Şeriat

Konular

Sözlükte Şeriat

Dinde Şeriat

Şeriatın Kaynakları

Şeriatın Kapsamı

Şeriatın Özellikleri

Şeriatın Amaçları

Tarihi Süreçte Şeriat

Şeriat Her Çağa Yeter

İnsan Ve Evren Ne Kadar Değişiyor?

Şeriat Mecburiyettir

Varlık Amacımız Şeriattır

Şeriat Allah’ın İkramıdır

İkrah Halinde Şeriatı İnkar

Şeriatı İnkar ve İlga

Şeriat Cahilleri

 

Sözlükte Şeriat

Sözlüklere baktığımızda din, İslam ve şeriatın aynı manaya kullanıldığım görüyoruz. Şeriata; itaat edilen bir kanunlar manzumesi olduğu için "din"; gidilecek yol, hüküm, elde edilecek kaynak olması bakımından da "şeriat" denilmesiyle ortaya şöyle de bir tarif çıkmıştır: “Allah’ın kullarına meşru kıldığı din.”

Şimdi birkaç sözlüğe beraberce bakalım:

D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük’te der ki: “Şeriat:

1. Yol, geniş yol, doğru yol.

2. Kaynak.

3. Allah'ın kulları için koyduğu din, ed-din.

4. İlahi kanun, dinin amel (uygulama) ile ilgili hükümlerinin bütünü.

5. Dinin zahiri ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı.

6. İslamiyetin kitap halindeki kanunu, Kur'an-ı Kerim.

7. Ayet ve hadiselere dayanan İslam kanunu, İslam hukuku.

Şeriatci, şeriat taraftarı, dindar.

Şeriatcilik, şeriat taraftarlığı, dindarlık.”

[1]

Türk Dil Kurumunun sözlüğü: “Şeriat:    Ar. Şeriat

a. (şeriat) din

b. Kur'an'daki ayetlere, Hz. Muhammed'in sözlerine dayanan İslam kanunu, İslam hukuku.

 Güncel Türkçe Sözlük, şeriat: Müslümanlıkta dinsel yasa ve kurallar.

Prof. Dr. Ali ŞAFAK "Hukuk Terimleri Sözlüğü"nde şu tanımları yapıyor:

“Şeriat, dini ve hukuki hükümler, kurallar ve sistemler.

Şeriatçı: Belli bir hukuk sistemi mensubu. Özel olarak bizde başka dini değil yalnızca İslam’ı ve kurallarını ön planda tutan ve savunanlar için kullanılır.

Şeriatçılık: Belli bir hukuk sistemini savunma, hukuktan yana olma. Özel olarak TCK. daki hükmü ile İslam’ı ve hükümlerini propaganda etme davranışı.”

[2]

Şeriat için Sosyal Bilimler Sözlüğü” şöyle der:

“1. İzlenen yol, hukuk sistemi, İslam hukuk sistemi.

2. Bir toplumda yaşayan bütün fertleri bağlayıcı nitelikteki kuralların, helal ve haramların tümü.”

[3]

 

Şimdi şeriata düşman olan bu sistemin bastırdığı "Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü"

[4]

şeriatı şöyle tanımlıyor:

"Allah tarafından Peygamber vasıtasıyla va'z ve tebliğ olunan hükümleri havi ilahi kanun yerinde kullanılır bir tabirdir. "  

İslam ise, Hz. Allah’ın, Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem) aracılığı ile insanlığa gönderdiği inanç, ibadet, hukuk ve ahlak esaslarıdır. Geniş manasıyla din, akıl sahiplerini, kendi arzu ve iradeleriyle bizzat hayra ve iyiye sevk eden ilahi kanunlardır.

Kısacası din, ilahî kanunlardır. İşte şeriat da odur.

Tarifleri karşılaştırdığımızda İslam, din, ve şeriat için şu ortak özellikleri açıkça görürüz: Bunlar ilahî kanunlardır. Allah tarafından konulmuş, peygamber tarafından duyurulmuştur. Akıl sahiplerine hitap eder. Zorla, baskıyla, cebir ve şiddetle değil, arzu ve ihtiyar ile, yani hür irade ve serbestlikle benimsenip tercih edilmesi esastır. İnanç, ibadet, hukuk ve ahlak gibi hayır ve iyilikleri kapsar.

Nitekim bu benzerliğe kaynağımız da dikkat çeker:  "Şeriatın Türk Hukuk Lügatindeki izahı şöyledir: "İbadet ve muamelata müteallik olan dinî ahkamın heyet-i mecmuasıdır ki bunlara "ahkam-ı şer'iyye-i ilmiyye" denir. Cem'i "şerayi’" dir. Bu takdirde hem ahkam-ı asliyye denilen itikadiyyatı, hem de ahkam-ı fer'iyye denilen ibadât, ahlak ve muamelatı ihtiva etmiş olur.”

"Şer'i, şir'a, meşr'a hükümleri esasen insanı bir nehre, bir su menbaına götüren yol manasınadır. Dinî ahkam da insanları içtimai ve manevi hayatın mabihi’l kıvamı (kıvamı onda) olan bir feyz ve i’tilaya yetiştirecek bir tarikat-ı ilahiyye olduğu cihetle şer'i ve şeriat namını almıştır."

[5]

 

Günümüzde Türkçe'de günlük konuşmalarda kullanılan 'meşrû' kelimesi, şeriata, kanuna ve olması gerekene uygun olan, yani “yasal” demektir. Bugünkü Arapça'da büyük caddelere 'şâria' denilmektedir. Bu bağlamda bütün insan topluluklarının sahip olduğu kurallara ve uydukları kanunlara sözcük anlamıyla 'şeriat' demek mümkündür. Çünkü şeriat kelimesi, tâkip edilen yoldur, üzerinde yürünülen caddedir, uyulan kurallar bütünüdür. İnsanı bir su kaynağına ulaştıran yoldur, metottur, hukuktur.

Arap dil bilginlerinin eserlerine baktığımızda şeriat’ı “insanların ırmaklardan ve benzerlerinden su almaya gittikleri yerdir” olarak görürüz. Şeri’at Arap dilinde, şera'a fiil kökünden türemiştir. Bu fiil lügatlarda açıklamak, tavzih etmek, izhar etmek anlamlarına gelir.

[6]

eş-Şari'at, su ve benzeri bir gaye için insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol demektir. Mastar halinde de kullanıldığında "geniş su yolu" anlamına gelir. Suyun çıktığı yere "minhâc", takip ettiği yola da "şeri'a" adı verilir.

[7]

Ebu's-Su'ûd, şeriatla su yolu arasındaki ilgiyi şu şekilde açıklar: Su insan hayatında ne kadar önemli ise, dinin de, ahiret yurdunu kazanmadaki yeri ve önemi öyledir. Bundan dolayı dine şeri'at denmiştir.”

[8]

Bahr'de böyle denmiştir. Dinde şeriat da bu anlamdadır. Çünkü insanlar ondan, Allah'ın emirlerine, rahmetine ve yakınlığına ulaşır.

Râgıb, "şer"in masdar olduğunu sonra geniş yola isim yapıldığını, "şer", "şir'a" ve "şeriat" denildiğini ifade ettikten sonra, "Bu da dinde ilahî yol için istiare olarak kullanılmıştır." der. Bazıları şeriata, şeriat denilmesinin su yoluna benzetme ile olduğunu söylemişlerdir. Çünkü, hakikat ve doğruluk üzere ona bağlananın hem susuzluğunun giderileceğini, kana kana su içeceğini, hem de temizleneceğini ifade etmişlerdir. Tıpkı su gibi.

[9]

Kur'ân'da şu âyette geçmektedir: "Habibim! Seni de emirden bir şeriat'ın üstüne memur kıldık. O halde sen ona tabi ol."

[10]

Bu kelime Kur'ân'da isti'are yoluyla dini bağlamda kullanılmıştır. Buradaki isti'arenin suyun kaynağına değil de, kaynağa giden yola yapılması dikkat çekicidir. Dini bağlamda bunun anlamı şudur: eş-Şeri'at, tarihin her hangi bir döneminde, bir topluma, bir peygamber aracılığıyla açılan yoldur.

[11]

Araplar, su kova vasıtasıyla değil, kendiliğinden çıkar ve kesintisiz akarsa, buna "şeri'a" derlerdi. "Şeri'a"nın bir diğer manası da ağzına su koymaktır.

[12]

Dinde Şeriat

Dil bilginleri "şeri'at" kelimesinin dini manasını şöyle değerlendirmişlerdir:

el-Leys: "Allah'ın, kullarına vazettiği oruç, hac, zekât, nikâh ve buna benzer ibadetler "şeri'at" diye isimlendirmişlerdir.”

[13]

Tahânevî'ye göre "şeri'at"; akıl sahibi insanları, övgüye layık olan hür iradesiyle, ahirette ve dünyada kendi menfaatleri olan, bizzat iyiye sevk etmek için Allah tarafından konulmuş bir sistemdir. Diğer bir ifâde ile herhangi bir peygamberin Allah tarafından insanlara getirdiği hükümlerdir. Bunlardan pratikle ilgili olanlarına fer'î ve amelî, inançla ilgili olanlarına ise aslî hükümler denir.

[14]

Ansiklopediler  “Şamil İslam Ansiklopedisi”, “şeriat” maddesini bu konuda uzman olan Hamdi Döndüren’e yazdırmıştır. Oradan bazı bilgileri iktibas etmek istiyorum:

 “Şerîat, İnsanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol. İlâhî emir ve yasaklar toplamı. Âyet, hadis ve icmâa dayanan ilâhî kanun. Din, dinin amele ilişkin hükümlerinin bütünü. Dinin dışa yansıyan görüntüsü ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı.

Şerîatla eş anlamlı olan "şer" kelimesi yalnız "İslâm şerîatı" anlamında kullanılırken, şerîat kelimesi diğer kanunlar için de kullanılabilir. "Musa'nın şerîatı", "Zerdüşt şerîatı" gibi.

Şer' kelimesinin çoğulu kullanılmaz. Şerîat'ın çoğulu "şerâyi" dir. Şerîat'ın eş anlamlısı olan "Şir'a" da sözlükte; yol, mezhep, metot, âdet, benzer, tek, suya giden yol, anlamlarına gelir. Ancak şerîat sözcüğü diğerlerine göre daha çok şöhret kazanmış, bütün emir ve yasakları ve diğer hükümleriyle "İslâm dini" karşılığında kullanılmıştır. Buna göre, İslâm şerîatı denildiği zaman daima, Allah'ın Hz. Muhammed (s.a.s) aracılığı ile insanlara gönderdiği İslâm dini ve onun özellikle amele ilişkin hükümleri anlaşılır. Şâri'; Şeriât koyan, teşrî' ise; Şerîat koymak, kanun çıkarmak demektir. Kelimenin terim anlamı Mekke'de inen şu âyette görülür:

"Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma" (el-Câsiye, 45/18).

Yine Mekke'de inen şu âyette İslâm'ın önceki şerîatların devamı olduğu belirtilir. "Allah dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şerîat olarak koydu" (eş-Şûrâ, 42/13).

Aynı sûrenin 21. âyetinde de inançtan yoksun olanlara hitaben; "Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği hususlarda kendileri için dinden şerîat koyan ortakları mı var?" buyurulmuştur.

Bu âyetlerden anlaşıldığı gibi şerîat ve eş anlamlısı olan kelimeler Allah'ın insanlar için koyduğu bütün hükümleri kapsamaktadır. Bu hükümleri vazedenin bizzat Allah olması itibarıyla O'na "Şâri-i Hâkim" veya "Şâri-i Mübîn" denildiği gibi, aynı isimler Hz. Peygamber için de kullanılır. Çünkü o da bir peygamber olarak, yeni hükümler koymuş veya Kur'an'ın hükümlerini tamamlayıcı esaslar getirmiştir. Bu yüzden Hz. Muhammed de "Şâri" dir. Ancak O'nun koyduğu hükümler vahyin kontrolü altındadır. O'ndan vahye aykırı bir söz, fiil veya takrir zuhur ederse, Allah bunu düzeltir. Yanlış olan veya değişmesi gereken hükmün yerini vahiy alır. Kur'an'da şöyle buyurulur:

"O, kendi arzu ve hevasından konuşmaz. Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir" (en-Necm, 53/3,4)

İslâm Şerîatı temelde Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas delillerine dayanır. Bir hükmün İslâmî nitelik taşıması bu kaynaklardan birisine dayanmasına bağlıdır. Kur'an, Hz. Peygamber'in 12 yıl Mekke, 10 yıl da Medine dönemi olmak üzere toplam 22 yıl ve birkaç aylık peygamberlik süresinde tamamlanmıştır.

