İslam ve Demokrasi

Demokrasiyi gördük. O halkın iradesini esas alan bir yönetim biçimidir. İslam ise, ileride genişçe göreceğimiz gibi, bir dindir. Hayatın her alanına emir vererek, yasak koyarak veya serbest bırakarak bir hüküm koyan, bir değer sunan ilahî bir dindir. Onun da amacı insanları mutlu kılmaktır. Uygulandığı zaman bunu başarmıştır da. Bu da tarihin gösterdiği bir gerçektir. Hatta onun uygulamaları, demokrasiler dahil yönetimlere hep örnek, hep bilgi ve ilham kaynağı olmuştur. O yüzden demokrasi İslam’ın yanında devede kulak etmez. Bu ikisini karşılaştırmak, mahiyet farklılığı olduğu için de abestir, anlamsızdır.

İslam, Allah Teâlâ’nın insanlara sunduğu en büyük nimetlerden biridir. İnsanlar tarih içinde kendi tekamülleri ile beraber gelişen ve son şeklini son peygamberde bulan bu dini hakkıyla anlayıp uygulasalar, yeryüzünde hep mutlu olurlar. Çünkü barış, huzur ve emniyet içinde yaşar, nimetleri paylaşır, birbirlerine şefkat ve merhamet gösterirler. Görevlerini yapmak zorunda hissederler kendilerini. Bunu denetleyen kurumlar vardır, vicdan gibi, toplum ve devlet gibi, ahiret ve büyük hesaplaşma gibi.

İslam insanlara bir devletin temel özelliklerini ve vazifelerini vermiştir. Yöneticinin özelliklerini de öğretmiştir. Ama o geçmiş, hal ve gelecek gibi bütün zamanların dini olduğu için, insanlara belli bir devlet seçim şeklini ve kurumların oluşmasını doğrudan emretmemiştir. Bu konuda onları en güzeli bulmada ve almada serbest bırakmıştır. Bunun için gerekli ilkeleri vermiştir, o kadar. Bu da onun insana verdiği değeri, onun iradesine verdiği önemi ifade eder. Bu ilkelerin neler olduğu, İslam devleti işlenirken görülecektir, tekrar etmeyelim.

Bu açıdan bakıldığında bir Müslüman toplumda demokrasi ile İslam’ın uyum içinde birlikteliği söz konusu olabilir. Ama gayr-i müslim bir toplumda bu uyum asla olamaz. Bunun sebebini kısaca açıklayalım. Demokrasilerin iki temel ayağı vardır.

1-         

Halkın özgür iradesi ile yöneticilerini sandık veya başka bir araçla seçmesi. Bu açıdan İslam ile bir sorun yaşanmaz.

2-         

Halkın kendisini yönetecek yasaları da özgür iradesiyle kendisinin yapmasıdır. Halkın seçtiği milletvekilleri yasamayı oluşturur. Onlar halkın iradesi doğrultusunda parlamentolarında yasaları yaparlar. Seçilmiş yürütme bu yasalarla ülkeyi yönetir. Bağımsız yargı da bu yasalarla mahkemelerde anlaşmazlıkları çözer. Bu bir yerde laik kanunları gündeme getirir. Halkın özgür iradesiyle kanunlarını yapması ve o kanunlarla devletin yönetilmesi, laiklik demektir.

İşte İslam ile demokrasi arasında sorun burada başlar ve biter. Çünkü İslam, kanun yapma yetkisini ancak Allah Teâlâ’nın yetkisi olarak görür. O bu kanunları Kur’an-ı Kerîm’de bildirmiştir. Orada olan kanunların açılımını ve uygulamasını Peygamberimiz göstermiştir. Bu bir yerde onun da Allah Teâlâ’dan aldığı yetkiyle kanun koyma hakkına sahip olmasını ifade eder. Bu yüzden Allah Teâlâ’ya itaat ile Peygambere itaat aynıdır. Peygambere itaat aynı zamanda Allah Teâlâ’ya itaattir. Peygambere uyma olmadan Allah Teâlâ’nın sevgisine ulaşma olamaz. Bu iki kaynakta bulunmayan konularda ise İslam alimleri, yani yetkili müçtehitler, belli bir usul ve kaideler çerçevesinde yeni kanunlar koyarlar. Kaynak Kur’an ve sünnet olduğu için, usul ve kaideler İslamî olduğu için, bu yeni konulan içtihada dayalı kanunlar, devletin onayından geçtikten sonra Müslümanları bağlayıcı olurlar. İşte İslam devlet ve toplumun bu kanunlar ile yönetilmesini ister. İçtihat ile ilgili daha fazla bilgileri o madde işlenirken göreceğiz.

