi, âlimlere karşı böbürlenmek, cühela ile münakaşa
etmek veya mevki makam elde etmek için öğrenmeyin. Kim bunu yaparsa ona ateş
gerekir, ateş
!"(12)

 

 

"Ümmetimden bir kısım insanlar, dinî ilimleri
öğrenecekler. Kur'an-ı Kerim'i okuyacaklar ve şöyle diyecekler:
 "Umeraya gidip, onların dünyalıklarından alırız,
dinimizi de onların şerrinden uzak tutarız." Halbuki bu mümkün değildir,
tıpkı katad (denen dikenli ağaçtan) dikenden başka bir şey elde edilemediği
gibi. Aynen öyle de, umeranın yakınlığından sadece... elde edilir." 
Muhammed
İbnu's-Sabbah: "Aleyhissalâtu vesselâm sanki hataları kastetmiştir"
der."(13)

 

 

Abdullah İbnu Mes'ud (ra) demiştir ki:

 

 

"Eğer ilim ehli, ilmi koruyup, onu layık olanlara
vermiş olsalardı, ilim  sayesinde devirlerinin insanlarına efendi
olacaklardı. Ne var ki onlar ilmi, dünyalıklarından menfaat sağlamak için ehl-i
dünya için harcadılar. Dünya ehli de âlimleri aşağıladı. Hâlbuki ben,
Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini işittim: "Kimin
tasası sadece ahiret olursa, dünya tasalarına Allah Teâla’nın kifayet eder. Kim
de dünya tasalarına kendini kaptırırsa, dünyanın hangi vadisinde helak olduğuna
Allah Teâla’nın aldırmayacaktır.
"(14)

 

 

İlim Allah İçin İstenir

 

 

 Bütün bu tehditlerin sebebi, görüldüğü gibi
ilmin tamamen dünyevi amaçlarla istenmesinden ötürüdür. Oysa her Salih amelde
olduğu gibi ilimde de amaç, “Allah Teâla’nın için” olmasıdır. Öyleyse İslam’da
ilim edinmenin amacı, kulluğumuzu güzel yaparak Allah Teâla’nın rızasını
kazanmaktır.

 

 

Her şeyden evvel
kalbimizde böyle temiz bir niyet olmalı. Mademki ameller niyetlere göre değer
kazanır, ya da kaybeder, öyleyse işin başında temiz bir kalp ve temiz bir niyet
olmalıdır. Sonra ilim öğrenmeye çabalamalı, gayret göstermeliyiz.

 

 

Niçin mi?

 

 

İşte amaç
berraklığı: Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak amacıyla ilmi önce kendimiz için
istemeli, ihlas ve samimiyetle bildiklerimizi yaşayarak ondan faydalanmalıyız.
Sonra da onları yine Allah için neşrederek, yayarak bütün insanlığı
yararlandırmalıyız.

 

 

Bu amacın dışında başka
bir amaç gütmek Allah Teâla’ya karşı fısktır, sapmadır, bozulmadır, riyakârlıktır.
Evet, bir gizli şirk olarak riyakârlıktır.(15))
Esas şirkin de kapısıdır. Bu da peygamberimizin en çok korktuğu şeydir:

 

 

“Ümmetim üzerine
en fazla korktuğum şey: diliyle çokbilmiş münafıktır
.”(16)

 

 

Aynı zamanda
emeğimize karşı haksızlık, kendimize karşı zulüm, insanlığa karşı da nankörlük
ve hoyratlıktır.

 

 

İlimde İhlas

 

 

Riyakârlık, sadece
ibadetlerde ve hayırlarda olmaz. İlimde de riyakârlık olmamalıdır. İslam,
ihlası emretmiştir. Her iş Allah Teâla’nın rızası için yapılmalıdır.  Allah Teâla’nın rızası düşünülmeden yapılan
her iş, çirkindir. Hele Allah Teâla’nın rızası ile çatışıyorsa, çirkinin
çirkinidir. Özellikle de ilimde ihlassızlık, çirkin olduğu kadar tehlikelidir
de. Gerçek âlimler bunu bilir ve düşmemek için dikkat kesilirlerdi. Niyetlerini
sorgularlardı sık sık. Kalblerini yoklarlar, kendilerini sürekli hesaba
çekerlerdi. Bu noktada insanın yüreğini ağzına getiren olaylar yaşatmışlardı.
İşte İmam Ebul’l Hasen el-Maverdî onlardan biridir. İslamî ilimlerle azıcık
ilgilenen herkes O’nu tanır.