"Bugün size dininizi tamamladım. Size olan nimetimi de tamamladım ve sizin için İslâm'ı din olarak seçtim" (el-Mâide, 5/3).

Bu dinin tamamlanması iki devrede olmuştur. Mekke'de Müslümanların sayısı az ve henüz kendilerini savunacak düzenli bir güce sahip olmadıkları için, bu devrede şerîatın dünyaya ve devlet düzenine ait hükümlerini uygulama imkânı yoktu. Bu yüzden Mekke'de inen sûrelerde daha çok inanç, ibadet, ahlâk ve fazîlet konuları yer almış ve geçmiş milletlere ait ibret verici kıssalar anlatılmıştır.

Medine döneminde ise artık evlilik, boşanma, nafaka, miras, ticaret, tarım, cihad, ceza hukuku müeyyideleri gibi devlet düzeni içinde yaşayan bir toplum için gerekli olacak bütün şer'î hükümler gelmiştir. Bunların bir bölümü Kur'an'da, daha geniş bölümü de hadislerde yer almıştır. Artık Müslümanların Şer'i hükümlerin uygulanmasını gerektiğinde zor kullanarak sağlayabilecek bir güce kavuştukları, Bedir, Uhud, Hendek gazveleri gibi düşmanla yapılan savaşlarda kendilerini savunabildikleri, ya da düşmanı yenilgiye uğrattıkları görülür. Böylece şer'î hükümler ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal bir sistem olarak bir bütünlük içinde uygulanmaya başlanmıştır. Bu arada ekonomik alanda faiz, karaborsacılık, aldatmaya dayalı fâhiş kâr yasaklanırken mufâvaza, inan, mudârabe, vücuh ve sanâyi şirketi gibi "kâr ortaklıkları" yoluyla sermaye piyasası düzenlemeleri getirilmiştir. Altın, gümüş gibi ölçü ya da tartı ile satılan standart malların kendi cinsleriyle eşit ve peşin, farklı cinsle peşin olarak mübadele edilmesi prensibinin getirilmesi, özellikle altın ve gümüş paranın enflasyona karşı satın alma gücünü korumasını sağlamıştır. Çünkü faiz yasağı altın ve gümüş çeşidini kendi içinde ağırlık olarak (veznen) birbirine eşitlemiştir. Yani 10 gr.22 ayar altın bilezik ile 100 gr. 22 ayar altın para satın alma gücü bakımından eş değer sayılmıştır. Bütün altın ve gümüş stoklarını eşitleyen bu prensip sağlam bir para anlayışını ortaya çıkarmıştır .

İslâm'ın amele yönelik esaslarını kapsayan şerîat hükümlerini klâsik fıkıh kaynakları üç ana bölüm içinde incelemiştir. İbadetler, muâmeleler ve ceza hukuku.

1- İbadetler: İbadet genel anlamda Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit ameli kapsamına alır. Özel anlamda ise, âyet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibadetler kastedilir. Namaz, oruç, hac, zekât, cihat ve kurban ibadete örnek verilebilir. İbadetler Müslüman'ın ruh ve mana zenginliği kazanarak olgunlaşmasını sağlar. Namaz mü'minin miracı, gönüllerin sevinci, rükû ve secdeleriyle kulluğun görüntüsüdür. Oruç, bedeni ve ruhu açlıkta eğitme, nefsi sabra alıştırma, yoksulun halini anlama, yasaklara uyma melekesi kazanma eğitimidir.

Hac, varlıklı mü'minlerin yeryüzünden her yıl tek kutsal bölgede toplanarak ırk, renk, dil, soy, devlet, ülke, belde farklarını kaldırarak bütün mü'minleri tek safta ve aynı çizgide birleştiren kökenleri ilk peygambere kadar uzanan Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'le sembolleşen büyük bir ibadettir. Zekât da zenginle yoksul arasında köprü vazifesi gören önemli bir sosyal güvenlik müessesesidir. Bir İslâm ülkesinde zenginlik sınırları içinde bulunan Müslümanların altın, gümüş, nakit para, döviz ve ticaret mallarının % 2,5'u hayvancılık sektörünün zekâtı, tarım ürünlerinden alınacak onda bir veya sulama yapılan yerden yirmide bir, madenlerden beşte bir oranında alınacak zekât yoksul kesimin mesken problemi dahil bütün ekonomik sıkıntılarını çözecek güçtedir.

2- Muâmeleler: İnsanlar arasında medenî, ticarî, ekonomik ve sosyal bütün ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. İslâm doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, vekâlet, vesâyet, miras, nafaka, alış-veriş gibi toplum hayatının gereği olan tüm medenî muâmelelere ait hükümler getirmiştir. Hatta sofra âdâbından tuvalet âdâbına, komşuluk âdâbından, komşu ülkelerle yapılacak savaş ve barış hükümlerine kadar her alanla ilgili düzenlemeler yapmıştır. Avrupa ülkelerinin devletler hukuku alanında çok gerilerde olduğu bir dönemde âyet ve hadislerde bu konuda yer alan önemli savaş-barış ve ikili ilişkilerle ilgili hükümler burada zikredilebilir.

3- Ceza hukuku: Bir İslâm ülkesinde İslâm emir ve yasaklara uymayan ve toplum düzenini bozmaya çalışanlara karşı bedenî, mâlî veya caydırıcı bir takım ceza hükümleri getirilmiştir. Kısas, recm, celde, kazf, hapis, diyet, erş, hükümetü'l-adl gibi cezalar bunlar arasında sayılabilir ("Ukûbât" "Kısas", "Kazf", "Diyet" maddeleri).

Şeratının Kaynakları

“Şerîat hükümleri Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyastan başka fer'î deliller adı verilen istihsan, maslahat, örf, önceki şeratlar, sahabe kavli, istishab gibi delillere dayanılarak müctehitlerce bir sistem halinde açıklanmıştır.

Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Şâfiî (ö. 204/819), Mâlik b. Enes (ö.179/795) ve Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)'in temsil ettiği fıkıh ekolleri şer'î hükümleri bir bütünlük içinde sistemleştirdiler. Ana prensipler ortak olmakla birlikte ayrıntılarda farklı yaklaşım, tefsir ve teviller İslâm hukukuna esneklik kazandırdı. Böylece çeşitli ülke, yöre ve kültür yapısı içinde yaşayan mü'minler bu esnekliklerden yararlanarak tercih ettikleri yönde İslâm'ı yaşama ve uygulama imkânı buldular. Ayrıntıdaki bu yorum zenginliği İslam'ın her asra intibakında da önemli rol oynadı.

II. yüzyıldan itibaren bu mezhep oluşumları yaşanırken Ca'feriye-İmamiye ekolü de gerek akîde ve gerekse şer'î hükümlerin bazısını yorumlamada çoğunluktan ayrıldı. Ehl-i beyt dışındaki râviler aracılığı ile gelen tüm hadislere karşı itimatsızlığını ortaya koydu. Böylece "ehl-i sünnet" adı verilen çoğunluk tarafı ile "şîa" denilen bu ekol arasında hadis delili farklı kapsam kazandı. Bir imama inanıp bağlanmayı inanç esası haline getiren şîa, kendine özgü farklı bir İslâm toplumu oluşturdu. Ehl-i sünnet tarafıyla delillerin tartışılmasına, müzakere ve münakaşasına girmedikleri için de çoğu zaman gizli, kapalı devre ve tek yanlı kaynaklara dayalı akide ve fıkıh ekolü oluşturdular. Bu arada ehl-i sünnetin mensuh saydığı "mut'a nikâhı" gibi hükümleri meşrû sayarken, içlerinden "gulât-ı şîa" denilen aşırıları Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman (r. anhüm) gibi en önde gelen sahabe büyüklerine sövecek derecede ehl-i sünnete karşı bir muhalefet içindedirler.

Şeriat hükümlerinin dayandığı aslî ve talî delillerin bilimsel münakaşası yapılarak, İslâm dünyasındaki yorum farkından kaynaklanan görüş ayrılıkları giderilebilir. Çünkü Kur'an, İslâm toplumuna en sağlam yolu gösterir, yüce Allah âyet ve hadisleri iyi niyet, ihlas ve samimiyetle yorumlamaya çalışanların idrak, anlayış ve ufuklarını açar. Vahiy ve sünnete bozguncu ve kötü te'vl amacıyla yaklaşanları da saptırır, ufuklarını daraltır (bk. el-İsrâ', 17/9; el-Kasas, 28/56; Al İmrân, 3/7, 8; el-A'râf, 7/146)”.

[15]

Diyanet İslam ansiklopedisi 38. Cildin 571 ila 574. Sayfalarda Talip Türcan’ın kaleminden bize şeriatı tanıtan güzel bir madde sunar. Sayfa 574 ila 577 arasında da Mahmut Aydın’ın kaleminden “Diğer Dinlerde Şeriat” hakkında bilgiler verir. Şimdi biz ikinci makaleyi okuyucuların araştırma zevkine havale ederek şeriatı tanıtan ilk makaleyi yerini işaret ettiğimiz kaynaktan kısmen iktibas etmek istiyoruz.

“Şeriat, “İslâm'a ait dinî, ahlâkî ve hukukî hükümler bütünü anlamında bir terim.

Sözlükte "bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak; açık hale getirmek" anlamlarındaki şer' kökünden türe yen şeriat (çoğulu şerâi') ve şir'at kelimeleri "insanların ya da hayvanların su içtiği, açıkta olan ve kesilmeyen akarsu; bu su ya giden yollar" mânalarına gelmektedir. Zamanla "açık ve doğru kurallar, yerleşik davranış biçimi (âdet)" ve yahudi şeriatı, Hıristiyan şeriatı tamlamalarında olduğu gibi- "bir semavî dine dayanan hükümler bütünü" anlamlarında kullanılan bu kelimelerin İslâm kaynaklarında kazandığı terim anlamı hakkında farklı yaklaşım ve açıklamalar vardır (aş.bk.). Kur'ân-ı Kerîm de biri şeriat olmak üzere şer' kökünden türemiş isim ve fiiller beş yerde geçer. Bunlardan, İsrâiloğulları'nın avlanma yasağıyla ilgili olarak sınanmasına dair âyette geçen ve balıkların durumunu tasvir eden "şurraan"  (su yüzüne çıkarak, akın akın) kelimesi (el-A'râf 7/163) dışındakiler "bireysel ve toplumsal hayatı düzenleyici din esaslı kurallar" veya "bu nitelikte kural koymak" mânasında kullanılmıştır (el-Mâide 5/48; eş-Şûrâ 42/13, 21; el-Câsiye 45/18; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "şr'a md). Bu anlamla kelimenin kökündeki "su kaynağına götüren yol" anlamı arasında semantik bir ilişki vardır. Şeriat ve şir'at kelimelerinin "yerleşik davranış biçimi" mânasında kullanımı da böyle bir ilişkinin varlığını teyit etmektedir. Şer' kökünden türeyen isim ve fiiller hadislerde ve sahâbe sözlerinde kök anlamlarına bağlı şekil de sıkça geçtiği gibi şeriat kelimesi ve çoğulu İslâm'ın itikadî ve amelî hükümlerini bazan tek tek, bazan da bir bütün halin de ifade edecek biçimde kullanılmaktadır  (Müsned, III, 439; IV, 188; Buhârî, "Şavm", 1; Ebû Dâvûd, "Fiten", 6). "Şeraa" fiili "Allah'ın hüküm koyması" anlamında Abdullah b. Mes'ûd'un bir sözünde yer almakta (Müslim, "Mesâcid", 257), ancak temel hadis kaynaklarındaki hadislerde ve sahabe sözlerinde "şer'i" nitelemesi yer almamak tadır.

İslâmî değerler bütününü ifade eden ve İslâm düşüncesinde merkezî bir konuma sahip olan şeriat ve şer' kavramları klasik kaynaklarda tarih boyunca din kavramından daha çok vurgulanmıştır. Ancak bunların İslâmî ilimler literatürün de yaygınlık kazanıp terimleşmesi II. (VIII.) yüzyıldan sonra olmuştur. Bu yüzyıla ait kaynaklar incelendiğinde terim anlamın da şer' ve şeriatın sonraki dönemlere göre oldukça az kullanıldığı görülmektedir. Telifi II. (VIII.) yüzyılın sonuna rastlayan Şafiî'nin er-Risâle'sinde (s. 92) şeriat kelimesi terim anlamında bir defa çoğul haliyle geçmektedir. Belirtilen süreçte telif edilen kaynakların şer' ve şeriata ilişkin kullanım biçimi hadislerdeki kullanım biçimi ile paralellik göstermektedir. Meselâ Şâfıî şeriat kelimesini genellikle tek bir hüküm anlamında kullanmaktadır (el-Üm, III, 457; IV, 359-360; XI, 25, 100; XIV, 412-413; XV, 79-80). Buna karşılık şeriatın klasik dönemde neredeyse tamamen "şer'î hükümler bütünü" mânasına tahsis edildiği görülmektedir. Kelimenin çoğul şeklinin "ilmü'ş-şerâi'" tabirinde olduğu gibi (Pezdevî, 1, 29-32) "ahkâm" (meşrûât) anlamında kullanılması sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Bu kavramların İslâmî düşünce biçimine yön veren niteliğini, gerek itikadî gerekse amelî hükümlerin kaynağına ve nasıl elde edileceğine ilişkin tartışmalarla birlikte kazanmaya başladığı anlaşılmaktadır. Bu da kelâm ve sonrasında fıkıh usulü disiplinlerinin oluşum sürecine denk gelmektedir.