Eğer demokrasi devlet yönetiminin seçimle gelmesi ile yetinir de kanun kısmını İslam’a bırakırsa sorun çözülür.

Bırakır mı?

Neden bırakmasın? Halk kendi özgür iradesi ile bu kanunları kabul etmemiş midir? İşte halk ise halk, irade ise irade, kanun ise kanun! Sorun ne?

İki tane sorun var. İlki şu, bu sistemde gayr-i müslimler ne olacak?

Bunun cevabı kolaydır. Demokrasilerde azınlıkta kalanlara ne olacaksa Müslümanlar arasında yaşayan gayr-i müslimlere de aynısı olacaktır. Yani insan haklarının garantisi altında yaşayacaklardır. Burada bir sorun yok. Kaldı ki bizim tarihimiz bu açıdan iftihar edilecek bir güzelliğe sahiptir ki çağdaş demokrasiler muhaliflerine o seviyede bir hak henüz verememişlerdir.

İkinci soru şu; laiklik ne olacak?

İşte zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Biliyoruz, Batılılar ve onların beynini yıkadığı yerli yabancılar olan Batıcılar bunu asla kabul etmezler. “Laiklik de laiklik” diye tepinirler. Ama geniş halk kitlesi, “size ne oluyor? Buyurun sandığa! Kim çoğunluğu elde ederse, onun iradesi gerçekleşsin” der ise, ne cevap verebilirler?

Halk İslam hukukuna razı olmuş, sana ne kardeşim? O zaman laiklik olmazmış. Olmazsa olmasın kardeşim. Zaten bu zamana kadar ne hayrını gördük ki? Laiklik bu zamana kadar bize ne verdi? En büyük acıları onun adına çektirdiler bize. Millete kim acı çektiriyorsa, canı cehenneme!

Demek Müslümanların sorunu demokrasi ile değil, laiklik iledir. Bunun da bir orta yolu veya bir başka şekilde uzlaşısı olamaz. Çünkü Müslümanlık laikliği küfür sayar, asla kabul etmez. 

Demokrasi Ve Müslümanlar

Şöyle bir soru akla gelebilir ve insanlara endişe verebilir: Ya halk Müslüman olduğu halde İslam kanunlarını kabul etmez de laik kanunları seçerse? O zaman iç savaş olmaz mı?

Müslümanlar dahilde savaşmazlar. Ancak hukuken iki şekilde içte savaş olur ki o da çaresiz olacaktır. Birincisi, bir grup haksız olarak devlete başkaldırır, bâğî olup isyan eder, düzeni bozar, memlekette fitne ve fesat çıkarırsa, devlet yasal çerçevede onlarla mücadele eder. Önce barışa ve itaate davet eder. Kabul etmezlerse, savaşır. Ancak bunlara dış düşmanlardan farklı bir hukuk uygulanır. İkincisi, devlet başkanı yasaları çiğner de azledilmeyi hak ederse, görevinden alınır. Eğer buna direnirse, devletin yasal güçleri onu makamından indirir. Fakat o devlet güçlerini elinde tutarsa, halk ona direnip savaşır mı? Bu konu ileride gelecek ve biraz işlebecektir. Bize göre doğru görüş, halk örgütlenir de gerekli istişarelerle buna güç yetirebileceği kanaatine varırsa, kıyam eder, ayaklanır ve zalimi alaşağı ederek hukuku korur. Yok, buna güç yetiremeyeceği kanaati varsa, o güç yetirme ve imkan bulma zamanına kadar savaşmaz, sabırla hazırlık yapar.

Tekrar konumuza dönersek, Türkiye örneğinde olduğu gibi laikliği esas alan demokrasilerde Müslüman halkın seçimlerde laik hukuku destekleyenleri seçmesi, kanaatim yukarıdaki iki durumla da alakasızdır. Milletin çoğunluğu öyle istemiş ise, oluşacak devlet, zaten yasalara uygun olacaktır. Yapılacak bir şey yoktur. Sorumluluk bilincine sahip Müslümanlar, o samimi olarak Müslüman olduğunu söyleyen halkı, İslam kanunlarını severek ve isteyerek seçer hale getirinceye kadar davet, tebliğ, irşat, eğitim ve öğretim vazifelerini yapmaya devam edeceklerdir. Zorla güzellik olmaz. İslam’da zorla din kabul ettirmek yoktur. Dinde zorlama yoktur.

[1]

Zaten İslam da bunu kabul etmez. Çünkü işin içine zorlama girerse, iman gider, nifak gelir.