 

 

Anlatılır ki o,
kendi zamanında yazdığı o muazzam ve muhteşem kitaplarından hiçbirini açığa
çıkarmamış. Yazdıkça özel bir yere koymuş. Vefatı yaklaşınca güvendiği bir
dostunu çağırmış ve demiş ki:

 

 

- Falan yerdeki
kitapların hepsi benim yazdığım kitaplardır. Bu zamana kadar açıklamadım, çünkü
içimdeki niyeti halis bulamadım. Bana ölüm gelip de tam canım çıkacağı anda
elini elime ver. Eğer elini sıkı sıkıya kavrar da açmaz isem, bil ki onlar
benden kabul edilmemiştir; git ve o kitapları Dicle’ye at. Eğer elini sıkmaz da
elimi açarsam, bil ki onlar benden kabul edilmiştir ve ümit ettiğim halis
niyeti elde etmişimdir.

 

 

 O kimse der ki:

 

 

- Eceli yaklaşınca
elimi eline koydum. Elini açtı ve benimkini kavramadı. Anladım ki çalışması
kabul edilmiştir. Bunun üzerine kitaplarını açığa çıkardım.

 

 

Bu olayı Tacu’s
Sübkî, “Kitab’u Tabakati’ş Şafiiyyeti’l Kubra,” 5/268-269. da anlatırken
şunu söyler. “Her halde “el-Havî” adlı eseri için bu söylenir. Yoksa o
kitabın dışında başka birçok kitabını kendi el yazısıyla gördüm. Hatta hayatı
esnasında okumasını bitiremediğim kitapları da vardı.”(17)

 

 

Olsun “el-Havi”!
Şimdi o kitap veya başka kitaplarının Dicleye atılma ihtimali yüreğinizi
ağzınıza getirmez mi sizin?

 

 

Bunu garip karşılayanlara
derim ki, ne farkı var, işte Mehmet Akif Üstadımızın o muhteşem Kur’an meali’nin
macerası da aynen öyle değil mi? Hani yazmış ve arkadaşı İhsan Beye bırakmış
Mısır’da. Demiş:

 

 

- Kur’an Meali ile
ibadet mecburiyeti getireceklermiş. Gidip bakayım. Eğer aslı yoksa bildiririm.
Benden bir bilgi gelmezse, ben ölünce yak onu. Benim kitabım böyle bir zulme
alet olmasın.

 

 

Ekmeleddin
İhsanoğlu’nun babasıdır o zat ve Ekmeleddin Beyin de ifade ettiği gibi
yakılmıştır. Keşke biraz beklese, keşke yakmasa idi!  Vefasızlığa keşke diyoruz amma, maksadımız
malum, keşke o kitap yaşasaydı! O mealden tam aslı değil, ama bazı müsveddeleri
kalmış geriye!

 

 

İşte size bir
temenni de İmam Şafiî’den. Kendisinin hem ilim öğrenme, hem de riya, süm’a,
şöhretten kaçma babında söylediği şu söz ne kadar düşündürüyor insanı:
“İsterdim ki insanlar şu ilmi öğrensinler, ama ondan bana bir harf bile nisbet
edilmesin.”(18)

 

 

İmam Müslim de
niyetini sorgular ünlü eserinin mukaddimesinde. Sahih hadisler varken zayıflara
kimsenin bel bağlamayacağından bahseder. Ancak orada bir de ikazı vardır: “Şu
kadar var ki, böyle birini zaif hadis rivayetine ve zayıf hadislere i’timada
sevkeden âmil, halk tabakası nazarında, çok hadis bilirmiş görünmek ve “filanca
ne de çok hadis toplamış; ne çok sayıda hadis te’lif etmiş” denilmesi
hevesidir. İlim babında her kim bu mezhebe gider ve bu yolu tutarsa, o kimsenin
ilimden nasibi yoktur. Böylesine “cahil” adını vermek, bir ilme nisbet etmekten
daha hayırlıdır.”(19)

 

 

Bu sözleri ilerde
açıklayacağımız “hangi âlimler?” ve “âlimin ahlak sorumluluğu” bahislerinde de
hatırlayalım inşallah. Allah Teâla’nın rızası için değil de, desinler diye ilim
öğrenmek, amaçtan açık bir sapmadır.

