İnsanın Üstünlüğü

İnsan kimdir?

Nasıl bir varlıktır?

Yeryüzüne nereden gelmiştir, nereye doğru gidiyor?

Bu dünyada niçin vardır, görev ve sorumlulukları var mıdır, varsa nelerdir?

Bu gibi sorular insan aklını hep meşgul etmiş olan sorulardır. Çeşitli felsefî akımlar, düşünce ekolleri, dünya görüşleri, ideolojiler ve değişik bilim dalları, bu sorulara cevap aramışlardır.

Ancak şu bir gerçektir ki İnsan için indirilen Kur’an, doğrusu insanı anlama ve tanımlamada da en temel eserdir. Yukarıda sorulan bütün soruların cevabını vermiştir Kur’an.

İnsan da evren gibi mükemmel yaratılmıştır Allah (azze ve celle) tarafından. Mükemmel ve özel. Bütün evrenin emrine verilmesi de bir o kadar saygıdeğer olduğunu göstermektedir. Belki bütün bir evrenin yaratılmasının sebebidir o. Bütün bunları, onu yaratanın kutsal kelamından çıkarıyoruz.

Bakınız şu ayetlere:

“Biz insanı ahsen-i takvîm üzere, en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık." (Tin, 4-5)   

Ayette geçen "takvîm" kelimesi, müfessirlerce değişik şekillerde yorumlanmış, kimi sûret ve duyu organlarının güzelliği, kimi boyunun doğruluğu ve ayakları üzerinde dik durması, güç  ve  kuvveti  demiş, kimi de "ahsen-i takvîm" sözünü akıl, kavrama ve ayırt etme şeklinde  algılamıştır. 

İnsan, gerçekten de güzel bir yaratıktır. Dış görünüşü, iç dizaynı, ruhsal yapısı, aklı ve duyuları, şartlara uyumu ve esnekliği ile mükemmel bir organizma, mükemmel bir canlı.

Allah (azze ve celle) insanı böyle güzel, böyle değerli yarattı. Hatta yaratmadan önce ona verdiği değeri, yine değerli olarak yarattığı meleklerine ilan etti ve onlardan da insana değer vermelerini istedi:

“Bir zamanlar Rabbin meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Melekler: "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. Rabbin: "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.

Ve Âdeme isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: "Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi.

Dediler ki: "Yücesin sen ya Rab!. Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin".

Allah: "Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver." dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, Allah: "Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim" dememiş miydim?" dedi.

Ve o zaman meleklere: "Âdeme secde edin!" dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.

Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."

Bunun üzerine şeytan onların ayağını oradan kaydırdı, içinde bulundukları cennet yurdundan çıkardı. Biz de: "Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir nasib vardır." dedik.

Derken Âdem Rabbindan birtakım kelimeler aldı, onlarla tevbe etti. O da tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.

Onlara dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Size benim tarafımdan bir hidayet rehberi geldiğinde, kim o hidayetçimin izinde giderse, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.

İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennem ehlidirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır.” (Bakara, 30-39)

Bu ayetler çok önemli ayetlerdir. İnsanı anlama konusunda beynini çatlatan insanlara eğer inanırlarsa en doğru ve sağlıklı bilgileri veren ayetlerdir. İnanmayanlara ise “yorulmaya devam” diyoruz.

Bu ayetler bize insanın menşeini, varoluş amaç ve biçimini, dünya macerasının ötesini, değerini, dostunu düşmanını, mutluluk ve bedbahtlık yönlerini, akıbetini ve daha başka bilgileri bir çırpıda veren ayetlerdir.

Muhterem müfessirimiz Elmalılı Hamdi Efendi o muhteşem tefsirinde bu “halife”yi anlatır bize:

“Ey Muhammed, ey Âdem oğlu, anılan nimetleri unutma ve o zamanı da unutma ki, insanlar yeryüzünde ortaya çıkmadan önce Rabbın ezelî iradesini açıklayarak ve sonsuz kudretini göstererek meleklere: ben muhakkak yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim, demişti ki, meâli: Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı selahiyetler vereceğim, o bana bağlanarak, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde birtakım kullanma yetkilerine sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icra edecek ve yürütecek. O bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı adına asil olarak hükümleri icra edecek değil. Ancak beni m bir vekilim, bir kalfam olacak. İradesiyle benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbik etmekle emredilmiş olacak, sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı görevi icra edecek olanlar bulunacak. "Sizi yeryüzünde halifeler yapan Odur." sırrı belli olacak. Bu mânâ, ashab-ı kiramdan ve tâbiinden uzun uzadıya nakledile gelen tefsirlerin özeti ve sonucudur.”“Ey Muhammed, ey Âdem oğlu, anılan nimetleri unutma ve o zamanı da unutma ki, insanlar yeryüzünde ortaya çıkmadan önce Rabbın ezelî iradesini açıklayarak ve sonsuz kudretini göstererek meleklere: ben muhakkak yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim, demişti ki, meâli: Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı selahiyetler vereceğim, o bana bağlanarak, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde birtakım kullanma yetkilerine sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icra edecek ve yürütecek. O bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı adına asil olarak hükümleri icra edecek değil. Ancak beni m bir vekilim, bir kalfam olacak. İradesiyle benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbik etmekle emredilmiş olacak, sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı görevi icra edecek olanlar bulunacak. "Sizi yeryüzünde halifeler yapan  Odur."   sırrı belli olacak. Bu mânâ, ashab-ı kiramdan ve tâbiinden uzun uzadıya nakledile gelen tefsirlerin özeti ve sonucudur.”