Ancak bu “zorla güzellik olmaz” sözünü laikler de söylemelidir. Yani eğer halkın çoğunluğu laikliği reddederek İslam hukukunu seçmişlerse, onlar da halkın özgür iradesiyle yaptığı seçime saygı duymalı, İslam hukukunun uygulanmasına karşı çıkmamalıdırlar. Bilakis çalışıp kendilerince bu halkı yeniden kazanmanın çarelerine bakmalıdırlar. Ama “yok, biz devleti İslam’a teslim etmeyiz” derlerse, unutmasınlar ki aynı hak, mukabele-i bilmisil gereği, karşılarındaki Müslümanlar için de geçerli olacaktır. O zaman da kendilerinin sesleri çıkmaması lazımdır. Yoksa ayıp olur.

Bizce bu kadar bilgi konuyu anlamaya yeter. Fakat daha iyi anlaşılsın diye isterseniz mevzuyu biraz daha açalım.

Demokrasi Yasama Ve laiklik

Devlet üstünde düşünen eski ve yeni alimler, onun görevleri ve bunları yerine getiriş biçimi üstüne çok şeyler söylemişlerdir. Ancak son zamanlarda bütün siyaset ve hukuk bilginleri, devletin görevleri konusunda şu üçlü taksimi kabul etmişlerdir: yasama, yürütme, yargı. Zaten İslam devletinde de bu üçlü taksim hep var olagelmiş ve teşriî, icrâî ve kazâî adını almıştır.

Çağdaş siyasi düşüncede yasama, anayasa ve ona uygun olarak toplum için gerekli olan yasaları yapan kurumdur. Ülke içindeki kanunları bu kurum yapar. Yürütmenin, eski tabirle icranın yaptıkları düzenlemeler yasa değil, tüzük ve yönetmeliklerdir. Bunlar, yasalar değerinde ve gücünde olmayan, daha farklı kurallardır. Çağdaş siyasi düşüncede devlet içinde en önemli kuvvet yasamadır. Yasamanın oluşumu devlet biçimlerine göre değişebilir. Önemli olan halkın özgür iradesine dayanan seçimle teşekkül etmesidir. Bu seçimle gelen yasama kurumu şimdi bu ülkede uygulanan şekliyle tek meclisle mi olur, yoksa 1961 Anayasasında olduğu gibi ayrıca bir de senato ilavesiyle çift meclisle mi olur, o artık milletin veya anayasaların düzenlemesine kalmıştır. Her ikisini de uygulayan ülkeler vardır.

Yasama organının vazifesi, gerekli anayasa ve yasaları yapması ve yürütmeyi denetlemesidir. Bir yasa yapılırken tekliften meclise gelinceye kadar birçok aşamalardan geçer. Meclisten geçen yasalar, bizde cumhurbaşkanının onayından sonra resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer. Ülkenin bütçesi de meclisten, yani yasamadan geçer. Meclisin bir görevi de, gerek mali yönden, gerek siyasi yönden, kanunların uygulanıp uygulanmadığını denetlemektir.

Anayasalar ve isterlerse beynelmilel yasalar, mesela azınlık hakları da dahil temel insan hakları, yasama organı için bağlayıcıdırlar. Ancak isterlerse onları da değiştirebilme yetkileri olduğuna göre yasamanın yetkisi kayıtsız ve şartsızdır denilebilir. Demokrasilerde şu cümle meşhurdur: ”Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” Bu açıdan demokrasilerde kural olarak insan özgürdür ve dilediği yasaları yapabilir.

Bazıları burada devreye girerek, demokrasinin devamı için laikliği şart koşarlar. Çünkü laiklik olmazsa, insan ilahî yasalar karşısında özgür olamaz derler. Mesela Allah Teala zinayı suç kabul etmiş ve bu suça bir ceza koymuştur. Oysa insan, zinayı suç kabul etmek istemiyor ve buna bir ceza getirmiyorsa, din ile ters düşer. İşte orada ya din ile ters düşmeyi göze alarak dinin o kuralını atacak ve özgür iradesiyle dilediği gibi yasasını yapacaktır. Ya da bu özgürlüğünden vaz geçerek Allah Teala’ya kul olacak, ama laikliği kaybedecektir.

Bu bize göre sorun değildir. Çünkü zaten anayasalar mesela insan hakları ile uyum içinde olmalıdır. Onu yok sayamaz. Aynen öyle, İslam hukukunu da yok sayamaz, olur biter. Ancak laikliği demokrasi için şart görenlere göre bu bir sorundur. Onlar suyu yokuşa sürerek şöyle diyeceklerdir. “Ya demokrasi, yani yasamada özgürlük, ya da Allah Teâlâ’ya kulluk, birisini seçeceksiniz. Zira biri varsa öbürü yoktur”.