 

 

İlim Zulme Alet
Edilmemelidir

 

 

Bugün gelişen
ilimler, her ne kadar insanlığa teknik olarak bir kısım imkân ve kolaylıklar
sunmuşsa da, iki dünya savaşı ile yaşanan ızdıraplardan sonra dahi dünyayı
cehenneme çevirebilecek ve kitle ölümlerine sebep olabilecek silahlar
yapılmıştır. Bu silahların ve tekniğin tehdidiyle milyonlarca insan zulüm görmekte,
inim inim inlemektedir. Daha önce de geçtiği gibi insanlığın felaketi, bir
yerde inançsız ve erdemsiz âlimlerin eliyle gerçekleşmektedir.

 

 

Zikredilen hadislere
dikkat edersek, orada Allah Teâla’nın sevmediği ve cehennemle tehdit ettiği âlimlerde
şu çirkin huyları görüyoruz; Âlim geçinmek: yani unvan elde etmek, şan ve
şöhret duygularını tatmin etmek, ilmini ortaya almak için bilimsel tartışmalara
girmek. Sefihlerle tartışma; yani cahillerle, aklı kıtlarla, nefsine
mağluplarla tartışmaya girerek, gururunu, kibrini, kendini beğenmişliğini
tatmin etmek, halkı küçük görmek ve dikkat çekerek mevki, makam, yetki ve
dünyalık kazanmak. Salih ameli olmadığı halde toplantı ve meclislerde ilim ve
güzel konuşma gösterisi yapmak; edebiyat parçalamak.

 

 

Evet, eğer ilim
bunlar içinse, yazıklar olsun; çünkü kişiyi cehenneme bizzat atıyor. Yazıklar
olsun o ilme ki, kişiyi Allah Teâla’dan uzaklaştırıyor. Yazıklar olsun o ilme
ki, kişiyi yüceltmiyor, aksine alçaltıyor, değersizleştiriyor. Peygamberimiz
buyuruyorlar:

 

 

Öyle kul vardır
ki, hakkında açılan medh-u sena sancağı maşrikle mağrib arasında dalgalandığı
halde, Allah Teâla’nın katında bir sineğin kanadı kadar ağırlığı yoktur.”(
20)

 

 

Gazali, âlimlerde
görülen ilk bozulmaların nasıl meydana geldiğini anlatırken, amaç sorununa da
ışık tutar; “Hulefa-i Raşidin, Allah Teâla’nın'ı bilen, ilahi kanunlara vakıf
olan gerçek imamlardı. İstişare de yapıyorlardı. Âlimler de, devamlı ilim
yayma, ibadet gibi ahiret ilimleriyle uğraşıyor, fetvadan, devlet görevlerinden
kaçıyorlardı. Devletten görev istemiyor, verirlerse de en güzel bir şekilde
yapmaya çalışıyorlardı.

 

 

 Ne zaman ki idare, fetvaya gücü yetmeyen
cahillerin eline geçti, işte o zaman fakihlerden fetva almak için, onları
yanlarına almak zorunda kaldılar. Ashabın yolunda giden tabii ve tebe-i tabii âlimleri,
iktidarların gayri meşru haksızlık, hukuksuzluk ve adaletsiz, zalimane
uygulamalarına ortak olmamak için, kendilerine verilmek istenen adalet, maliye
vs. bakanlıkları, valilik, hâkimlik, defterdarlık, muhasebecilik gibi devlet
memurluklarını kabul etmediler. Hatta bunun için zindanlara atıldılar,
kırbaçlar yediler.

 

 

Bunu gören zamane
insanları, sultanlara yakın olmak, devletin üst düzey makamlarına atanmak ve
dünyalık toplamak için, fıkıh ve hukuk ilmini öğrendiler ve iltimaslar ve
aracılarla, kendilerini sultanlara takdim ettiler. Böylece, bir zamanlar
sultanlar tarafından aranan fakihler, bu sefer sultanları aramak zilletine
düştüler. Tam tersi bir durum olmuştu. Sultanlardan yüz çevirmekle aziz olan âlimler
ve fakihler, bu sefer, makam mansıp istedikleri için zillet içine
yuvarlandılar. Aziz iken zelil oldular; yüce iken küçük düştüler.”(21)

 

 

Oku Ama Neyi
Nasıl?