Şer' (şeriat koymak) kelimesi masdar olmakla birlikte Arapça'da masdarlar ism-i fâil ve ism-i mef'ûl anlamı taşıyabildiğinden klasik döneme ait eserlerde şer' bazan "şâri"' veya "meşrû"' mânasına gelecek biçimde kullanılmıştır. Meselâ "ce-ale'ş-şer'u" (şer' şöyle hükmetti) gibi anlatımlarda (Serahsî, el-Mebsût, IV, 205; V, 207; VI, 6) şer' "şâri"' anlamındadır. Nitekim Lâmişî (VI./XII. yüzyıl), fukaha terminolojisinde şer' kelimesinin "şer'î hükümlerin koyucusu" anlamına geldiğini belirtmektedir (Kitâb fi uşûli'l-fıkh, s. 53). İlâhî irade tarafından konulan hükümler bütününü ifade etmek üzere (meşru' mânasında) kullanıldığında ise şer' şeriat kavramıyla eş anlamlı olmaktadır (Cessâs, I, 164, 392). Aynı şekilde "ebâhathü'ş-şerîatü" (şeriat mubah kılmıştır) gibi anlatımlar da olduğu gibi (İmâmü'l-Haremeyn el-Cü veynî, s. 367) şeriat da bazan "şâri"' mânasında kullanılmıştır. Wilfred Smith, masdar olan şer' kelimesinin bağlama göre anlamının değişebildiği gerçeğini gözden kaçırdığı için şer' ve şeriat terimlerinin kavramsal içerikleri arasında farklılık bulunduğunu ve birinin diğerinin yerine kullanılamayacağını ileri sürer (Onünderstan ding İslam, s. 96-97, 98). Ancak başta fıkıh usulü eserleri olmak üzere klasik literatürde bu kavramların kullanılma biçimi onun sınırlı sayıda kelâm kaynağını inceleyerek ulaştığı bu sonucu desteklememektedir.

Şâri' denildiğinde, "Allah'tan başka hüküm koyucu yoktur" ilkesi gereği (Seyfeddin el-Âmidî, 1, 72) hakikatte yalnızca Allah kastedilmekle birlikte Hz. Peygamber de şer'i hükümleri tebliğ etmesi sebebiyle mecazen şâri' diye nitelenebilmektedir. Şâri' kelimesiyle fukahanın kastedilmesi ise söz konusu değildir.

Şeriat / şer' kelimesi klasik döneme ait literatürde kapsam bakımından biri geniş, diğeri dar olmak üzere iki anlamı belirtmek için kullanılmaktadır. Geniş anlam da şeriatla Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen hükümler bütünü kastedilmektedir (Kurtubî, XVI, 163).

Ön görülen hükümlerin aslî / itikadî ya da fer'î / amelî nitelikte olması arasında şeriatın kapsamına girme bakımından bir fark bulunmamaktadır. Belirtilen kavramsal içeriğiyle şeriat "din" ve "millet" karşılığıdır; şeriat, din ve millet kelimeleri aynı hükümler bütününü göstermektedir. Adlandırmada ortaya çıkan farklılık kavramın niteliğine ilişkin olmayıp itibarîdir. İlâhî irade tarafından öngörülen hükümler bütününe konulmuş olmaları yönüyle şer' / şeriat, kendilerine uyulması yönüyle din ve yazılmaları yönüyle de millet denilmektedir. Dar anlamda kullanıldığında şeriat tabiriyle yalnız değişime konu olabilen hükümler, yani her peygambere ve onun tebliğ dönemine göre farklılaşabilen hükümlerin yanı sıra Kur'an ve Sünnetteki neshe açık hükümlerle ictihadî hükümler de kastedilmektedir. Şu halde dar anlamıyla şeriat "amelî hükümler bütünü" diye tanımlanabilir; hatta bazı kelâmcı ve usulcülere göre bu anlam şeriatın tek ve aslî anlamını temsil etmektedir.”

[16]

Şeriatı daha yakından tanımak için sözlüklere ve ansiklopedilere baktık. Şimdi bu tanıma işini burada bitirirken, yazılanları bir toparlayalım isterseniz. Evet, şeriat; sözlükte, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol anlamına gelir. Dinde ise ilâhî emir ve yasakların hepsi demektir. Yani şeriat, kaynağı ayet, hadis ve icmâ olan ilâhî kanunlardır.

Aslında her dinin şeriatı vardır. Şeriatsız din olmaz. Ancak bu kelime bu coğrafyada İslâm ile yan yana gelince gerçek anlamını ifade eder olmuştur. O yüzden şerîat denildiği zaman hemen akla ilk gelen, Yüce Allah'ın Hz.Muhammed (s.a.v.) aracılığı ile insanlara gönderdiği İslâm dini ve onun özellikle amele ilişkin hükümleri, kanunlarıdır.

Bilindiği gibi İslam Dini, iman, ibadet, hukuk ve ahlak adıyla dört bölümden meydana gelir. Bu dininin iman esaslarından bahseden bölümüne “akaid” denir. Akaid’in aklî ve naklî bilgilerle açıklama ve savunmasını yapan ilim dalına ise “kelam” denir. İyi veya kötü huy ve ahlak esaslarından bahseden bölümüne, “ahlak” denir. İbadet ve hukuk, bir başka deyişle amel ve uygulamaya ilişkin bölümüne de “fıkıh”, “hukuk” dendiği gibi “şeriat” da denir. Bir başka deyişle dinin dışa yansıyan bölümü, yani kişinin aile, çevre, toplum ve devlet ile ilgili hükümlerine “şeriat” denilir.

Şeriat ile beraber şu kelimeleri de bilmemiz gerekir.

Şâri'; şeriâtı koyandır. Bu asaleten Allah Teâlâ’nın hakkıdır. O’ndan başkası kanun koyamaz, koysa da reddedilir. Ancak O, bu konuda Sevgili Peygamberimizi (sav) de vekaleten yetkilendirmiştir. Çünkü Resulün koyduğu hükümler vahyin kontrolü altındadır. O'ndan vahye aykırı bir söz, fiil veya takrir çıkmaz. Velev çıksa bile, Allah Teala bunu düzeltir. Yanlış olan veya değişmesi gereken hükmün yerini vahiy alır. Kur'an'da şöyle buyurulur:

"O, kendi arzu ve hevâsından konuşmaz. Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir."

[17]

O yüzden Müslümanlar, Peygamber Efendimiz (sav) kendilerine ne vermişse alırlar, neden nehyetmiş ise ondan da kaçınırlar. Peygamberler iş olsun diye değil, itaat olunsunlar diye gönderilmiştir.

[18]

Bu yüzden Peygamber Efendimize (sav) itaat, aynen Allah’a itaattir. Ona isyan, aynen Allah’a isyandır.

[19]

İşte bu iki kaynakta belirtilen şeriata aynı zamanda "münzel şeriat" da denir. Yani yücelerden indirilmiş şeriat. Bunu daha önce de görmüştük, hatırlarsanız.

Belli bir ilmî ve dinî seviyeyi yakalamış müçtehitlerin, usul-ü fıkıhta bildirilen belli kaide ve kurallarla Kur’an ve Sünnetten çıkardıkları hükümler anlamındaki içtihatlar da aynı kaynaktan sayılır. Yani o da dinî bir teşri’dir, dini bir yasama faaliyetidir. Bu metotla konulan kanunlara da "müevvel şeriat" denir.

Teşrî'; şerîat koymak, kanun çıkarmak, yasama işini yapmaktır. Kelimenin bu anlamı şu âyetlerde görülür:

"Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma."

[20]

"Allah dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şerîat olarak koydu.”

[21]

İslâm Şerîatı temelde Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas delillerine dayanır. Bunlardan sonra gelen başka tali ve fer’î deliller de vardır. Fıkıh Usulü İlmi bunları anlatır. Bir hükmün İslâmî nitelik taşıması için bu kaynaklardan birisine dayanması gerekir.

Şeriatın Kapsamı

 İslâm'ın amele yönelik esaslarını kapsayan şerîat hükümlerini klâsik fıkıh kaynaklarımız yedi ana bölüm içinde incelemiştir.

1-İbadetler: Abdest, gusül, teyemmüm, temizlik, namaz, oruç, hac, zekat, kurban gibi, Allah ile kul arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümler.

2-Ahval’üş-Şahsiyye ve Aile Hukuku: Şahıs, aile, evlenme, boşanma, vasiyet, miras, temel insan hakları gibi konularla ilgili hükümler.

3-Muamelat: Alış-veriş, ticaret, iktisat, helaller, haramlar, borçlar hukuku gibi konularla ilgili hükümler.

4-Ahkamü's-Sultaniyye:  Hakimiyet, hilafet, şura, devletin görevleri vb. ile ilgili hükümler.

5-Ukubat: Had, kısas ve ta’ziri gerektiren suçlar ve cezaları ile ilgili hükümler.

6-Siyer ve Cihad: Müslümanlar ile gayr-ı Müslimler arasındaki ilişkiler, zımmilerin, müste’menlerin ve harbîlerin hukuku ile ilgili hükümler.

7-Adab ve Muaşeret: Kılık-kıyafet, vazife ve sorumlulukla ilgili hükümler.

Hayrettin Karaman yazdığı fıkıh eserleriyle bu tasnifi yürürlükte olan kanunların tasnifine çevirmiş ve hukukçulara kolaylık getirmiştir. Bu tür mukayeseli çalışmalar, şeriatın güzelliği kadar üstünlüğünü de ortaya çıkaracaktır.

Sonuçta diyebiliriz ki Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ’dan alarak bize sunmuş olduğu İslam Şeriatı, yani hukuk mirası, kıyamete kadar insanların bireysel ve toplumsal bütün problemlerini çözecek ve bütün ihtiyaçlarını karşılayacak nitelik ve zenginliktedir. O, ibadetlerden tutun da siyasî, idarî, hukukî, malî, ticarî, sanayî, ictimaî, eğitim, sanat, kültür ve medeniyet alanlara varıncaya kadar hayatın her alanını bir bütünlük içinde düzenleyen çok yüce ve çok faydalı bir büyük sistemdir.

İnsanlık kömünizm, kapitalizm ve faşizmden çok çekmiş ve bunları terk etmiştir. Şimdi çaresiz bunların karmasından oluşan bir sistemi denemekte ama sorunlarını çözememektedir. İşte şeriat tam da burada, dün insanları mutlu etmenin avantajını da taşıyarak, kendisini insanlığa bir kere daha sunmaktadır. İnsan, dertlerine çare arıyorsa, artık bunu daha fazla görmezlikten gelemez.

Gelirse ne olur?

Kendisi bilir.

Allah Teâlâ’nın kimseye eyvallahı yoktur.

Şeriatın Özellikleri 

Şeriatın kendine has bazı özellikleri ve diğer laik ve beşeri hukuka karşı üstünlükleri ile ilgili çağımızda mukayeseli olarak çok güzel kitaplar yazılmıştır. Bu alanda Abdulkadir Udeh, Vehbe Zuhaylî, Yusuf Karadavî, Abdulkadir Zeydan, Mustafa Zerka  gibi bir çok çağdaş fıkıhçımız bu konuda özel eserler kaleme almışlardır. Şeriatın bu yönündeki üstünlüklerini araştırmak ve yazmak bizim için bir vazifedir ve bunu iyi bir şekilde yapmamız elzemdir. Şimdi bu konuda kısaca şunları hatırlatabiliriz:

1-İslam hukuku ilahîdir : İslam hukuku mükemmeldir. Çünkü kaynağı ilahîdir. İslam hukuku yücedir. Çünkü Allah’ın kanunlarıdır. Haşa hiç Allah ile kulu mukayese edilebilir mi? Hiç Allah’ın kanunları ile beşerî kanunlar bir tutulabilir mi? İslam hukuku evrenseldir, vazgeçilemez.  Ana kaynakları:  Kur’an, Sünnet, icma ve kıyastır.

