Aydın

“Münevver”den “Aydın”a

Yukarıda “alim” kavramını işlerken anladık ki Batılılaşma hareketleriyle birlikte bu “alim” ve “münevver” kelimesi “aydın”a dönüştü ve bu güzel kelime bir yerde mahiyet değiştirdi. Çünkü Batı düşüncesinin temeli sayılan Pozitivizm ve materyalizm, Tanrıyı ve dini inkâr ediyor, Peygamberlerin sunduğu ilahî mesajlar için “batıl” ve hurafe” damgasını vuruyordu. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” derken o mekteplerde deneyle öğretilen, gözle görülür, elle tutulur tabiat bilgilerini, bir yerde laboratuvarda deney ile tekrarlanabilir ilimleri kastediyordu. Dinin insana peygamber aracılığı ile iletişimini sağlayan “vahiy”, yani “ilahî kelam, kutsal sözler, Kur’an ayetleri” ise “gaybe imanı” en başa koyuyordu: “Ellezine yü’minune bilgaybi.”

[1]

Şimdi soralım; Allah Teâlâ’nın kendisine, kitabına, kelamına, verdiği bilgilere iman etmeyen bir kâfirde “nur” ne gezer? Kendi dininden kopmuş, Batı medeniyetine iman etmiş, Müslümanca yaşama yerine bir Batılı gibi yaşamayı hayat tarzı ve yaşama biçimi olarak seçmiş “gâvur aşığı gavur” bir kişide nur mu kalır?

Kalmaz. Zaten bu yüzden onlar dahi İslamî ilimleri bilenlere “âlim” derken, tabiat ve felsefe bilenlere “bilgin” diyorlar. İslamî ilimlerin saçtığı “nur” yerine onlar “ışık” veya “ışın” diyorlar. Böylece “alim” yerine “bilgin” dedikleri gibi, “münevver” yerine “aydın” diyorlar. O meşhur sözü de artık şöyle söylüyorlar: “Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir.”

Kimileri de sanır ki bu sözle ilim övülmektedir. Oysa gerçek şudur ki bu sözle pozitivist düşünce ifade edilmekte ve din inkâr edilmektedir. Nitekim böyle diyenlerin ellerine güç geçtiğinde ilk yaptıkları icraat, dini devletten, toplumdan, sosyal hayattan, mektepten ve sokaktan kovarak inananların vicdanlarının ta derinliklerine gömmeleri olmuştur. Yani artık din bir vicdan işidir. Orda kalmalı, orada yaşamalı, asla dile gelmemeli, bedende gösterilmemeli, sokağa çıkmamalı, devlet ve toplumda gösterilmemelidir. Çünkü çağdaş bir toplumda dinin sokağa çıkması ve insanların hayatına karışması –haşa- utanç vericidir.

Her neyse, Batılılaşma uğruna “alim” “bilgin” oldu. “Münevver” de “aydın” oldu. İslam'a bağlı dünya görüşünden vazgeçilince zaten o görüşün muhtevasını taşıyan kelimelerden vazgeçilmesi tabii bir iş oluyor. Batıdan gelen kelimelere müsamaha gösterilmesini, dilimizi bozma çabalarını hep bu anlayışa bağlamak gerekir. Dilde, sanatta ve kültürde yerli kalmak derken İslam'a dayanarak oluşturduğumuz kültür ve medeniyetin muhtevasına sahip çıkmayı anlıyoruz. Bu kavram farkına dil açısından dikkat çektikten sonra asıl önemli konuyu ifade edelim. Bize göre iki kavram arasındaki fark, “münevver”in aksine “aydın”ın İslam nurundan mahrum olarak karanlıklarda kalması ve yarasalar gibi bu karanlıkta beyhude mutluluk aramasıdır. Bunu boşuna söylemiyoruz. Nitekim çağımızda “aydınlanma” deyince akla gelen, “insanın kendisini geleneklerin, toplumun ve inançların etkisinden kurtararak yalnız tabii aklına dayanmakla evreni ve hayatı açıklaması” akla gelir. Yine “aydınlanma” denince özellikle de 18. Yüzyılda Batıda gelişen, her türlü dinî inanca cephe alan akım kastedilir. Böyle olmalarına rağmen bu akımı savunanlarda ortak bir düşünce yoktur ve çoğu da Hristiyan vahyini kabul etmiştir.