Onun penceresinden “halife” kelimesini biraz daha yakından görelim. Bu, insanın yeryüzündeki konumunu anlamada yardımcı olacaktır bize:

“Dilimizde "kalfa" deyiminin doğrusu olan halife kelimesi, (yani birinin arkasından makamına oturmak mânâsıyla ilgili olarak) mânâsınadır. Yani aslı "halîf"dir, çoğulu "halâif" ve "hulefâ" gelir, masdarı da "hilâfet"dir. "Hılâfet", "vekalet" gibi, "asalet"in karşıtı olarak, başkasına vekil olmak, yani az veya çok onun yerini tutarak, onu temsil etmek demektir.

Râğıbın "Müfredât"ında açıkladığı üzere bu vekillik de ya aslın kaybolmasından veya bir yardımdan veya aczinden, yahut da bunların hiçbiri olmadığı halde sırf asîlin vekiline bir şeref bahşederek lütufta bulunmasından doğar. Ve işte Cenab-ı Allahın yeryüzünde velilerini halife seçmesi bu kabildendir.

Demek ki her vekilin, halifenin kıymet ve şerefi, asilin şerefi ve vekilliğin derecesine uygundur.

Cenab-ı Allah da "yeryüzünde bir halife yapacağım" deyince, kendilerini bir danışma makamında gören melekler, bir taraftan bundaki şerefi takdir ettiler, diğer taraftan da yeryüzündeki bir yaratığa Allah tarafından böyle yüksek bir irade yetkisi verilmesinde bir şer ihtimalinden de korktular. "Yerde" deyince "Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım."   takdiri anlaşılıyordu. Acaba bu selahiyeti alan güzel kullanabilecek mi? Acaba bunu asalet zannederek kendi çıkarına hükümler icrasına kalkışırsa yeryüzüne fesat vermeyecek mi?

Cenab-ı Hak henüz bu noktaları ve o yetkinin derecesini ve gizli hikmetlerini bildirmemiş olduğu için melekler: 'orada (yani yeryüzünde) onu fesada verecek, onda fesatlar çıkaracak ve kanlar dökecek bir kimse, bir âmil mi yapacaksın? Halbuki biz hep sana hamd ederek daima tesbih ediyoruz ve sana özel takdisler (kutsamalar)imizi sunarız. Veya senin için kendimizi daima temizler, temiz tutarız', dediler. Ve bu şekilde maksatları hâşâ itiraz olmayıp, hikmetinin açıklanmasını istemek olduğunu bildirdiler. Bununla beraber hilafete, zımnen (üstü kapalı olarak) bir istek de ortaya attılar.”

İşte ey insan kardeşlerim!

Bunu bilmek başlı başına bir saadettir, emniyettir, huzurdur. Mutluluğun kaynakları işte bu imandadır. 

Bütün bunların sunduğu sonuç şudur;  insan biliyor ki Allah Teala katında değerlidir. Üstün bir yeri vardır. Sevilmekte ve değer verilmektedir. Üstelik her an Allah Teala ona çok yakındır. Şah damarından bile, hatta kalbinden, aklından, canından bile yakın. Her ihtiyacını görmekte, her nimetini vermektedir. Kul ona bir karış yaklaşsa, Allah Teala bir kulaç yaklaşmakta, kul O’na yürüyerek gitse, Allah Teala ona koşarak gelmektedir.

İnsan biliyor ki Cebrail başta olmak üzere bütün melekler onu sevmekte, saymakta, yar ve yardımcı olmaktadır. Ona dua etmekte, destek vermektedir.

İnsan biliyor ki bütün mahlukat onu tanımakta ve ona hizmet etmektedir. Onları kendisine musahhar kılan, kendisini de onları da yaratan Allah Teala’dır. Ve o mahlukat bu hizmeti seve seve yapmakta, insandan da sevgi ve şefkat beklemektedir.

Ey insan, bu ne şeref! 

Bu ne itibar!

Bu ne yüce bir makam!

Nasıl mutlu olmaz insan?!

Nasıl kul olmaz O Ulu Allah’a!

Nasıl korumaya çalışmaz bu sevgiyi, bu ikramı, bu itibarı, bu izzet ve şerefi?!

Netice itibariyle insan, Allah Teala'nın bu kainatta ruh ve bedenden oluşan güzel bir biçimde yarattığı özel ve müstesna bir varlıktır. Var oluş amacı imtihandır. İmtihanın konusu İslam'dır. İslam, Allah Teala'nın kanunlarıdır. Yani insanı bu dünyada da, öteki dünyada da mutlu etmek için gönderdiği biricik dini, hayat tarzı, yaşama biçimidir. İnsan bu varoluş amacını bilir, Allah Teala'yı sever ve sayar, ona boyun eğerek kulluğunu yapar, dinini öğrenir ve yaşarsa, bu dünya hayatında mutlu, huzurlu, sağlıklı olarak barış ve refah içinde yaşar. Ahirette de O'nun cemalini müşahede eder, rızasının ifadesi olan cennette sonsuz olarak akla hayale gelmez nimetler içinde yaşar. Aksi olursa, küfrünün ve nankörlüğünün cezasını bu dünyada da, ahirette de tatlı canından bezdirecek ve seve seve ölümü isteyecek acılar ve azaplar içinde kıvrana kıvrana yaşayarak çeker.

Zaten yaşanan tarih de bunu göstermekte değil midir?