2-İslam hukuku, vicdanları terbiye ederek, insanları iyiliği sevmeye, kötülükten uzak durmaya yönlendirir. Bunu sağlamak gayesiyle her inanç, ibadet ve iş için, dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki karşılık koymuştur. Dünyada yaptıklarının karşılığını göremeyen bir kimse, ahirette, yaptığının karşılığını tam olarak göreceğine inanır. İnsan hayatına tesir eden en güçlü müeyyide Allah korkusu ve âhirette hesap vereceği inancıdır. Diğer hukuk sistemlerinde böyle bir müeyyide yoktur.

3-İslam hukuku yalnız kötü ve suç sayılan fiilleri cezalandırmakla kalmamış, iyi fiil ve davranışlara da manevî mükafât koyarak ödüllendirmiştir.

4-Diğer sistemlerde kanun koyma yetkisi, anayasanın tayin ettiği bir heyete âit olduğu halde, İslam hukukunda bu yetki,  ilim  ve ehliyet ile elde edilir. Bu ilim ve ehliyet sahiplerine müctehit denir. Müctehidlerin ictihatlarını kanunlaştırma yetkisi ise devlet başkanına ve şura üyelerine âittir.

5-Günlük problemleri bir nizama bağlamakla yetinmeyen İslam hukuku, ıslahatcı ve yenilikcidir. Müslüman, iyiyi, güzeli, faydalıyı daima araştırmalı ve meşru olanı nerede bulursa almalıdır.

6-İslam iman gibi ibadet, ahlak, hukuk ve ekonomi kurallarını da içine alır. Müslüman, hukuka riâyet ederken yalnızca ceza, tazminat, mahrumiyet gibi maddî ve dünyalık motiflerin tesirinde değildir. İtaat ve riayet ettiği hukuk kaidelerinin, Allah iradesini temsil ettiğine inanmakta, bu sebeple de ibadet duygusu, sevap ve ebedî saadet beklentisi içinde bulunmaktadır.     

7-İslam hukukunda, gerçek manada kanun koyucu Allah’tır. Müctehidlerin yaptığı, O’nun açık iradesini nasslardan tesbit etmek, yoruma müsait olanları yorumlamak, ilmin, teknolojinin ve sosyal hayatın gelişmesine göre kullarının doldurmasını istediği boşlukları doldurmaktır. Müctehidlerin bütün bu faaliyetler neticesinde ortaya koydukları hükümler, kendileri ve müctehid olmayan diğer müslümanlar için bağlayıcıdır, kanun gibidir. Müslümanların seçtiği başkan ve meclis üyeleri (Şûrâ hey’eti), ya müctehitlerin yaptığını yaparak yahut da onların ictihatlarını esas alarak, kanun yapabilirler.

8-Laik ve demokratik sistemlerde hukuk, halkın iradesine tabidir. Halkın adalet telakkisi ışığında, onların ihtiyaçlarına cevap vermeyi hedefler. İslam hukukunun hedefi ise, halkın fert ve cemiyet olarak hukukî ihtiyaçlarını karşılamak yanında onları, Allah tarafından vahyedilmiş bulunan hak, hukuk ve adalet ilkelerine göre terbiye etmek, bu ilkelerin toplum hayatında gelişmesini sağlamaktır.

9-Sosyal ve ekonomik müesseseler ile bunları tanzim eden hukuk kaidelerinin, zaman ve mekana göre değişmesi zaruretine karşılık, ilahî kanunların beşer tarafından değiştirilemiyeceği prensibini, İslam hukuku şu ilkelerle telif eylemiştir:

a)Kitap ve Sünnet’de ifade edilen hukuk kaidelerinin ve hükümlerin sayısı azdır ve teferruattan ziyade genel kural şeklindedir. Miras, âile, helal haram gibi bazı konulardaki detaylı hükümler değişmeyeceği, insanların bunların değişmesine ihtiyaçları bulunmadığı için ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Devletin şekli, akit, şirket vb. konularda ise “seçim, meşveret, karşılıklı rıza” gibi genel prensipler konmuş, bunların değişen şartlara göre uygulanması müslümanlara bırakılmıştır. İctihad yoluyla kanun koymak ve hukuku geliştirmek için geniş bir imkan ve meydan bırakılmıştır.

b)İslam’ın anayasası durumunda olan Kur’an ve Sünnet’in kesin hükümleri değiştirilemezken, bunlara bağlı olarak yapılan ictihada ve maslahata dayalı hükümler, zamanın değişmesiyle değişebilir.

c)Değişmez hükümler karşısında fert ve toplum olarak müslümanlar, dara düşer, onları uygulayamaz hale gelirlerse- ki bu ancak geçici zamanlar için olabilir- bu takdirde “zaruretler yasakları ortadan kaldırır” ilkesi ortaya konur. İslam’ın esasında :  “Kolaylaştırma, hoşgörü ve insana gücünün yetmeyeceği şeyler teklif olunmaz” prensipleri de vardır.”

[22]

Velhasıl şeriat, hayat hangi yönde değişirse değişsin her çağ ve mekânda uygulanabilecek bir siyasi sistem sunmaktadır. Bu sistemde ne güçlü bir azınlığın iradesi, ne de çoğunluğun hakimiyeti söz konusudur. Söz konusu olan hal­kın iradesinin üstün kılınarak yasalaştırılması değil, halkın iradesinin gönüllü olarak Allah Teâlâ’nın iradesini kabullenmesi ve onun kanunlarının hakimiyetine teslim olmasıdır.  İslâm Şeriatı, hakkın hakimiyetini getirmiştir. Buna göre İslam ne demokrasidir, ne de doğuda batıda uygulanan başka bir rejimin adııdr. İslam, kendine has bir dindir. Ancak bu ifadeler, onun iyi, faydalı bir kısım ilim, teknik, yönetim ve başka alanlardaki yeniliklere kapalı olduğunu göstermez. Ona göre ilim ve hikmet Müslümanın yitiğidir, nerede bulursa alır.

Şeriatın Amaçları

İslam hukukunun gayesi, iyi olanı almak, kötü ve zararlı olanı atmak ve insanların dünya ve âhirette mutlu olmalarını sağlamaktır. Bunun için de “İnsan Hakları Ve Hürriyetlerinin” temeli sayılan şu beş esasın korunmasını amaçlar:

1-Dîni Muhafaza:

Dîni muhafazadan maksat; îtikâdî, amelî ve ahlâkî  hükümlerin korunması, bu hükümlerin öğretilmesi, yaşanması ve yaşatılmaya çalışılması, batıl inançların, sapık fikirlerin, din yüzünden baskıların ortadan kaldırılması, dîne karşı savaşanlarla mal ve can ile cihad yapılmasıdır.

2-Nefsi (canı) Muhafaza:

İslam insanların hür, bağımsız, eşit ve kişilikli olarak yaşaması için her türlü tetbirin alınmasını istemiştir. İnsanların yaşama hakkı vardır, öldürülemez. Hürriyet hakkı vardır köle yapılamaz. Eşitlik hakkı vardır farklı muâmele yapılamaz. İnanma, ibadet yapna, düşünme, düşüncesini ifade etme hakları vardır bunlara müdahale edilemez.

Nefsi muhafazadan maksat; İnsanların maddî ve mânevî hayatını bütün yönleri ile korumaktır. İslamda kan dökmek, insanların namusuna, şerefine dil uzatmak, alay etmek yasaklanmıştır. Bunlarla beraber hiç kimsenin dinine, düşüncesine, ibadetine karışılmaz. Esasen İslam, din yüzünden baskıları ortadan kaldırmak, insanın şerefli, onurlu ve huzurlu bir hayat yaşayabilmesi için Allah tarafından gönderilmiştir.

3-Aklı muhafaza:

İyiyi kötüden, güzeli çirkinden, hakkı bâtıldan ayırabilmek ve Sırat-ı Müstekîm’i anlayıp seçebilmek için aklın korunması gerekir. İslam önce aklın batıl inançlardan, sapık fikirlerden, hurafelerden arındırılıp, İslam îmanı  ve doğru bilgilerle donatılmasını ister. Bununla  beraber, insanları düşünemez hale getiren alkollü içkilerden, uyuşturucu maddelerden, şehveti kabartan zina ve fuhşun her türlüsünden uzak durulmasını ister. İlimden, irfandan ve îmandan mahrum bir akıl, doğru yolu bulamıyacağı gibi, şerefli ve güzel bir hayatın yaşanmasına da engel olur.

4-Nesli ve Âileyi muhafaza:

İslam nesli ve âileyi korumak için, zinayı ve zinaya götüren yolları haram kılmış, evlenmeyi ve akrabalık hukukuna riâyet etmeyi teşvik etmiş, âile fertlerinin karşılıklı hak ve vazifelerini tesbit etmiştir.

5-Malı muhafaza:

İslam malı korumak için; hırsızlık yapmayı, malı sahibinden zorla almayı, faizi, karaborsacılığı, her türlü hileyi, aldatmayı, israfı ve kumarı…haram kılmıştır.  Çünkü bunlar haksız kazançtır. Ayrıca çalışmayı, dünya nimetlerinden faydalanmayı teşvik etmiştir. İslam, emeğe saygı gösterilmesini, kimsenin malına zarar verilmemesini  ve haksız kazanç sağlayanlara ağır cezalar verilmesini istemiştir.

Tarihi Süreçte Şeriat

Bilindiği gibi “İslam Dini” Hz. Âdem’in (as)  Peygamberliği ile başlar, Hz. Muhammed’in (sav) Risâlet’i ile kemale ererek nihaî şeklini alır. Bu, Allah Teâlâ’nın katında geçerli olan biricik dindir.

[23]

Bu süreç içinde dahi İslam Dininin iman ve ahlak esasları değişmez. İbadetler bölümü ise zaman içinde kısmen değişebilir. Yani Hz. Âdem’in (as) Peygamberliğinden beri namaz, oruç, zekât vs. ibadetler vardır. Ama mesela namazın rekât sayısı, kılınma şekli, zamanı ve mekânı, mesela orucun tutulma vakti ve keyfiyetleri gibi ve benzeri bazı durumlar, tarih içinde kısmi değişiklikler geçirmiştir. Bir örneğini de Tahiru’l Mevlevî’de gördüğümüz “Müslümanlıkta İbadet Tarihi” türü eserler bu konuları işler. Nitekim şu ayeti az önce görmüştük:

“O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettigimizi, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı."

[24]

Bu âyette bütün peygamberlere vahyedilen din yasalarının “ruh birliğine” işaret edilmiştir. Allah; Nûh'a, İbrâhim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya tavsiye ettiği din esaslarını, Hz. Muhammed (s.a.s.) vâsıtasıyla müslümanlara da meşrû kılmıştır. Din Allah'a kulluk, ibâdet ve dünyada mutlulukla yaşama yoludur. Bütün peygamberlerin getirdiği inanç ilkeleri aynıdır. Öteki peygamberlere vahyedilen temel inançlar, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e de vahyedilmek sûretiyle onun ümmetine, geçmişteki tevhid ümmetlerinin yolunda gitmeleri emredilmiştir. Hz. Muhammed'e vahyedilenlerin özü, önceki peygamberlere vahyedilenlerden farklı değildir. Bütün peygamberlere ve ümmetlerine dini doğru uygulamaları ve dinde ayrılığa düşmemeleri emredilmiştir.

"Senden önce hiçbir peygamber göndermemiştik ki: 'Benden başka ilâh/tanrı yoktur, Bana kulluk ediniz' diye vahyetmiş olmayalım."

[25]

Bu âyette buyurulduğu gibi bütün peygamberlere yalnız Allah'a ibâdet edip kulluk yapmaları vahyedilmiştir. Zâten İslâm'ın mânâsı da Allah'a teslim olmak demektir. Bu anlamda İslâm, bütün peygamberlere gönderilen dinin adıdır, anlamıdır. Bütün dinlerin özü İslâm, yani Allah'a tapmak, yalnız O'na teslim olmaktır. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Biz peygamberler topluluğu, baba bir kardeşleriz, dinimiz birdir."

[26]

buyurmuştur.

Mâide sûresinin 48. âyetinde her ümmet için bir şeriatın, yani hukuk sisteminin, bir davranış tarzının belirlenmiş olduğu bildirilmektedir. Bu şeriatlerin hepsi tevhid temeline dayanır. Fakat hukuk ve ibâdet şekillerinde farklar olması doğaldır. Toplumların ihtiyaçlarına göre gönderilen şeriatlerde tedrîcî değişiklikler yapılmıştır. Öndeki şeriatlerde haram olan bazı işler, sonraki şeriatte helâl kılınmış veya bunun tersi olmuş, gerekli şartları ortadan kalkan bazı hükümler neshedilmiştir. Nesh, şeriatlar arasında olur. İnanç esaslarında nesh olmaz, onlar hepsinde birdir. Şeriata gelince, ondan maksat insanların bireysel ve toplumsal hayatlarındaki ihtiyaçlarını görerek ve sorunlarını çözerek yaşamalarını kolaylaştırmak ve mutlu etmektir.