[2]

Münevver ve aydın kelimelerinin batıda karşılığı daha çok bizde de kullanılan şekliyle “entelektüeldir.” Yaşadığımız devrimler ve toplumsal değişimler göz önüne alındığında bu aydın veya entelektüellerin “bilgi” adıyla sundukları her şeyin vahiyle sağlamasını yapmak, ilim ve irfan filtresinden geçirmek durumundayız.  Bu bağlamda en büyük sorumluluk şüphesiz alim veya aydın sıfatını haiz insanlara düşmektedir.

Biz “Batılılaşma” ile böyle bir felaket ve fecaati yaşadık. İnsanlığın mutlak hidayet rehberi, doğru yolun şaşmaz kılavuzu ve aydın olmanın imkânlarını öğreten Allah Teâlâ’nın yüce kelamı Kur’an, insanları uyarır.

“Ey insanlar! Eğer kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hıristiyanlardan herhangi bir guruba itaat edecek boyun eğecek olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler.”

[3]

Kur’an’ın şehadeti üstüne, başka bir şehadete asla gerek yoktur. Ancak bizzat yaşayıp gördüklerimizi söylemek, ayeti tasdik babında çok önemlidir. Allah Teâlâ’nın bu sesine kulak vermeyen aydınların, isimleri birer Müslüman isimleri kaldığı halde kendilerinin gerçekte irtidat (dinden dönme) çukurlarına nasıl yuvarlandıklarını, çok acı bir şekilde müşahede edip durmaktayız maalesef. Şunu kabul ederiz; Osmanlıda bazı idareci ve aydınlar, her hangi bir Batılı devlet taraftarı olsalar dahi, İslam'a ters düşmek ve açıktan kafir olmak istemiyorlardı. Osmanlıda  ilk defa laikliği dile getirenler, latin alfabesini yazı olarak teklif edenler, ibadetin Türkçe yapılmasını savunanlar bile fikirlerine kaynak ve mesnet teşkil edebilmek için İslami bilgi ve usulleri karıştırıp durdular. Cumhuriyete kadar muhtelif batılı modeller alınmakla beraber özdeki doğululuk unutulmadı. Ancak son iki yüzyılın Batılılaşma hareketleri Cumhuriyet ile beraber kesin bir şekle kavuştu. Tarihî şartların da kolaylaştırdığı yeni ve radikal Batıcılık, tutunabilmek için köklü bir kültür ihtilaline ihtiyaç duyuyordu. Bu yüzden İslam ile savaşmada asla fütur göstermedi ve İslam’a doğrudan savaş açtı. Benim hayret ettiğim durum, bunu tepedekiler yapıyorken İslam ile alakalarını kestiklerini çok iyi biliyorlardı. Yaptıklarında bilinçli idiler. Ama ya aşağıdaki uygulayanlar? Onlar İslam’a savaş açarken dinden çıktıklarını acaba biliyorlar mıydı? Yoksa olaya sadece “devlet memuru olma” zihniyetiyle mi bakıyorlardı?

Osmanlının sonunda meşhur olan “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” teslisinin/üçlemesinin cumhuriyetten sonra ilk ikisi atıldı. Geriye sadece “Batılılaşmak” anlamında “muasırlaşmak/çağdaşlaşmak” kaldı. Şimdi başlardaki taç muasırlaşmak, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak idi. Türkçülük üzerinde duranlar bile Osmanlı düşmanlığını laik Türkiye'de iyice açığa çıkararak milleti mazisinden koparmaya çalıştılar. Batıcılığın tipik ve aşırı aydınları maalesef asırlardan beri Osmanlı hükümetini faziletin düşmanı bilmiştir. Meseleye bu açıdan bakınca milliyetçilerin de Batıcıların safında ve laik düşünce içinde oldukları gözüküyor. Bu ne yaman bir çelişkidir!