 

 

Dinimizin ilk
emrinin “oku” olduğunu hepimiz biliriz. İyi ama neyi nasıl ve hangi amaçla
okuyacağız? Esas okumanın amacını ortaya koyan ayetin devamından çoğumuz
habersizmiş gibi davranırız: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”(22)

 

 

Oku, ama Allah
Teâla’nın adıyla, yani Allah Teâla’nın rızasını gerçekleştirmek için oku. Allah
Teâla’yı bilmek, sevmek, saymak ve kulluk etmek için oku.

 

 

“Hayatta en hakiki
mürşit ilimdir” sözü halka şirin gelmektedir. Evet, bir yerde şirindir; çünkü
ilmi övmekte, dolayısıyla ilim sahibi âlimlerin mürşitliğinden, yani yol
göstericiliğinden, olgunluğa kılavuzlamasından bahsetmektedir. Cahillerin yol
göstericiliğinin, rehberliğininin hakikatsızlığından, aldatıcılığından,
saptırıcılığından, yalancılığından, asılsızlığından bahsetmektedir. Doğudan
bakarsanız böyle anlaşılan bu cümle, asıl söyleyenini işin içine katmadan ifade
edersek, batıdan, batı düşüncesinden bakıldığında bambaşka bir anlama
gelmektedir.

 

 

Nasıl mı?

 

 

İyi düşünelim,
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü ne anlama geliyor? Bir pozitivist ne
anlatıyor bu cümle ile? Hemen söyleyelim. Bu söz bize diyor ki, “Artık
göklerden haber alma devri bitmiştir. Peygamberlerin getirdiği vahiy devri, yani
kutsal sözler devri bitmiştir. Yani Kur’an-ı Kerimin irşat dönemi kapanmış,
dinin yol göstericiliği sona ermiştir. Bunlar asılsız hurafelerdir. Bu
hurafelerin hiçbir ilmî değeri yoktur, bu safsataların hiçbir kıymeti yoktur.
Bunlardan bilgi alınmaz. Artık bilgi ancak akıl ve duyu organlarından alınır.
Artık sadece akıl ve akılla erişilen bilim vardır, bilimin yol göstericiliği
vardır. Bilgiye ulaşma yolları sadece akıl ve duyu organlarıdır. Peygamberlerin
getirdiği ilahî sözler, akıl ve duyu organlarıyla kavranılamayan gerçek dışı hurafelerdir
ve bilim hurafelerin kaynağı olan dini ortadan kaldırmıştır”.

 

 

Geçen asrın
felsefesi buydu batıda. Pozitivist, materyalist, tanrı tanımaz bu düşünce
maalesef batıcılar tarafından taklit edilerek alındı ve Türk Milli Eğitiminde
geçerli olmuş ve yıllardır uygulanmış temel bir düşünce sayıldı. Oysa bize göre
bu düşünce açık bir inkârdır, küfürdür. Buna inanan Müslüman kalamaz, dinden
çıkan bir mürtet olur. İsterse kendisini Müslüman saysın, durum değişmez,
İslam’a göre o bir kâfirdir. Kaldı ki Kur’an-ı Kerimin batıl bir hurafe
olduğunu, ilmi bir kıymet ifade etmediğini söyleyen, onu inkâr etmiş ve
aşağılamış olduğundan nasıl olur da kendisini Müslüman kabul edebilir?

 

 

 Biz bilgiye değer veririz, ama bizim için
bilgi edinme yolları sadece akıl ve duyu organları değildir. Aynı zamanda ilâhî
kelam olan vahiydir de. Kur’an ve onun canlı bir yorumu olan sünnet, bizim en
temel bilgi kaynaklarımızdandır. Kur’an ve sahih sünnete ters düşen bir inanç,
bir kanun, bireysel veya toplumsal bir uygulama, bir bilgi veya görgü kuralı bizim
için asla kabul edilemez. Çünkü o açık bir dalalettir, sapıklıktır. İnsanı asla
irşat edemez, doğruya götüremez, mutluluğa kılavuzlayamaz. Bu tür bilgiler
bizim için hayatta asla hakiki bir mürşit olamaz!