Hal böyle olunca, zaman içinde insanların ilim, sanat, teknik, teşkilat, yönetim, medeniyet ve kültür seviyelerine göre, dinin şeriat kısmının tarih boyunca değişmesi, yenilenmesi ve gelişmesi hem makul, hem tabii, hem gerekli hem de vakidir. Öyle ise şeriat, dinin en çok değişen ve yenilenen kısmıdır diyebiliriz.

Çok açık bir gerçektir ki Allah'ın tarih boyunca bütün insanlara gönderdiği tek din İslâm'dır ve şeriat, bu din'in yukarda sözü edildiği gibi daha çok 'dünyevî', yani ferdî ve içtimaî hayattaki idarî, sosyal, medenî, cezaî ve ekonomik yasaları kapsayan yanı­dır. Tarih boyunca Şeriat'ın da temel pren­sipleri ve temel kuralları değişmeden kalmış olmakla birlikte, ictimaî şartlar çerçevesinde bir takım ikinci derece­den meselelerde ufak tefek değişiklikler ol­muştur. Hz. Rasulün (sav) getir­diği Şeriat, bütün önceki şeriatlar'ı tasdik edici, onlardaki geçerliliği devam eden hü­kümleri devam ettirici, fakat kıyamet'e ka­dar geçerli ve bakî olmasıyla artık bütün şeriatlar'ı neshedici ve yeni hükümler de ko­yucu olarak tarihteki yerini almıştır. Artık insanlar onun (sav.) getirdiği Şeriat'la, yani hep aynı olan ve hiç bir esası değişmeyen Din'in Hz. Muhammed (s.) ta­rafından getirilen Şeriatı'yla yükümlüdür­ler. Bütün bu değişim ve yenilenmeler ile İslam Dini son şeklini almış, bu nimet böylece tamamlanmış ve en mükemmel, olgun halini almıştır:

“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.”

[27]

Buna göre aslı ilahî olan, ama zaman içinde insan eliyle bilerek veya bilmeyerek tahrif edilen, bozulan veya kısmen de olsa bazı esasları unutulup kaybolan Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi “muharref dinler” artık ilahî olmaktan çıkmışlardır. Onları tebliğ eden Hz. Musa ve İsa’nın bir hak peygamber olması bu durumu değiştirmez. Çünkü bu peygamberler bu haliyle bu dinlere “hak din İslam” demezler. Bugün yeniden gelseler Hz. Muhammed ile tebliğ edilen Kur’an-ı Kerîm’e tabi olacakları kesindir. Zaten Hz. Muhammed (sav) ile sunulan İslam, onlardaki bozukluğu düzeltmek ve dini aslî şekline, geçerli ayarlarına döndürmek için gönderilmiştir. Aynı akıbete onun düşmemesi için de rabbimiz Kur’an’ı bizzat kendisi koruma altına almıştır. O İslam’ın aslî kaynağı asla kaybolmayacak ve tahrif edilemeyecektir.

Şeriat Her Çağa Yeter

Şeriatın zaman içinde değişim ve gelişmesini, Resulullah’tan (sav) sonra da “içtihat” ile yenilenip güncelleştirilmesi gerçeğini bilmeyenler, ona “dogma” demişler ve şu batıl iddiayı öne sürmüşlerdir:

“Kur’an-ı Kerîm’in  ahkam, yani kanunla ilgili ayetleri 300 veya 500 ayettir. 1500 de kanunları bildiren ahkam hadisleri vardır. Siz her ayet ve hadisle toplumun bir sorununu çözseniz, toplam 2000 sorunu çözersiniz. Halbuki toplumun sorunları bundan daha çoktur ve sürekli de değişmektedir. Bu kadar ayet ve hadis ile sürekli değişen ve yenilenen sorunları çözemezsiniz. O yüzden beşerî, yani laik kanunları almak zorundasınız.”

Oysa bilmedikleri bir şey var; İşte yukarıda tanımını yaptığımız “münzel şeriat” yanındaki "müevvel şeriat" sayesinde müçtehitlerimiz, yani içtihada ehil İslam Hukukçuları, yeni çıkan bütün meseleleri halletmek için, Kur’an-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’nin naslarından, fıkıh usulü ilminde bildirilen belli kaide ve kurallar göre, belli bir metodoloji ile ihtiyaç duyulan her konuda, her alanda yeni hüküm, kanun, yasa çıkarırlar. Buna “içtihat” diyoruz. İşte bu içtihat, yani bu yasama faaliyeti sayesinde İslam’da teşrî’, yani kanun koyma, yasama her zaman canlıdır, süreklidir ve faaldir. Çağın bütün ihtiyaçlarını karşılamaya ve her sorunu çözmeye muktediridir. Dolayısıyla şeriata “çağdışı” veya “orta çağın karanlığı” yanında “donuk, dogma” demek, “insanlığın ihtiyacına cevap veremez” demek, iki kat cahilliktir.

Bunlar itiraz ediyorlar: “O zaman müçtehitlerin Kur’an ve sünnette olmayan, ama onlara kıyas ile çıkardıkları kanunlar, ilahî olmaz, beşeri olurlar. Ona niye “Allah Teâlâ’nın kanunları” anlamında “şeriat” diyorsunuz?”

Bunlara verilecek iki cevabımız var. İlki şu: “Madem müçtehitlerin belli kaideler çerçevesinde çıkardıkları kanunlar da beşerî, sizinki gibi beşerî, insanî oluyor, öyleyse niye itiraz ediyorsunuz? Evet, cevap verin, niye reddediyorsunuz? Kabul edin gitsin! Hadi söyleyin, niyedir itirazınız? Madem ki gencelleniyorlar ve her ihtiyaca cevap veriyorlar, öyleyse nasıl dogma diyeceksiniz bunlara? Demek ki değilmiş, çağın ihtiyacını da karşılıyormuş. Öyleyse “ne iyi, ne âlâ” diyerek niye kabul etmiyorsunuz?

İkincisi, bu kanunlar da İslam Kanunları sayılır. Çünkü Kurân ve Sünnet doğrultusunda, onların maksatları gözetilerek, onların ruhunu yansıtacak kaide ve kurallara göre çıkarılıyor. Yasaların anayasaya aykırı olamayacağı gibi, asla onlar da Kur’an ve Sünnete aykırı olamazlar. Fakat yine de hata ihtimali olduğundan o kanunlara nezaketen “Allah’ın kanunu” yerine “falanın içtihadı” denilir. Böylece bir hata olursa, o hata veya yanlış Allah’a değil, o içtihadı öyle hükmedene gider. Bu bir nezaket, bir ince anlayıştır. Allah Teâlâ’nın her hatadan münezzeh oluşuna bir riayet niyetidir. Fakat sonuçta referans alınan temel dayanaklar dinin kaynakları olunca, ona tamamen insan aklından çıkan “laik kanun” muamelesi de yapılmaz.

Neticede öyle yada böyle, şeriata “dogma” diyenler büyük bir cehalet, ayıp ve aymazlık içindedirler. Kendilerini bir kere daha sorgulamalarını tavsiye ederiz.

İnsan Ve Evren Ne Kadar Değişiyor? 

Aslında şunu da sorgulamak gerekmez mi: İnsan ve evren ne kadar değişiyor ki? İnsanın insanlığı, yani insanî ka­rakteri ne kadar değişiyor? İnsanın ihtiyaçları, duyula­rı, hattâ çevresi ve hayatım kuşatan doğum, ölüm, evlenme, üreme gibi olgular ne kadar değişiyor? İnsanın vücut yapısı, organlarının şekil ve fonksiyonu ne kadar değişiyor? Hayır, bunlar hiç değişmiyor. Değişen, ancak ha­yatın ve çevrenin karmaşıklığı ve basitliği­ne göre, bir takım ilişkiler ve maddî ihtiyaç­ları tatmine yarayan araçlardır, vasıtalardır. Bunların yanısıra, her za­man karşılaşılabilecek savaş, afet, kıtlık, salgın hastalıklar gibi olağanüstü durumlar da yasa ve kurallarda geçici değişmeleri ge­rekli kılabilir. Fakat bütün bunlar bilinmez şeyler değil ki? İnsanın insanlığı, maddi manevi yapı­sı, temel insanî özellikleri ve ih­tiyaçları, duyuları, güdüleri, arzuları ve nihayet içinde yaşadığı tabiat ve hayatın aslî olgular zamana ve mekâna bağlı olmadan varlığını sürdürmektedir. Yani bunlar hiç bir zaman değişmediklerinden, onun hayatını düzenleye­cek temel yasalar ve değişen ve değişmeyen yasaların dayanacağı temel ilkeler hiç bir zaman köklü değişime uğramayacaktır.

Bütün bu yasa ve kuralların belli bir hedefi vardır, o da bireysel ve toplumsal hayatında, hatta bu hayat sonra gelecek olan öteki hayatta, yani ahirette insanı mutlu kılmaktır. 

O zaman soracağız; "Nasıl bir insan, nasıl bir toplum, na­sıl bir dünya, nasıl bir çevre?"

Bize göre cevabı basit ve kesindir; “Allah Teâlâ’nın  yarattığı bir insan, bir toplum, bir dünya, bir çevre ve bir din, bir şeriat."

İşte, tüm ya­sa, kural ve prensiplerin varlığı ve niteliği, bu sorulara verdikleri cevaba bağlıdır. Ya şeriat, ya laiklik! Ya da şöyle söyleyelim: Ya İslam, ya küfür!

İslâm insanı en temel özellikleri içinde ele alır. Her şeyden önce insan dünyada misafirdir, buradan sonra ken­disini bekleyen sonsuz bir Ahiret hayatı vardır.

O bu toprağın çocuğudur. Yeryüzüne ayak basmadan önce, yer ve gökleri, güneşi, ayı, yıldızlan ve diğer gezegenleri, havası, su­yu, ateşi, ışığı ve toprağı, her türden bitkileri ve hayvanları, melekleri, cinleri ve şeytanları, kasaca her şeyiyle kâinat ve özel­de yeryüzü onun hayatı için hazırlanmış du­rumdadır. Gördüğü, bildiği her şey, değişmez ilâhî yasalara bağlı olarak, belki daha doğru bir deyişle, her an Allah'ın vahyi doğrultusunda davra­narak hayatını sürdürmek­tedir. Bu yüzden, kâinat'ta tam bir ahenk, tam bir düzen ve tam bir 'sulh' hakimdir. Çünkü, Kâinat'ın tek bir Yaratıcısı, tek bir Rabbi ve tek bir Maliki vardır. Her şey, bu tek olan'ın, eşi, benzeri, dengi, ortağı olmayan Allah'ın hükümleri istikametinde varlığını sürdürmektedir. Kâinat'ta muazam bir 'Şeriat' hakimdir. Bu şeriat, Allah Teala’nın bu kainata koyduğu ' Fıtrî ve Tekvînî Şerîat’tır.” Bu bakımdan “şeriat”, insa­nın kendi iradesi dışındaki hayatı, mesela doğumu, ölümü, rengi ve şekli, annesi-babası ve ülkesinin seçim ve tayini, doğum-ölüm tarihi, tüm bedeni, acıkması, susama­sı, üşümesi, yanması, sevmesi, yermesi vs. de dahil olmak üzere bütün kâinat'ın tabî olduğu ilâhî ya­salar veya ilâhî vahy'in hükümleri'nin ge­nel adıdır.

Sonuç itibariyle “Şeriat İslam mıdır?” sorusuna, “evet, Şeriat İslam’dır” denebilir. Öyle ise buna göre şeriata karşı çıkmak, onu alaya almak, aşağılamak, hakaret etmek, ona inandığı ve onu yaşadığı için birisini alaya almak, aşağılamak, hakaret etmek, insanı kesinlikle dinden çıkarır, küfre düşürür. Bunu böyle iman edip kabullenmemek de insanı mürtet yapar, yani dinden çıkararak kâfir eder.

[28]

 Şeriat Mecburiyettir

Buraya kadar yazdıklarımızdan kesinlikle anlaşılmıştır ki “Şeriat İslamdır”. Öyle ise bir Müslümanın “şeriatçı” olmasından daha tabi ne olabilir? Normal olmayan, doğal olmayan bunun tersinin olmasıdır ki bu da küfürdür.