Evet, eskiden “münevver” dediğimiz “aydın”, Batıcılığı bir din, bir yaşama biçimi bilen bir tip olarak sürekli kendi toplumuna, kendi tarihine, kendi dinine, kendi örf ve adetlerine yabancılaşmış bir tür haline gelmektedir. Haliyle kendi vaziyetini toplumuna kabul ettirmek için çabaladıkça kendi toplumundan dışlanmış bir yabancı durumuna düşmektedir. İşte tam da burada korkunç bir buhran yaşanacaktır. Bir insanın ruh sağlığının düzgün ve hayatının mutlu olabilmesi için kalbinin ve zihninin belli bir inanç istikametinde istikrar kazanmış, itminan kazanmış, bir başka deyişle “oturmuş” ve “sükûna ermiş” olması lazımdır. İnsan ancak böyle huzura kavuşur. Ama bizim aydın dediğimiz insanın ne kalbinde, ne zihninden ve ne de ruhunda böyle bir oturmuşluk ve bunun neticesi olan “huzur” yoktur. Doğu ile batı arasında gidip gelen, özendiği ve taklit ettiği insanlar ile içinde yaşadığı ve muhatap aldığı insanlar arasında sıkışıp kalan bir insandır aydın. Gündüz insan gece kurt gibidir sanki. Kararsız, müzebzep, gidip gelen, kendini bir yere ait hissedemeyen mustarip bir ruh hali vardır.

Bir ülkenin kılavuzlarının vaziyeti bu olursa bu toplumun selametinden bahsedilemez herhalde. O yüzden diyoruz ki, siyasi ve iktisadi bağımsızlıktan önce şahsiyet bağımsızlığı daha önemli ve önceliklidir. Şahsiyet itibariyle bağımsız olamayanlar, siyasette ve iktisatta da bağımsız olamazlar. Her şey gelip imana ve zihniyete dayanmaktadır. Bir toplum her şeyden evvel sağlam bir zihniyet ve maneviyata sahip olmalıdır. Zihniyet ve maneviyat yapısı itibariyle hasta, çürük, düşük ve alçak olan bir insan topluluğunun bütün çalışmaları kaba saba olduğu kadar, bitip tükenmeye de mahkûmdur. 

Evet, Batılılaşma bize bunalım ve buhrandan başka bir şey getirmemiştir. Devlet ve millet birbirine kırgındır, yabancıdır, uzaktır. İlişkileri hep korkak, ürkek, korkulu ve kuşkuludur. Gerek olsa da köklü değişimler yapamamaktadır. Bu yüzden idarî, siyasî, iktisadî, hukukî, terbiyevî bir sürü sorunlar altında kıvranmaktadır. Şimdi ülkemiz cehalet, hürriyet, haksızlık hukuksuzluk, yoksulluk, yolsuzluk gibi sosyal sorunların ötesinde, belki de bunların neticesi olarak korkunç bir terör veya düşük yoğunlukta yaşanan bir iç savaşın ateşiyle yanmakta, insanımız şehitlerine ağlamaktadır. Her ayağa kalkma çabasının bir darbeyle yeniden yere serilmesi ve yaşanan bütün bu sorunların ve buhranların sebebi, hiç kuşkusuz Batılılaşmadır.

Çare ise, aydınların reddettiği İslam’dan başkası değildir ama acaba aydınlar bunu anlayabilecekler midir? Hidayeti veren Allah Teâlâ’dır. Ondan ümit kesilmez. Fakat aldıkları eğitim ve kültüre bakılırsa onlardan bunu beklemek zordur. Ne var ki bu zorluk bize göredir. Rabbimiz için zorluk diye bir şey yoktur. Bize kalırsa bütün insanların hidayetini dileriz ve bundan seviniriz. Ancak bizim gözümüz inancında her zaman samimi olan halkımızdadır. Onun yeniden külliyyen İslam’a dönüşünü bekliyoruz. Bu eninde sonunda elbette olacaktır ve bu oluş aydınları da etkileyecektir inşallah. Bu uzak mıdır, yoksa yakın mıdır?

Bu bir ilahî takdir olduğu kadar, ilâhî dileme gereği insanın çabalarına da bağlıdır. Müslümanlığı öğrenme, yaşama ve hakim kılma cihadına bağlıdır yani.

Bir “Aydın” Şehadeti 

Batıyı ve aydını anlamak için okuya okuya gözlerini kaybetmiş Cemil Meriç’in onlar hakkındaki hükmü şudur: “Aydınlarımız, Batının her hastalığını ithale memur bir anonim şirket.”