 

 

  Pozitivizm, rasyonalizm, modernizm, çağdaşlık,
laiklik, sekülerizm ve irtica ile mücadele bahanesiyle kendilerini ve ümmetin
çocuklarını inkâra atarak cehennem yakıtı yapmağa çalışanların kulakları çınlasın!
Diğerlerini az çok anladık ama şu laiklik de neyin nesidir? Eğer bütün dünyanın
anladığı gibi devletin tüm inanç ve dinlere, dindarlara eşit mesafede olup
hiçbirine baskı yapmaması, çoğunluğun azınlığı ezmesine izin vermemesi,
herkesin din ve vicdanında özgür olmasının temin edilmesi, dinini özgürce
öğrenebilmesi, yaşayabilmesi ve yayabilmesi ise, sorun yok. Ama, laiklik, bu isim
altında din düşmanlığı, özellikle de İslam düşmanlığı yapılması ise, İslam’ın
inananları tarafından öğrenilip yaşanmasına, yayılıp yaşatılmasına mani
olunması ise, ki bu zamana kadar uygulama malesef hep böyle olmuştur, İslam
asla bunu kabul etmez. Hem de ne isim ve unvan altında ve neye mal olursa
olsun, böyle hukuk dışı zorba bir anlayışla mücadele etmekten asla vazgeçmez.
Her din gibi İslam da yaşanmak, bireysel ve toplumsal hayatta uygulanmak ister.
Peki, bu sistem içinde uygulanan nedir?

[1]

"Şu adamın namazı" gibi bir şey yani! Hani, adamın birisi Nasreddin
Hocaya sormuş:

 

 

- Hocam, Abdestsiz
namaz olur mu?

 

 

- Olmaz, demiş hoca,

 

 

- Ama ben kıldım
oldu, demiş adam. Hoca adamın budalalığına şaşırmış tabi. Sen eğilip kalktın, namaz
kılar gibi yaptın. Be adam, abdestli kılsan bile, her yaptığın fıkha uygun olsa
bile, kabul edip etmemek yine Allah Teâla’ya kalmıştır, biraz saygılı olsana!
Din, Allah Teâla’ya O’nun istediği gibi kulluk etmektir, falanın veya filanın
istediği gibi değil. En azından bu hak din değildir, olsa olsa, falanın veya
filanın batıl dinidir.

 

 

Faydasız İlim

 

 

Peygamberimiz
faydasız ilimden Allah Teâla’ya sığınmıştır.(23)
Bunu duyan birisi acaba “Faydasız ilim olur mu?” diye sorar mı sizce?  Bence sorabilir. Beynini ıvır zıvırla dolduran
okullardan mezun olmuş zavallılardan ise, özellikle yadırgamam. Cevap olarak da
öncelikle şu soruyu sorarım: Kişiyi cehennemden kurtarmayan ilmin ne faydası
var? Sonra ilimlerin kişiye ve insanlara faydalı olabilmesi için olumlu
yönlerde kullanılması gerekir. Dünyanızı kurtardığınız bir ilimi öğrenirken,
eğer Allah Teâla’nın kanunlarını gözetmezseniz, kendi ilminizle hem kendinizi,
hem de dünyanızı tahrip edebilirsiniz.

 

 

Dikkat edilmesi
gereken bir mesele de, dünyamızı kazanacağınız ilimleri yine iyi bir niyetle
kazanmamızdır. Tamam, onları okuyup öğrenelim. Fakat her müslümana lazım olan, yokluğu
dünya ve ahiret saadetini yok eden dini ilimleri de ihmal etmeyelim.

 

 

Sonra, niye olmasın,
faydasız ilim de olur. Bana ne Amerika’nın dağlarından, nehirlerinden? Hele de ben
daha kendi dağlarımı, nehirlerimi bilememişken? “Daha önemli” varken,
“önemliye” bile bakılmaz. Eskiler buna “ehemmi mühimme tercih” derlerdi. Nerde
kaldı ne dinimize, ne de dünyamıza hiçbir faydası olmayan bilgilerle
oyalanmamız!

 

 

İyi Niyetin
Değeri

 

 

Bir müslüman olarak
amacımızı iyi tespit eder de, niyetimizi Allah Teâla’nın rızası olarak
belirlersek, her yaptığımız iş, ibadet olur. Evet, iyi niyetle sıradan
işlerimiz, adet ve alışkanlıklarımız bile ibadet olur. Çünkü “ameller
niyetlere göre değer kazanır.