Evet, Şeriat İslam olunca, haliyle her Müslüman da şeriatçıdır. Bu Müslüman olmanın vazgeçilmez bir gereğidir. Aksini söylemek abes ve gülünçtür. Çünkü büyük bir din bilmezliktir, cehalettir. Samimi Müslümanlar şu veya bu sebeple, daha çok da yanlış yönetim ve eğitim, kötü arkadaş ve kötü çevre sebebiyle böyle bir cehalet içine düşmüşlerse, kendilerine bu yazılan ilahî gerçekleri anlatanlara çok teşekkür ederek imanlarını kurtarmaya bakmalıdırlar. Bu “imanı kurtarma işi” ise dini bilmekle, okuyup öğrenmekle veya bir bilene sorup öğrenmekle olur.

Çağımızda bilgi kanalları bu kadar çok ve erişmek de bir o kadar kolay iken, öyle yapmayıp da, kendilerine ilahî gerçekleri anlatan ya da yazanlara kızarak dil uzatan ve haksızca sataşanlar, hatta düşmanlık yapanlar, öncelikle kalplerine bakmalıdırlar. Acaba orda ne var? Eğer iman varsa, o iman Allah’tan gelenlere içtenlikle inanma ve tam bir teslimiyet ister. Bütün bunların tabii sonucu şudur: Bir Müslüman kalbine İslam’dan başka bir din, şeriattan başka bir kanun koyamaz, koymamalıdır.

Neden mi?

Neden olacak, madem şeriat İslam’dır, Öyleyse o Müslümanlar için bir mecburiyettir, o kadar!

Neden mi?

Çünkü “Müslüman” kelimesinin anlamı “Allah Teala’ya teslim olandır” da ondan. Müslüman Allah ve Resulüne kesinlikle iman ve itaat borcundadır da ondan. Allah bir şeye hükmetti mi Müslümana düşen ancak itaat etmektir, bu konuda müslümana muhayyerlik yoktur. Dikkat edilsin, şimdi burada kesin bir gerçekten bahsediyoruz. Allah ve Resulü bir emir verdiğinde veya bir yasak koyduğunda, yani bir kanun, bir yasa koyduğunda Müslümanlar için onu alıp almama, uyup uymama gibi bir seçenek yoktur. Müslüman olabilmek ve kalabilmek için bir mecburiyet, bir zorunluluk vardır. İşte konuyla ilgili birkaç ayet-i kerime:

“Allah ve Resûlü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur.  Kim Allaha ve Resulüne isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur.”

[29]

 “Ey iman edenler! Allaha ve Resûlüne itaat edin, Kur'anı ve Resûlullahın öğütlerini işitip dururken ondan yüzçevirmeyin. İtaat kulağıyla işitip dinlemedikleri halde, bir de yalan atıp "işittik!" diyenler gibi olmayın. Çünkü Allah katında yerde gezinen canlıların en kötüsü, o düşünmeyen sağır ve dilsizlerdir.”

[30]

Hz. Muhammedi (a.s.m.) Allah’ın Resûlü kabul etmenin mânası, onun tebliğ ve tatbik ettiği inanç, düşünce ve yaşayış tarzını kabul etmek, bu hususlarda onu örnek almaktır. Yoksa Allah onu, insanlar peygamberliğine şehadet etsinler, fakat ondan başka önderlere, liderlere, hakimlere, başkanlara, otoritelere tabi olsunlar diye göndermemiştir. Bu yüzden Hz. Peygamber da şöyle buyurmuştur: "Arzu ve heveslerini, benim getirdiğim ölçülere uydurmadıkça, sizden hiç biriniz mümin olduğunu iddia edemez."

 İtaat konusunda şu ayet-i kerime çok çok önemli ilkeleri sunmaktadır:

 “Ey iman edenler! Allaha itaat edin. Resûlüne ve sizden olan ülülemre de itaat edin. Eğer Allaha ve ahirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allaha ve Resûlüne arzediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”

[31]

“Ülü’lemir” kelimesi geniş kapsamlıdır; müslümanların herhangi bir işinin başında olan her yöneticiye şamildir. Din alimleri, ülke yöneticileri, onların başında gelirler.  İşte birkaç hadis-i şerifler:

"Emrettiği şey günah olmadığı sürece, bir müslümanın, hoşlansın veya hoşlanmasın, yöneticinin emirlerine itaat etmesi gerekir." 

"Allaha isyanda (günah olan bir konuda) başkasına itaat haramdır. İtaat ancak meşru hususlardadır." 

"Sizin başınızda doğru olduğu gibi yanlışı da uygulayan yöneticiler olacaktır. Böyle bir durumda kim yanlış şeylerden nefret ederse sorumluluktan kurtulacaktır."

Bunun üzerine ashabdan bazıları: "Böyle yöneticilere karşı savaşmayacak mıyız?" diye sorunca Hz. Peygamber (a.s): "Namazı kıldıkları müddetçe, hayır!" diye cevap vermiştir. (Müslim)

Bu ayetin hemen arkasından gelen ayetler konuya daha bir açıklık getirmektedir:

“Baksana, hem sana indirilen hem de senden önce indirilen kitaplara inandığını iddia eden o münâfıkların yaptıklarına!  Kalkıp azgın şeytanın önünde muhakeme olmak istiyorlar.  Halbuki onlara o şeytanı reddetmeleri emri verilmişti.  Şeytan da onları haktan büsbütün saptırmak ister. Kendilerine "haydi Allahın indirdiği Kur'anın hükmüne ve Resûlün hükmüne gelin!" denildiğinde münafıkların senden iyice geri durduklarını görürsün.”

[32]

Eğer bir Müslüman gerçekten Müslüman ise, Allah Teâlâ’nın kanunlarını inanarak, severek ve beğenerek kabul etmek ve onlara, yargıda aleyhlerinde bile olsa içlerinde bir rahatsızlık duymadan kesinlikle itaat etmek zorundadır:

“Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar”

[33]

.

Bu ayet, Hz. Peygamber’in, Allah’tan aldığı vahiy ile Kur’an mesajını yaşanılır kılmak ve inananların onu yaşayabilmelerini sağlamak amacıyla verdiği emirlere her Müslümanın kayıtsız şartsız uyması zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Dolaysıyla, her mü’min, Hz. Peygamber’in getirdiği hükümlere, koyduğu prensiplere inanmakla mükelleftir. Çünkü Hz. Muhammedi (a.s.m.) Allah’ın resulü kabul etmenin mânası, onun tebliğ ve tatbik ettiği inanç, düşünce ve yaşayış tarzını kabul etmek, bu hususlarda onu örnek almaktır. Az yukarıda da dediğimiz gibi, hem onu Allah’ın gönderdiği peygamber olarak tanısınlar, buna iman etsinler, hem de tutup hayat tarzı olarak, yaşama biçimi olarak, devlet ve toplumu yönetme, sosyal hayatı düzenleme olarak başkalarına tâbi olsunlar, olacak iş midir? Böyle Müslümanlık olmaz. Akla da aykırıdır zaten. Çünkü peygamber bir yol açmıştır. Bu yolda yürümek bir iman mecburiyeti olarak varken, bir insan tutsa da mesela Marks’ın, Lenin’in, Hitler’in,  Kemal’in yoluna girse, o ilahî yoldan sapmış, beşerin yoluna girmiştir. Dilerse girer, insan için inanç özgürlüğü vardır, bu arada kafir olma özgürlüğü de vardır. İşte bu yüzden isterse Peygamberin kendisiyle gönderildiği “sıratı müstakim”den başka yollara da girer. Ama o zaman da kendisine “Müslüman” demez. Bizim anlatmak istediğimiz gerçek budur. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Arzu ve heveslerini, benim getirdiğim ölçülere uydurmadıkça, sizden hiç biriniz mümin olduğunu iddia edemez.”

Aman dikkat, iman kuru bir sözden ibaret değildir. Üstümüzde taşıdığımız bir elbise, bir süs, bir aksesuar değildir. Bilakis iman gönülden bağlanmak, inanmak ve kabullenmektir. Müslümanlık ise her hususta İslam’a teslimiyettir, uymaktır. Açıkça söyleyelim; hem «Allah ve Resûlü’ne inandım» deyip, hem de hükümlerine razı olmamak tipik bir münafıklık alâmetidir. «Şeriatın kestiği parmak acımaz» denilmiştir; acımaz, çünkü müminin kalbinde o acıyı unutturacak kadar büyük bir iman vardır.

Netice-i kelam odur ki bir Müslüman için ortada cebir, şiddet, zorlama yoksa İslam dışı bir başka kanunu alması ve hayatında uygulaması haramdır, yasaktır, küfürdür. Adamı doğruca cehenneme yuvarlayan bir davranıştır. Mesele bu kadar açık ve nettir.

[34]

 Varlık Amacımız Şeriattır

Söz buraya gelmişken hemen belirtelim ki Kur'an, kanun olarak en güzel ahkâmın, yani insan haya­tına hükmetmesi gereken en güzel kanunların, yasaların, Allah'ın hükümleri, kanunlarıı ve yasaları olduğunu bildirir. Ondan başka hükümlerin, kanunların ancak Cahiliyye ve küfür hükümleri, yasaları oldu­ğunu söyler.

[35]

İnsanların günlük hayatlarının her safhasında, karşılaştıkları her meselede Al­lah'ın hükmü dışında nefislerine, yani işlerine, keyiflerine, çıkarlarına gelen kanunlara veya başka 'dinler'in veya sistemlerin hükümlerine başvurup ittiba et­menin imanla bağdaşmayacağını bildirir.

[36]

Şu üç hakikatı asla unutmamalıyız: Ondan başka hükümleri bilerek ve inanarak Al­lah'ın hükümlerine tercih etmek küfürdür.

[37]

Allah'ın hükümlerini tasdikle beraber, nefsin arzula­rına veya bir takım menfaatlere kapılarak başka hükümleri tercih etmek ve uygulamak zulümdür. Allah'ın ahkâmının üzerini sislerin örttüğü, hakkın batıla, doğrunun yalana karıştığı bir zaman­da Allah'ın hükmünü araştırmadan başka hükümlerle hükmetmek, yoldan çıkaran fasıklıktır.

[38]

İslâm dışındaki beşer yapısı sistemler, insanın hayatını içtimaî, idarî, hukukî, iktisadî, medenî ve eğitim alanda kuşatan yasaları yapma ve insana dünya hayatındaki yolunu çizme yetkisini, belli insanlara verirler. Bu insanlar hangi ölçülere göre bu hakka sahip olurlar? Bu batıl sistemlerde bu ölçüler değişebilir. Mesela önceden doğmuş olmak, kahraman olmak, isim yapmış olmak, mal mülk, nüfuz et­ki ve güç sahibi olmak, belli bir yerden, belli bir aileden, belli bir soydan ve belli bir renkten gelmiş olmak, belli bir makam ve mevkiye sahip ol­mak, belli yararlıklar göstermiş olmak gibi. Bu veya başka nedenlerle kanun yapma yetkisini bir veya birden fazla kişilere ya da bir halkın tamamına veya onlar adına o halkın bazı seçi­len kişilerine vermek, İslâm’ın kesinlikle reddettiği bir durumdur. İslam, bu yetkiyi ancak Allah'a bırakır. Çünkü bütün insanla­rın yaratan, yaşatan, öldürüp diriltecek olan ve bütün bir kâinatla birlikte insan bedeni­ni de itaat ettiren Allah Teâlâ, her şeyin Maliki olarak bu yetkiye de sahiptir. Bu ise kanun koymada ve onu uygulamada insan­lar arasında tam bir eşitliği sağlar.

Ne var ki dünyada var olan sistemlere ve kanun koyuculara bakarsanız, bu yetkiyi sayılan kişilere ve zümrelere verdiklerini görürsünüz. Yani kiminde mesela önceden veya sonradan doğmuş olmak, güçlü, pa­ralı ve nüfuzlu olmak, belli bir makam, mevki veya ün sahibi olmak, belli bir top­rağa, aileye, ulusa ve renge ait olmak bu yetki elde etmeye sebeptir. İslâm nazarında bunların hiç bir değeri yoktur. Her insan Allah'ın kuludur. Allah yanında hiç kimse onun yara­tığı ve insan olma açısından diğerlerinden en ufak bir ayrıcalığa sahip değildir. "Hükmün ancak Allah'a ait olması" demek, hiçbir kulun başka bir kula tahakküm edememesi demektir aynı zamanda. İslâm nazarında bü­tün insanlara düşen, birbirleri üzerinde hak­sızlığa, hak gasbına ve tecavüze yeltenme­den, birbirleri üzerinde yine kendi yapısı olan yasalarla sulta kurmadan hep birlikte Allah'ın çizdiği yola, yani Şeriat'a teslim ol­malarıdır.

[39]

Şeriat Allah’ın İkramıdır 

Allah Teâlâ’ya iman eden Müslümanlar neden ona itaat ederek şeriatına teslim olmasınlar ki? Bundan daha tabii ne olabilir? Üstelik bundan daha yararlı ne olabilir?