[4]

Avrupalının amacı da budur. “Bizden” önce Avrupa’yı anlamaya çalışma talihsizliğine düşen Cemil Meriç, açıkça ifade eder: “Avrupa, Osmanlı ülkesine papaz ihraç eder. Hıristiyanlığa davet için mi?  Ne münasebet. Tek emeli, Osmanlıyı dinsizleştirmektir. Dinsizleştirmek, yani “etnik bir toz” haline getirmek.”

[5]

Konuyu biraz daha açar: “Avrupa, Tanzimat’tan beri aynı emelin kovalayıcısıdır: Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Mukaddesi, yani İslamiyet’i. Bu mukaddesin yerine kendi mukaddesini aşılayamazdı.  Çünkü misyonerin hedefi, Devlet-i Aliye’yi Hıristiyanlığa kazanmak, yani Devlet-i Aliye ile bütünleşmek değil, ezeli düşmanını “etnik” bir toz yığını haline getirmekti, istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz bir toz yığını. Kaldı ki İslam’a teklif edeceği bir mukaddesi de yoktu, Avrupa’nın. Tahrip ameliyesi hiç değilse aydınlar kesiminde tam bir başarıya ulaştı.  Batının muharref Hıristiyanlığa tercih ettiği tenkitleri kendi dinimiz için de geçerli sandık. “Hür-endiş”likleriyle övünen nesiller türedi. “Hür-endiş”ler ananeye düşmandılar, tek mabutları vardı: teceddüt; tek mabetleri: Avrupa.”

[6]

Batının hedefi neydi?

Üstat diyor ki: “Taarruzun hedefi haçlı seferlerinden beri aynıdır; kılıçla kazanılamayan zaferi yalanla kazanmak.”

[7]

Peki, yalan ne?

“Hâkimiyetini tahkim için düşman ülkelere ihraç ettiği sefil bir ideoloji,”

[8]

yani batı kültürü… Ve ideolojileri… Bir yerde “izmler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı.”

[9]

Dediği ideolojiler, tahribe yeltendikleri imanın yerine sahtelerini ikame etmek için uydurulan ersalz’dır. Başka bir deyişle, remizleri, merasimleri ve kiliseleriyle çağın icaplarına uydurulmuş birer inanç manzumesi. Rüştünü idrak etmemiş nesillere ilim diye yutturulan, yalnız zarflarıyla ilmi, muhtevalarıyla masal, birer bulamaç.”

[10]

Avrupalılaşma, “batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye…  Daha doğrusu, aynı nazenin taze bir makyajla arz-ı endam etti”

[11]

 

Nedir o?

Çağdaşlaşma!… Şu bildik macera ve muhteva… Veya şu bildik “gâvurlaşma”…

[12]

Üstad’dan dinleyelim: “Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı asrileşmektir; asrileşmek,  yani maskaralaşmak, gâvurlaşmak… Kırk yıllık Kani’nin Yani olamayacağı,  Türk’ün  akl-ı selimi için bedâhetlerin  bedaheti;  bir medeniyetin başka bir medeniyete iltihak edemeyeceği, Dani levsky’den  beni bir kaziye-i muhkeme.”

[13]

Üstadın incelemelerinde, bu “gavurlaşma”nın somut örneklerini de görürüz “müstağribler” faslında.

Yükseliş devrinde, toplumun herhangi bir ferdi olan, zevkleriyle, zilletleriyle, mukaddesleri ile halkından biri olan aydının ne imtiyazı vardır, ne de imtiyaz peşindedir. Ama Tanzimat’tan sonra aydın saraydan da kopar, halktan da.

[14]

Aydın, batan bir gemidedir. Ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa. Servetin, şöhretin, şehvetin daveti. Azgın iştahaları vardı intelijansiyanın ve bu masal hazineleri kendisini bekliyordu. Avrupalı dostları lütufkârdılar, karşılık olarak biraz “ihanet”  istiyorlardı sadece.”

[15]

Aydının yaptığı neydi?