 

 

Bu sebeple, bir
kişi, “Ya Rabbi! Bu ilimlere çalışıyorum ki, öğreneyim. Öğrendiklerimle sana
güzel kulluk edeyim. Kullarına rızan istikametinde faydalı olayım” diyerek
niyetini güzel kılsa, onun bütün çalışmaları ibadet olur. Hatta evinden kalkıp
okula veya iş yerine gelmesi bile bir ibadettir. Attığı her bir adım, bir sevap
yazdırarak Cennete yaklaştırır onu. Öbür adımı da bir günahını sildirir.
Bastığı yerler, o yerde yaşayan canlı cansız varlıklar, hatta semada yaşayanlar
hep dua ederler ona. Melekler kanatlarını gererler üstlerine, çalışma odalarından
veya sınıflarından ayrılırken, inşallah affedilmiş olarak ayrılırlar. Okullardaki
sınıflarda okunan ilimler Kur’an, tefsir, hadis, fıkıh, akaid vs. gibi dini
ilimler olsa da böyledir; fizik, kimya, matematik, tarih, coğrafya, felsefe,
sosyoloji vs. olsa da böyledir. Çünkü niyet güzel, amaç ulvî ve âlîdir.

 

 

Bakın bir niyetin,
bir amacın iyi tespiti, insana ne sevaplar ve ibadetler kazandırmakta ve
bunlardan da ne saadetler, ne huzurlar ve ne güzellikler kaynaklanmaktadır. Ne
var ki bu mutluluğu, bu güzellikleri İslam’dan başka bir dinde bulamazsınız. Nitekim
kadri kıymeti bilinmeyen, hakkı olduğu makama alınmayan, buna rağmen ehliyetsiz
insanları yüce (!) makamlarda gören nice okumuş adamların: “Keşke okumasaydım.
Bunca zahmete değmezmiş” dediklerini çok duydum. Uykusuz gecelerde, uzak
gurbetlerde çile dolu günler, şimdi bir hasret, hüzün ve pişmanlık olarak
içlerini yakıyordu.  Okumaları
kendilerine belki de hak ettikleri dünyalıklarını kazandıramamıştı. Sonuçta
paranın, siyasetin, torpilin, adam kayırmanın, yani gücün hükmü sürüyordu. Acı
ama gerçek buydu ve bunca okudukları boşa gitmişti. Bu, hakikaten acıydı,
zordu, katlanılamazdı! Bunu ne telafi edebilirdi ki?

 

 

İşte İslam, bu acıyı
yaşatmaz insana. İnsan, okumuş ise, karşılığını Allah Teâla’dan muhakkak
alacaktır. Boşa giden emeği yoktur mü’minin. İnsanlar bilir veya bilmez,
faydalanır veya faydalanmaz; kendilerinin bileceği bir iştir.  Ama kişi, çalışmasının ve bilgisinin
karşılığını muhakkak alacaktır. Dünyada huzur, güven, zevk, şevk, heyecan,
feraset, yani doğru ve derin bir bakış açısı, isabetli karar, kendine saygı, kolay
ve rahat bir yaşam, topluma faydalı olmakla hak edilmiş hürmet ve sevgi,  hizmet ve başarı, başarmanın mutluluğu ve
sair ile. Ahirette ise Allah Teâla’nın rızası, Cenneti ve cemali ile!

 

 

Amacı iyi Öğrenmek

 

 

Bu konunun sonuna
yaklaşırken deriz ki, eğer biz, amacı iyi öğrenir ve gençlerimize iyi öğretebilirsek,
kuşkusuz onları daha edepli, terbiyeli, gayretli ve çalışkan bulacağızdır.
Hedefe daha azimli ve iradeli gidecek ve kendilerine de, insanlara da daha
faydalı olacaklardır. Öyleyse, onlara yapabileceğimiz en büyük iyilik, Allah
Teâla’yı ve Resulünü sevdirebilmek, yani bir yerde İslam’ın güzelliklerini
onlara iyi anlatabilmektir: İnsanı, peygamber ifadesiyle “insanların en
seçkini
” yapan(24) bu
haslet, Allah Teâla’nın rızası için yapılmalıdır.