Bir kere daha gündeme getirelim ki Yüce Allah, önce şu muhteşem evreni yarattı. Sonra evrenin içinde en güzel, en değerli varlık olan insanı yarattı. Ve insana; “Al sana muhteşem bir kullanma kılavuzu. Bu evreni bu kullanma kılavuzu ile kullanırsan, hem faydalanır, kârlı çıkarsın, hem de beni memnun edersin. Değilse, hem fayda yerine zarar görür, hem de beni gücendirirsin” dedi.

Bu kullanma kılavuzu İslam'dır. Biz de müslümanız hamdolsun. Biz İslam gibi bir nimetin bize lütuf ve ihsan edilmesine şükrediyor ve bundan büyük bir izzet ve şeref duyuyor, iftihar ediyoruz. Çünkü biz biliyoruz ki rastgele oluşmuş kör bir tesadüfle gelmedik bu cihana. Bu cihan da kör bir tesadüfün eseri değildir. Biz ve evren, dilediğini bildiği gibi yaratan bir yaratıcının tercih ve takdiriyle vardır. Hatta hangi zaman ve zeminde, hangi ortam ve şartlarda, hangi görev ve kabiliyetlerle yaratılmamız da tamamen O'na ait bir takdir ve tercih iledir.

Biz inanıyoruz ki Allah Teala’nın insan dahil evrene koyduğu “sünnetullah – Allah'ın kanunları” (kimileri ona ‘tabiat kanunları' diyor) ile fert ve cemiyete koyduğu “fıkıh, şeriat,  İslam Hukuku” da denilen İslam kanunları, bir çarkın dişlileri gibi uyum içerisinde çalışırlar. Aynı tornadan bir ustanın eliyle çıkan motor aksamı gibi, bu iki kanun beraber çalışırsa, insana huzur ve mutluluk getirir. İşte ideal hayat budur.

İşte bu yüzden diyoruz ki insanlar şu gerçeğin üstünde iyi düşünmelidirler: Şeriat, madem Allah’ın kanunlarıdır, elbette güzel olacaktır, nitekim güzeldir de. Çünkü onu koyan, bizi ve kâinatı yaratan Allah Teâlâ’dır.

Kâinat ne kadar güzelse, dünya ve içindekiler ne kadar harika ise, insan yaratılışı ne kadar güzelse ve bütün bunlar Allah’ın güzel yaratıcılığına delalet ediyorsa, bunu bütün ilim adamları avamdan daha iyi biliyor ve görüyorlarsa, aynen öyle, ilim adamları avamdan daha kesin bir bilgi ve iman ile itiraf etmelidirler ki, o kainatı yaratan Allah Teâlâ’nın koyduğu kanunlar olan şeriat da en az o kainat kadar güzeldir, o kadar harikadır, o kadar menfaatimize ve maslahatımıza uygundur. Çünkü o Allah Teâlâ’nın bizim için yarattığı bir nimet, lütuf ve ikramıdır.

"Şeriatın kestiği parmak acımaz" atasözünde de ifadesini bulduğu gibi bu aziz millet şeriata inanmış, onu ta yürekten benimseyerek kabullenmiş ve mümkün mertebe pratik hayatında yaşamıştır. Tarih de buna şahittir, dost ve düşman da buna şahittir.

Bunun aksini iddia etmek cahilliktir, ideolojiktir, politiktir, demagojidir, lafazanlıktır.  Asla ilmî değildir, aklî değildir. Bunda ülke için bir menfaat ve maslahat da yoktur.

Aksini söyleyenler, bunu ispat etmelidir. En azından bunun ispatı için buna iman edenlere izin vermeli ve ortamını hazırlamalıdırlar. Şeriatı yasaklamak, şeriatçılığı suç saymak dinde, din hürriyetinde samimi olmaktan öte, aynı zamanda hukukun temel mantığına, insan haklarına, din, vicdan ve düşünceyi ifade özgürlüğüne, ilme ve akla aykırılıktır.

Ankebut Suresi’nin ilk ayetlerinde de bildirildiği gibi, şurası tarihî bir gerçektir ki Müslümanlar, her zaman zora talip olmuş ve üstlerine düşenleri yapmışlardır. Bu gün onlarla tartışmak isteyenlerle, zorlukları göze alarak tartışabilirler, tartışıyorlar da. Hem eserleri de ortada. Şeriatı öğrenmek isteyenler, konulan bütün sun'î engelleri kolayca aşabilir ve gerçeğe erişebilirler.

Biz Müslümanlara gelince, Allah Teâlâ’nın bizim için indirdiği dinine razı olduğumuz gibi, bizim için biçtiği takdirine de razı olmuşuzdur. Bizim için çizdiği kaderine de teslim olmuşuzdur hamdolsun. Bundan büyük bir şeref, büyük bir izzet, büyük bir iftihar ve büyük bir mutluluk duyuyoruz. İslam'ı hakkıyla yaşayamasak da, Yüce Allah'a hakkıyla kulluk yapamasak da, var oldukça hep bunu söyleyecek, bunu yaşayacak, bunu yaşatmaya çalışacağız.

Zaman zaman –Allah zorluklarla denemesin – gerek korkudan, gerek açlıktan, gerek çok büyük bela ve musibetlerden, gerek amansız işkencelerden ötürü sesimiz soluğumuz çıkmasa da, hiç kimse, hele hele İslam düşmanları, asla bizim bu davadan vazgeçtiğimizi akıllarına getirmemelidirler.

Sonuç itibariyle şeriat Allah Teâlâ’nın bir lütfu ve ikramı olduğu gibi aynı zamanda o şeriat ve ona iman eden şeriatçılar da insanlık için birer nimettirler. Şeriatsız bir dünya, adaletsiz ve saadetsizdir. Hz. Peygamber’in bırakmış olduğu İslam Şeriatı, yani fıkıh ve hukuk mirası, kıyamete kadar insanların bütün hukuki problemlerini çözmek için vaz’ olunmuştur ve insanların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak nitelik ve zenginliktedir.

Şeriat bireysel ve toplumsal olarak ibadetlerden tutun da siyasî, idarî, hukukî, malî, ticarî, sanayî, ictimaî, eğitim, sanat, kültür ve medeniyet alanlara varıncaya kadar hayatın her alanını bir bütünlük içinde düzenleyen çok yüce, çok parlak, çok faydalı bir büyük sistemdir. Bu mübarek sistem dün bazen tamamen, bazen de kısmen uygulanmıştır ve uygulandığı oranda başarılı olarak insanlığı mutlu etmiştir. İnsan hakları açısından Osmanlı tecrübesi sözde uygar dünyaya örnek olacak ilkeleri içermektedir. Bugün de o vazifesini yapmak için kendi insanını ve sırasını beklemektedir.

İkrah Halinde Şeriatı İnkar

Bu yüzden bir insanın “kalbinde şeriat olduğu halde” bazı mecburiyetler sebebiyle “dilinde ve azalarında şeriattan başka kanunlar varsa” bakılır; eğer ortada bir “ikrah-ı mülcî”, yani can veya bir organ iptali gibi ciddi bir baskı, tehdit ve tehlike varsa, bu tehlike geçene kadar bundan sorumlu olmaz. Çünkü İslam cana ve bedene değer verir.

Fakat böyle ciddi bir tehlike yoksa, büyük günahkar olur. Çünkü imanın asıl mekânı kalptir. Bir insanın kalbinde İslam Şeriatını tasdik varsa, gereğince amel etmese bile, zayıf da olsa bir imanı vardır demektir, bu kimseyi tekfir etmek hatadır.

Hamdi Döndüren “Şamil İslam Ansiklopedisi”nde konu hakkında güzel bilgiler verir. Biz şunları hatırlatalım istedik: İslâm'da, insana din, inanç ve vicdan özgürlüğü tanınmış; iradeyi baskı altına almak ve insanı rızası olmayan işlere zorlamak yasaklanmıştır. İkna etme, güzel öğüt, toleranslı davranış ve en güzel irşad ve eğitim metodunu bulup uygulamak İslâm'ın amacıdır. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

"Ey Peygamber! insanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en uygun şekilde mücadele et. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanı da, doğru yolda yürüyenleri de çok iyi bilir."

[40]

 "Dinde zorlama yoktur. Hak yol, bâtıl yoldan ayrılmıştır. Kim tâğutu inkâr edip Allâh'a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir."

[41]

Ayetin inme sebebi şu olaydır. Huseyn el-Ensarî'nin, müslüman olmayan iki oğlu Ensar'da bazılarıyla birlikte yiyecek almak üzere Medîne'ye gelmişlerdi. Babaları; "müslüman olmadan sizi bırakmam" dedi. Oğulları İslâm'a girmek istemeyince, Hz. Peygamber'e başvurdu ve; "Ben bakıp dururken, bende bir parça olan çocuklarım ateşe mi girsin?" dedi. Bunun üzerine yukarıdaki ayet nâzil oldu.

[42]

Başka bir ayette iradesi zorlanan kimse için bazı kolaylıklara işaret edilir: "Müminler müminleri bırakıp da, kâfirleri dost ve idareci edinmesinler. Kim bunu yaparsa, ona Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Meğer ki, onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız. Allah size, asıl kendinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak onadır."

[43]

Bu ayetteki; "meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız" hükmünün tefsîrini İbn Abbas şöyle yapar. "Bu, kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, diliyle küfür kelimesini söyleyip, işkence ve ölümden kurtulmuş olmasıdır. Böyle yapan kimse hem hayatını kurtarır, hem de o anda günahı kaldırıldığı için, sorumlu olmaz."

[44]

İbn Kesîr, bu konudaki ruhsatı şöyle açıklar: "Bazı yer ve zamanlarda inkârcıların şerrinden korkanlar, niyyet ve kalblerinden değil de, dış görünüş bakımından kendilerini koruyacak şekilde davranabilirler."

[45]

Hanefîlere göre, ölüm tehlikesi ve bir uzvun koparılması söz konusu olunca, bir kimsenin, diliyle küfür kelimesini açığa vurmasında bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber'in Ammar b. Yâsir'e bu konuda verdiği müsaade, bir konuda en büyük delildir. Ammar'ın ana ve babası inançlarından vazgeçmedikleri için Kureyş müşriklerince şehit edilmiş, kendisi de dayanılmaz işkence karşısında, müşriklerin söylenmesini istediği küfür sözlerini söylemiştir. Ammâr'ın durumu Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisine, küfür kelimelerini söylerken kalbinin durumunu sormuştur. Ammâr b. Yâsir; "iman ile mutmain olarak buldum" cevabını verince, Resulullah (s.a.s) "Eğer yine aynı işkenceyi yaparlarsa, onların istedikleri sözleri söyleyip kurtulabilirsin" buyurmuştur. Bunun üzerine şu ayet-i kerîme inmiştir: "Kalbi iman üzere sabit ve bununla mutmain olduğu halde, ikrâha uğratılanlar müstesna olmak üzere, kim imanından sonra, Allah'ı tanımış, küfre göğsünü açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin başınadır. Onların hakkı en büyük azaptır."

[46]

Hz. Peygamber; "Şüphesiz Allah, ümmetimden hata, unutma ve üzerine zorlandıkları şeyin hükmünü kaldırmıştır" (Buhârı, Talâk, 11, İlim, 44, Şurût, 12, Enbiya, 27) buyurmuştur.

Bu duruma göre, zor altında iken, dil ile küfür kelimesini söylemek, imanın zail olmasına sebep teşkil etmez. Zira kalbî tasdik mevcuttur. O şartlarda dahi; küfrü gerektiren bir söz söylemekten ve kâfirlerin dediklerini yapmaktan kaçınmak, ölümü göze almakla mümkündür. Bu sebeple, ikrah altında iken küfrü gerektiren söz söylemek caiz olur. Fakat mümin sabreder, küfür kelimesini söylemez ve bu sebeple katledilirse, büyük sevap kazanır.

Zira Ashab-ı Kirâm'dan Hubeyb b. Adiyy küfür kelimesini, bütün işkencelere rağmen söylemedi ve onu idam ettiler. Resul-i Ekrem (s.a.s) Hubeyb'e "Seyyidü'ş-Şüheda" (şehitlerin efendisi) ismini verdi ve buyurdu ki:

"- O cennette benim arkadaşımdır".

Çünkü o halde dahi; küfür kelimesini söylemenin haramlığı bakidir. İslâm'ı aziz kılmak için kâfirlerin isteklerini yerine getirmekten kaçınmak azimettir. Küfür kelimesini söyleyip kurtulmak bir ruhsattır.