Avrupa’yı taklit, kopya. Hem de bir bütün olarak.  İşte size bir aydın örneği, üstelik milliyetçi (!) de: “Aramızda Avrupa medeniyetinin üstünlüğünü kabul etmeyen yok, fakat bir noktada aldananlarımız var: bu üstünlük Avrupa medeniyetinin yalnız bazı unsurlarına, mesela ulûm ve fûnûna münhasır değildir. Her medeniyet zümresi, bölünmez bir bütündür. Parçalanamaz, süzgeçten geçirilemez. Üstün olan onun bütünüdür. Ayrı ayrı, falan veya filan kısmı değildir”

[16]

Hatta, “tarihinde dinini en az iki defa değiştirmeyen hangi millet vardır? Türkler önce şamanî değil miydiler?” diye soran aydına, Meriç Üstadımız, sormadan edemiyor: “Şimdi de Hıristiyan olsunlar, değil mi Ahmet Bey?”

[17]

“Asırlardan beri yaşayan ve nesilleri huzura kavuşturan tecrübeden geçmiş bir inançlar manzumesi; sıcak, dost, köklü.”

[18]

Diye tavsif ettiği “din” hakkında aydınların son hükmünü şöyle özetler Üstat: “Din, ahlâk hukuk… birer safra.  Gemimizi kurtarmak için vaz geçeceğiz onlardan”

[19]

.

Evet, “Osmanlı için şuurdur din, tesanüttür, sevgidir,” Ama Avrupa için, dolayısıyla aydınlar için din, bir “afyon”dur.

[20]

Peki, bu dinsizleşmek değil de nedir Allah aşkına?

Şimdi söylemenin tam zamanıdır herhalde. İnsanlığın mutlak hidayet rehberi, doğru yolun şaşmaz kılavuzu Kur’an, insanı nasıl uyarmıştı:

“Ey insanlar! Eğer kendilerine kitap verilenlerden (Yahudi ve Hıristiyan) herhangi bir guruba itaat edecek, boyun eğecek olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler”

[21]

Bu sese kulak vermeyen aydınların, adları birer Müslüman isimleri kaldığı halde kendilerinin gerçekte irtidat (dinden dönme) çukurlarına nasıl yuvarlandıklarını, çok acı bir şekilde müşahede edip durmaktayız maalesef.

[22]

 Bir Düşman Şehadeti 

Kur’an’ın şehadeti üstüne, başka bir şahitliğe asla gerek yok.  Ancak, ibret alınması açsından, şu sözleri bir Avrupalıdan duymak, gerçekten de dehşet ve ibret vericidir:

“İmparatorluk, günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı? Onu bu hale düşüren sebeplerin başında “Avrupalılaşma zihniyeti” gelir. Temellerini III. Selim’in attığı batı zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayal perestliği yüzünden II. Mahmut son haddine vardırır. 

Bab-ı âlî’ye tavsiyemiz şudur: hükümetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurunuz. Devlet olarak varlığınızın temeli, Padişahla Müslüman tab’a arasındaki en kuvvetli bağ dindir. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Batı kanunlarının temeli Hristiyanlıktır. Türk kalınız. Tatbik edemeyeceğiniz kanunu çıkarmayın. Hak bellediğiniz yolda ilerleyin. Batı’nın sözlerine kulak asmayın. Siz ilerlemeye bakın. Adalet ve bilgiyi elden bırakmayın. Avrupa efkâr-ı umumiyesinin az çok değeri olan kısmını yanınızda bulacaksınız…

Kısaca, biz bab-ı âli’yi kendi idare tarzının tanzim ve ıslahı için giriştiği teşebbüslerden vaz geçirmek istemiyoruz. Ama Avrupa’yı örnek olarak almamalıdır kendine. Avrupa’nın şeriatları başkadır, Türkiye’nin başka. Avrupa’nın temel kanunları Doğu’nun örf ve adetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler. Onlardan hayır gelmez sizlere .”

[23]

Bunları Metternich yazıyor. Kimdir bu adam?

Cemil Meriç kısaca tanıtır. Biz daha da kısaltalım: “Metternich, (1773-1859) Avusturya devlet adamı. Geniş bilgisi, emsalsiz tecrübesi, muhafazakâr umdeleri ve aşklarıyla meşhur.”  

Atalar boşa dememişler “akıllı düşman ahmak dosttan yeğdir” diye. Keşke zamanında iş başındaki bilgisiz, tecrübesiz İttihatçı paşalar gibi yerliler olacağına, Metternich gibi akıllı gavurlar paşa olsaydı. O zaman İslam Devleti yıkılmaz, ümmet parçalanıp dağılmazdı. Dünya kafirlerin elinde cayır cayır yanmazdı o zaman. Çünkü İslam Devleti onlara da rahmet idi.