 

 

Dervişlerin zikir
esnasında söyledikleri “İlâhî ente maksudî ve Rızake matlubî” sözü,(25) her şeyde olduğu gibi, ilim için de
geçerlidir.

 

 

Amacın bozulması,
âlimin de bozulmasını sonuçlandıracaktır. Nitekim yerlerin ve göklerin
yaratılması ve insanın harika bir bedenle donatılması üzerinde çalışan
mesleğinde uzman nice âlim, gördükleri kudret karşısında hayran kalarak,
“Allah’ım ne büyüksün!” derken, az da olsa aynı bilgilere vakıf emsalleri tanrı
tanımaz ateist veya inansa da yaratıcıya karşı laubali olabiliyor, sanki yokmuş
gibi hareket edebiliyor. O zaman aklını ilim öğrenmede kullanan ama arkasındaki
hikmeti görüp değerlenmede kullanmayan bu insanlara âlim demek, Kur’an
anlayışına ters düşer. Çünkü Rabbimiz şöyle bildirir:

 

 

“Allah’ın
gökten su indirdiğini görmez misin? Sonra onunla renk ve çeşitleri farklı
ürünler çıkardık. Dağların da farklı renklerde; beyaz, kırmızı, simsiyah
yolları, kısımları vardır.

 

 

Aynı
şekilde, insanlardan, binek hayvanlarından ve eti yenen hayvanlardan da farklı
tür ve renklerde olanlar var. Kulları içinden ancak bilenler, Allah’ın
büyüklüğü karşısında heyecan duyarlar.
 Şüphesiz Allah üstündür, çokça
bağışlayıcıdır

[2]

.

 

 

Dikkatlerimizi bir
yandan tabiatın ihtişamına çeken bu ayetler, diğer yandan da bu muhteşem görünümü yaratana dikkat çeker. Bu
varlıkların bu harika yaratılışını ve içyapısındaki ilmi görüp hikmet ve
faydasını kavrayan bir aklın, “bunları böyle muazzam olarak yaratan kimdir?”
sorusunu sormaması ve o yaratıcıyı dikkate almaması düşünülemez. Varsa bile bu
akıl kendi içinde çelişmektedir. Bu çelişki ilim adamı olma ile bağdaşmaz.

 

 

Kur’an-ı Kerim, muhataplarını
evrendeki muhteşem görünümlerden hareketle akıllara durgunluk verecek
incelikleri keşfetmeye yönlendirirken, aynı zamanda bilginin kıymeti
ve âlimin değerine de vurgu yapar. Şu çok güzel ifadelerle sunulan ilginç
tespite bakar mısınız: “Kulları içinden ancak bilenler, Allah’ın
büyüklüğü karşısında heyecan duyarlar”.

 

 

Bu ayetteki heyecan
duyarlar
” kelimesi tefsire muhtaçtır. Kelimenin kökü “haşyet duyarlar”
şeklindedir. Haşyet bazen saygı, bazen de korku olarak tercüme edilmiştir.
Burada ise “büyüklük karşısında duyulan heyecan ve korku, zarar görmekten
değil, hakkını verememekten kaynaklanan endişe” manasına gelmektedir. Yani kaba
bir maddi korku değil, değer verdiklerinin sevgi ve saygısını kaybetme, gözden
düşmeden korkma” gibi manevî, derunî bir korkudur. Yani çok yüce, ulvî ve
saygın bir korku. Ayetlerin dikkat çektiği nokta, demek ki yerleri ve gökleri
inceleyen, araştıran ve bunlara dair bazı bilgileri keşfeden âlimlerin bunları
yaratan karşısında kalpleri ürpererek saygı ile durmaları gerekmektedir.
Değilse, o kişi ilmin gereğini anlamayan bir duruma düşmüştür ki bu da o çapta
bir insana yakışmaz. Onun âlim olma vasfını zedeler.  Bazı rivayetlere dayanarak sahabeden
günümüze kadar gelen âlimlerin genel kanaatleri odur ki, “ne kadar bilgili
olurlarsa olsunlar Allah’a saygı duymayan kimseler âlim olarak nitelendirilemez”.