[47]

Şeriatı İnkar ve İlga 

İslam akaidine göre, Kur’an ve Mütevatir sünnetin belirlediği bir dini esası inkar etmek, küfürdür. Öyleyse Kur’an’ın emir ve yasakla, yani kanun ve devletle ile ilgili ayetlerini inkar etmek küfürdür, dinden çıkmadır, mürted olmadır. Bunu yukarıda açıklamıştık. Burada şu gerçeğe de vurgu yapalım istedik. Akaid kitaplarımız, “şeriat ile alay etme, küçük görme, faydasız görerek beğenmeme de, aynen inkar etme gibi kişiyi dinden çıkarır, kafir eder” diyor. İnanmıyonlar, Diyanetin ilmihaline bakabilir veya açar telefonu “alo fetva” hattı ile Diyanet’e sorabilirler.

[48]

Şeriat Allah’ın Kur’an’da bildirdiği kanunlar olunca haliyle ona iman Kur’an’a imandır. Kur’an-ı Kerîm’e ve içindeki verilen bilgi, hüküm ve haberlere iman da her mü’mine farzdır. Buna göre her Müslüman haliyle şeriatçıdır. Bir kimse şeriatı biraz önce yazdığımız zor kullanma, yani ikrah hali dışında inkar etse, onu ilga etse, yani yürürlükten kaldırsa ve gereğini bilerek ve inkar ederek yapmasa, kesinlikle dinden çıkar, mürted olur. Yani dinden dönen bir kafir olur. Bunda hiçbir alimin şüphesi yoktur. Çünkü onu inkar, Kur’an-ı Kerîm’in  ayetlerini inkardır. Oysa onun bir ayetini inkar, tamamını inkar gibidir, aynı cezaya çarptırılır. Onu alaya almak, hakaret edip aşağılamak, faydasız görerek gıcık kapmak da aynen inkar gibidir, kişiyi dinden çıkarır.

 Bütün bunlar bilinince, haliyle içtenlikle, yani kalben de tasdik ederek, şeriata aykırı kanunlar koymak veya ona aykırı kanunları yabancılardan alarak ülkeye adapte edip uygulamak, İslam açısından “ulûhiyette Allah’a ortak koşmak” kabul edildiğinden,  hem din açısından yanlıştır, hem de dine aykırı olduğu için reddedilmiştir.

Ne acıdır ki çağımızda bu gerçekler mirasyedi Müslümanlar tarafından yeteri kadar bilinmemektedir. Bu yüzden bilmeden şeriata karşı çıkarak imanlarını kaybeden birçok Müslüman vardır. Öyle ise bu zamanda cihadın en büyüğü, insanlara bu gerçekleri anlatarak imanlarını kurtarmada onlara yardımcı olmaktır.

Şeriat Cahilleri 

Din ve şeriat bilinmeyince ortalığa ne fecaatler ve komiklikler çıkmaktadır biliyorsunuz. Medyada aydın geçinen ama kendi dinine, tarihine, kültür ve medeniyetine düşman o kadar aydın geçinen karanlık cahiller var ki, yazılsa yüzlerce kitap eder.

[49]

Bunlardan bazıları vardır ki nüfus cüzdanlarının din hanesinde “İslam” yazılıdır. Kendilerini de “Müslüman” olarak tanımlarlar sorarsanız. Ama onların hayatında İslam’ın hiçbir etkisi, fonksiyonu, misyonu, değeri yoktur. Yani “gayri müslimiz” deseler de değişen bir şey yoktur yaşamalarında.

Onlara göre din vazifesini bitirmiş folklorik bir kurumdur. Yeniden hayata dönmesi de sakıncalıdır. Onlara göre dinin sosyal ve kamusal alanda yeri de gereği de değeri de yoktur. Din ve vicdan özgürlüğü adı altında istenilenlerin de aslında bir değeri yoktur. Verilmemelidir de.

Mesela onlara göre mesai saatinde namaz, oruç gibi düzenlemeler izin verilmemelidir. Onlara göre tesettür ve başörtüsüne hayat hakkı tanınmamalıdır. Mesela okullarda din öğretilmemelidir. Bu anlayışa göre hatta namaza da, oruca da, hacca da, kurbana da, zikre de, Kur’an okumaya da… hayat hakkı verilmemelidir. Çünkü bunlar da şeriatın emridir. Bunlar yapılırsa ülkeye bir gün muhakkak şeriat gelir.

İmam hatiplere de geçit verilmemelidir. Kur’an kurslarına da. Camileri de yıkmalı, ya da depo yapmalı. Çünkü buralar dolarsa, şeriat gelir…

“Mesela”ları çoğaltabiliriz. “Ama neden?” derseniz, cevabı çok basittir. Çünkü “onlara buna şuna hayat hakkı verirseniz, sonunda şeriat gelir ve herkesi dini yaşamaya mecbur eder.”

Gördünüz mü, şeriat nasıl da en temel haklarımızın gasbedilmesinin yasal mazereti oldu çıktı? Birçok aklı evveller de “doğru yahu” diye bu saçmalığa destek ve cevaz verirler.

Neymiş?

Endişeleri varmış gelecek adına! Korkuyorlarmış!

Yahu bırak endişeyi, korkuyu, sen şimdi adamın haklarını bilfiil gasp etmekten suçlusun, sen hangi endişeden bahsediyorsun? Senin gelecek adına korktuğun şeyi sen adama şimdiden yaşatmaya utanmıyor musun?

Onlara “Şeriat nedir ki bu kadar korkuyorsunuz?” derseniz, cevapları hazırdır:  “Despotizm, dogma, dikta, tek tip insan yetiştirme, başka din ve fikirlere hayat hakkı tanımama, zulmetme.”

Peki, senin istediğin ve yaptığın ne? “Despotizm, dogma, dikta, tek tip insan” dediğini, yani “resmî ideolojinin zorla kabullenilmiş tek tip cumhuriyet insanını” yetiştirmek değil mi? Yani gelecekte olmasından korktuğunu “tek tip insan yetiştirme baskısını” şimdiden uygulamak değil mi? Yani özgürlüklerin katli değil mi? Bu kadar aptallık ve ahmaklık insana yakışır mı?

Ama yok, onlar ne yaparsa yasaldır, hoştur. Çünkü birinci sınıf insandır bu ülkede. Onlar olmasa şeriat gelir zaten. Peki onlar bu hakkı, bu konumu nerden kazanmışlar? Hani herkes eşit idi ve aynı hak ve sorumluluklara sahipti? Hani herkes birinci sınıf vatandaştı? Bu ülkede bazıları beyaz da, bazıları zenci mi?

Peki, size başka bir soru soralım. Siz karşı olduğunuz bu şeriatı biliyor musunuz? Nedir şeriat?

 “Evet” diyorsanız ilk sorum şu, “nerde öğrendiniz?”

Evet, ciddi bir sorudur bu. “Nerde öğrendiniz?”

Gidip biz de öğrenelim bari oradan. Çünkü onun öğrenimi yasak bu ülkede. Biz yarım yamalak var olan İmam Hatip ve İlahiyatta öğrenmek istedik ama yeteri kadar öğrenemedik. Çünkü doğru dürüst mektebi yok, hocası yok, müfredatı yok, ders kitabı yok. Okulların dışında kaçak göçek öğretenleri de tutukluyorlar “tevhid-i tedrisat kanununa uymuyor” diye. Çok merak ettik doğrusu, siz nasıl becerdiniz bunca yasağa rağmen onu öğrenmeyi?

Bir soru daha; “şeriat bu ülkede hiç uygulandı mı?”

“Evet, uygulandı.”

“Peki o zaman gayr-i Müslimlere bir baskı yapıldı mı? Kiliseler, havralar yıkıldı mı? Yahudiler, Hristiyanlar, Rumlar, Ermeniler kılıçtan geçirildi mi?”

“Hayır. Hiç olmadı bunlar.”

“Peki bu iftira niye?”

 


[1]

D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s.1023.

[2]

Bkz. A.g.e. s.550-551.

[3]

Ömer Demir, Mustafa Acar, a.g.e. s.211.

[4]

M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III. 341 vd.

[5]

A.y.

[6]

İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 176.

[7]

el-İsfahâni a.g.e., s. 379.

[8]

Ebu's-Su'ûd, Mııhammed b. Muhammed, İrşâdu Akli's-Selim ilâ Mezâye'l-Kurâni'l-Kerîm, Kahire, tsz., 3, 71.

[9]

Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 302. (4317)

[10]

Câsiye: 45/18.

[11]

el-İsfahânî, a.g.e., s. 379.

[12]

İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 175.

[13]

İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 176.

[14]

Tahânevî, Muhammed b. Ali, Keşşâfu Istılâhâtı Funûn, İran, 1927, I, 759. 

[15]

Bkz. Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ans. “şeriat” md.

[16]

Bkz. DİA, XXXVIII. 571-574. Bibliyografya alınmamıştır, oradan bakılabilir.

[17]

53/Necm, 3, 4.

[18]

“Biz hiç bir peygamberi, Allahın izni ile, kendisine itaat olunmaktan başka bir gaye ile göndermedik.”(Nisa 64.)

[19]

“Biz hiç bir peygamberi, Allahın izni ile, kendisine itaat olunmaktan başka bir gaye ile göndermedik.”(Nisa 80.)

“Peygamber size ne verdiyse onu alın (ne emrettiyse onu yapın). Size ne yasak ettiyse ondan da sakının (ona muhalefet etmeyin). ALLAH’tan korkun; çünkü, (Peygamber’e muhalefet edenlere karşı) ALLAH’ın azâbı çetindir. ” (Sûre-i Haşr, 7)

“O kendi arzusu ile söylemez. O (nun söylediği) kendisine vahyedilenden başka birşey değildir.” (Necm, 3-4)

[20]

Câsiye, 18)

[21]

Şûrâ, 13

[22]

Ramazan Pak, a.g.e. s. 22-24. Aynı konu hakkında bkz. Hayrettin Karaman, “İslam Hukukunun Hususşyetleri”, Mukayeseli İslam Hukuku, I. 29; Yusuf el-Kardavî, İslam Hukuku Teori Pratik, ir y. İst. 1983. s. 27 vd.

[23]

Al-i İmran 19.

[24]

Şûrâ, 13.

[25]

Enbiyâ, 25.

[26]

Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Fedâil 145.

[27]

Maide 3.

[28]

Bu konuda “İnançta Arınma” ve “Müslüman Toplumlarda Kafirleşme Sorunu” kitaplarımıza bakılabilir.

[29]

Ahzap 36.

[30]

Enfal 20-22.

[31]

Nisa 59.

[32]

Nisa 60-61.

[33]

Nisa 65.

[34]

Bu konularda geniş bilgi için “İnançta Arınma” ve “Sistem Ve Şeriat” kitaplarımıza bakılabilir.

[35]

Maide, 50.

[36]

Nisa, 65.

[37]

Maide, 44.

[38]

Maide, 45, 47; Casiye, 47.

[39]

Daha fazla bilgi için bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, “şeriat” md.

[40]

Nahl, 16/125.

[41]

Bakara, 2/256.

[42]

Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mısır 1388/1968, III, 14.

[43]

Al-i İmrân, 3/28.

[44]

Kurtubî, el-Câmi' Li Ahkâmi'l Kur'an, Kâhire 1967, IV, 57.

[45]

İbn Kesîr, Tefsîr, Beyrut 1969, I, 357.

[46]

Nahl, 16/ 106.

[47]

İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Beyrut 1317, VII, 299-300; Molla Hüsrev, Düraru'l-Hukkâm, İstanbul, 1, 307,II, 270-271; es-Serahsî, Şerhu's-Siyeri'l Kebîr, Kahire 1971, I, 227. Bkz. Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi, “ikrah” md.

[48]

Laik devlet aslında Diyanet’i “devleti şeriat tehlikesinden korumak maksadıyla dini ve alimleri kontrol altına almak” amacıyla kurmuştur. Elbette bu iyi niyetli değildir. Kuruma bakışları da bunu gösterir. Ancak bu teşkilat, içinde görev yapanların samimiyetine binaen bu zamana kadar dinin aleyhine çalışmamış, yanlış fetva vermemiştir. Yetkili alanlarında doğru bilgiler vermiş, yetkisi olmayan yerde ise susmuştur. “Ya hayır söyle, ya sus” ilkesine göre bu da iyi bir şeydir. Ama söz konusu sistem, demokrasi, laiklik gibi sancılı alanlar ise, doğrusu “Diyanete sorun” derken endişe ve kaygı içindeyim. Allah Teâlâ’nın hıfzı himayesine sığınırız, bizi bilerek yanlış yapmaktan ve fetva vermekten korusun.

[49]

Biz örnekleri ile bir kısmını “Aydınların Karanlığı” adıyla yazdık ama henüz bu kitabı bastıramadık.. İnşallah gerçekleşir.