“Çelişki var, dünyayı cayır cayır yakanlar da kafirlerdir” diyeceksiniz belki.

[24]

Ne var ki o kafirler de Metternich gibi birer “akıllı” kafir olsalardı, vaziyet belki böyle olmazdı diyoruz. Yine de “her şeyin doğrusunu en iyi Allah (azze ve celle)  bilir” diyerek kurtulalım bu tartışmadan en iyisi.

Bu millet Aydın'ı dışlamakta haklıdır. Çünkü Aydın hiçbir şekilde halkına benzememektedir. Üstelik her sözü yalandır. Aydın hiçbir zaman halka güven vermemiştir. Bir kere "halkçılık" diye bir slogan atmaları, insanı tiksindirecek kadar samimiyetsizliği sergilemektedir. Güya her şeyi halk için yapmaktadırlar. Öyle söylüyor gazetelere çöreklenmiş, radyo ve televizyonun başına oturmuş, devletin üst düzey yönetiminde söz sahibi olmuş aydınlar. Öyle diyorlar ama yaptıkları hiçbir şey halkın menfaatine değildir. Halk fakirlik içinde yüzerken, onlar geceleri sazlı sözlü içki alemlerinde, balolarda dans etmektedirler. Bu fakir halkın vergileriyle yiyip içerken o halka küfür etmektedirler. Kendilerine kalsa halkı da bu sazlı sözlü içkili danslı balolara katmak isterler. Ama halk bundan nefret eder. Ve elinden geldiği kadar kaçmaya çalışır.

Aydınlar halka “milliyetçiyiz” derler. Bu mudur milliyetçilik? Milliyetçilik, kendi tarihinden, örfünden, âdetinden, anannesinden, dininden, imanından kopmak mıdır? Milliyetçilik, yabancı milletleri taklit etmek midir? Milliyetçilik, kendi kılık kıyafetinden çıkarak başka milletlerin giysilerini mi giymektir? Milli değerler yerine yabancı değerlere mi bağlanmaktır? Kendi milletinin âdâbı muâşeretini bırakıp da ecnebi “görgü kuralları”na göre mi yaşamaktır?

 


[1]

Bakara 3 “Onlar görmediklerine inanırlar”. Dinin temeli iman, imanın ilki de görmediğimiz halde Allah Teâlâ’ya ve ahirete imandır.

[2]

Bkz. Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Akçağ y. 6. Baskı, 1996., s.27.

[3]

Al-i İmran 100.

[4]

- Bu Ülke, Ötüken y. İst. 1976. s. 86

[5]

- A.g.s. s. 96

[6]

- A.g.e.  s. 92.

[7]

- A.y

[8]

- A y

[9]

- A.g.e.  s. 23.

[10]

- A.g.e.  s. 92.

[11]

- A.g.e.  s. 26.

[12]

Bkz. Cemal Nar, Batılılaşmayla Hesaplaşma. ÖZGÜ Y. İst. 2015

[13]

- A.g.e.  s. 26.

[14]

- A.g.e.  s. 52

[15]

- A y.

[16]

- Ahmet Ağaoğlu. A.g.e.  s. 74.

[17]

- A.g.e.  s. 75. Cumhuriyet döneminde Tanassur etme, yani Hıristiyanlaştırma projesi ve akibeti hakkında bkz. Cemal Nar, Osmanlılardan Cumhuriyete Büyük Kırılma, Özgü y. İst. 2014.

[18]

- A.g.e.  s. 92

[19]

- A.g.e.  s. 75.

[20]

- A.g.e.  s. 95.

[21]

- Al-i İmran  3/100.

[22]

Bunun acı örnekleri için bkz. Adı Konmamış Savaş, Özgü y. İst. 2015

[23]

- Metternich. A.g.e.  s. 83.  Metternich, (1773-1859) Avusturya devlet adamı. Geniş bilgisi, emsalsiz tecrübesi, muhafazakâr umdeleri ve aşklarıyla meşhur.  Daha fazla bilgi için bkz. A.g.e. s. 230.

[24]

Evet, gerçekten de öyledir. Biz bu konuyu “Adı Konmamış Savaş” kitabımızda genişçe anlattık. Bkz. Özgü y. İst. 2015.