 

 

İslam, kendine has
bir anlayış getirmiş ve kendine özel bir medeniyet kurmuştur. Başka batıl din
ve felsefi görüşlerin onun seviyesine çıkamamaları yüzünden onu hakkıyla
kavrayamama sebebiyle dil uzattıklarını biliyoruz. Bu onların sorunudur. Bizim
medeniyetimizde insanlar ilim öğrenmeyi bir ibadet sayarak onunla Allah
Teâla’nın rızasını kazanmaya çalışırlardı. Bu da onlara hem bu dünyanın, hem de
ahiretin saadetini sağlardı. Allah Teâlâ da onlara özel bir değer verir, sevgi
duyardı. Onun “Allah’tan gereği gibi ancak âlimler sakınır” sözü bunu
ifade ederdi. Bu yüzden ilmi dünya geçimi için değil, Allah Teâla’nın rızası
için öğreniyorlardı. Bu düşünce ve tavır sayesinde ilme samimi ve ihlaslı
insanlar talip oluyorlardı. Çünkü ucunda zahmet ve meşakkat vardı. Hiçbir
dünyevi karşılığı yoktu.

 

 

Gazali’den okuduk,
daha sonra, sultanların yanında makam ve mevki kapmak amacıyla ilimler
öğrenilmeye başlayınca, yani dünyalık niyetlerle ilim öğrenilmeye başlayınca,
maalesef ilim adamında olması gereken ihlas ve takva kaybedildi. Hal böyle
olunca âlimler üstlerindeki eğitim, öğretim, irşat, iyiliği emretme, kötülükten
nehyetme, durum ve ortam ne olursa olsun hakkı söyleme, adalet ve insafa davet
gibi vazifelerini yapmaz oldular. Sırf dünya menfaati için zalim idarecilere
yağcılık ve dalkavukluk yapmaları kendilerinden beklenen önderliği de yok etti.
Çünkü Müslüman halk nezdindeki sevgi ve saygılarını yitirdiler, itibarlarını
kaybettiler. Buradan da anlaşılıyor ki ister avam olsun ister âlim, insanın
gerçek değeri ve itibarı, Allah Teâlâ’yı bilmesi, sevmesi, sayması ve itaat
etmesi miktarındadır. Buradan hareketle şöyle diyebiliriz; ilimlerin kendi
başlarına bir değeri ve faydası elbette vardır. Ama yine de sahibine göre artı
bir değer kazanabilir. Allah Teâlâ’ya saygılı bir adamda ilim daha saygın bir
makamdadır.

 

 

 


(8) Tirmizî,
İlim 6 no: 2656; İ. Canan 7/309.

 

 

(9) Kütüb-ü
Sitte Muhtasarı
, 7/309.

 

 

(10) Ebû Dâvud
ve İbn Mâce’den, Mansur Ali Nasıf, et-Tac 1/74.

 

 

(11) a.y.

 

 

(12) İ.Canan, age.16/550. No: 78. (254) (6065)

 

 

(13) İ. Canan, age. 16/551. No: 79. (255) (6066)

 

 

(14) İ. Canan, age. 16/552. No: 80. (257) (6067)

 

 

 

 

 

(15) ) Deylemi, Müsned, no:3675; Erbili, Kenzu’l
İrfan s.178 (750)

 

 

(16) Erbili,
a.g.e. s.178(750); Aclûnî, Keşfu’l Hafa 1/68(160)

 

 

(17) Seyyid
b. Hüseyn el-Afânî, Salahu’l Ümmeh, 1/122.

 

 

(18) Seyyid b. Hüseyn el-Afânî, Salahu’l Ümmeh, 1/121.

 

 

 

 

 

(19) Ahmed
Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme Ve Şerhi, 1/77.

 

 

(20) İbrahim
Canan, Kütüb-ü Sitte Muhtasarı 7/310.

 

 

(21) Gazali, İhya,
1/109.

 

 

(22) Alak
1-2.

 

 

 

[1]

Laiklik konusunu çok kitabımızda işledik. Ama özellikle “Laiklik
Sorgulaması”
 kitabımızda konuyu enine boyuna işledik, bakılabilir.

 

 

(23) Tirmizî,
Daavat 69 no:3478, Neseî, İstiase 2.

 

 

(24) Suyutî,
a.g.e. 2/8; Münavî, a.g.e. s.63.

 

 

(25) Manası: “Allah Teâla’nın’ım,
maksadım, amacım sensin. İstediğim de sadece senin rızandır.”

 

 

 

[2]

Fatır, 27-28.