Bu söz aynı zamanda şu manaya gelir: “Allah Teâlâ’nın kanunlarına imanın olduğu yerde insan özgür ve bağımsız değildir. Kuldur, köledir. O yüzden insan ya özgürlüğü seçerek dini reddedecek, ya da kulluğu seçerek özgürlüğü ve demokrasiyi reddedecektir”.

Bu çok ciddi bir durumdur. Aynı zamanda çok komik bir durum. Komikliği şuarada: Bir Müslümana soruyorsunuz:

Ya Allah, ya laiklik.

Ya İslam, ya demokrasi.

Ya iman, ya küfür.

Ya Allah Teâlâ’nın kulluğu, ya kişinin kendini tanrı ilan etmesi.

Sizce de bir Müslümana bunu sormak komik değil mi?

Böyle bir durumda Müslüman ne yapar?

Komikliği bırakalım da ciddi olalım; Müslüman asla Allah Teala’ya kulluktan vazgeçmez. Ucunda ölüm bile olsa!

Öyleyse çare ne?

Çare Halka Güvenmek

O kadar!

Halk, özgür iradesiyle İslam’ı kabul etmiştir, öyle değil mi?

Evet.

Yine özgür iradesiyle onun kanunlarını seve seve meclisten geçirerek devleti ve toplumu düzenlemek isterse, bu demokrasi olmaz mı?

Neden olmasın ki? Sonunda yine halkın dediği oluyor. Krallık, padişahlık, saltanat, diktatörlük gidiyor, yerine halkın seçtiği idareciler geliyor. Zamanı gelince halk isterse onlar da gidiyor, başkaları geliyor. İslam’da zaten bunu ister. Halifelik babadan oğula geçmez. Halkın seçimiyle olur. Veliahtlık uygulaması asla İslamî değildir. Haliyle yasama meclisini de halk seçiyor. Halkın seçip istediği kanunlar, o meclisten geçerek yürürlüğe giriyor. Böylece halkın iradesi tecelli ediyor. Normal bir demokrasiden işleyiş olarak farkı nedir? Fark yok, işlem aynı. Öyleyse kavga niye?

Kavga laiklik yüzünden. Diyelim halk kadının kadınla, erkeğin erkekle evlenmesini istiyor. Ya da insanın annesiyle, kızıyla evlenmesine yasak getiren yasayı kaldırmak istiyor. Laik demokrasi buna izin verir, ama İslam demokrasisi buna izin vermez. O zaman halkın iradesi geçerli olmaz!

İşte bu demagojidir. Evet, İslam buna asla izin vermez. Bu doğrudur. Ama burada bir saptırma var. O da, Müslüman halk böyle bir kanunu zaten istemez ki.

Efendim, ya isterse?

Nasrettin Hocanın “Ya tutarsa?” sözünü tartışmak ne kadar abes ise, bunu tartışmak da o kadar abestir. O zaman biz soralım: Olmayacak bir şey yüzünden mi bunca kavga? Demek sizin canınız çözüm değil, kavga istiyor.

Müslümanlar bir ülkede azınlıkta ise, azınlık hakları ile yetinirler. Çoğunlukta iseler, zaten İslam’a aykırı kanunları istemezler. Dolayısıyla meclisten dine aykırı kanunlar geçmemiş olur. Ama çoğunluklarına rağmen böyle yasalar istiyorlarsa, yukarıda yazmıştık, o zaman da yapacak bir şey yok, oturup durumlarını düşünmeleri gerekir. Toplumu zorlamanın anlamı yok. İstemedikleri İslam’a zorlamanın anlamı yok. Zorla İslam olmaz. Olsa olsa münafıklık olur. O zaman vazife Müslümanlara Müslümanlığın ne olduğunu anlatmaktır. İslam adına onları bilgilendirmektir. Yapılacak iş Müslümanları şuurlandırmaktır. Çünkü halk o hale gelmişse, öncelikli konu devlet ve demokrasi tartışmaları değil, imanı kurtarma meselesidir. Çağın meselesi de işte budur!

İnsanların İslam hukukundan korkması yersizdir. Bu düşmanlarının propagandasıdır. Bütün yasalar arasında aslında pek büyük farklar yoktur. Mesela evlenme, boşanma, miras, akitler, ticaret, vakıf, kira, hibe, ücretler, eğitim, terbiye, mahkemeler, muhakeme usulü gibi konulardaki yasal uygulamalar birbirlerine çok benzerler. Benzemeyen yasalar daha çok ceza hukukundadırlar. Aslında onu da bilmiyorlar inkar edenler. Bilseler, beğendiklerinden bayılırlar.

İslam Hukuku Vazgeçilmemizdir

Az önce yazmıştık, İslam devletinde yasamanın temelleri Kur’an ve sünnettir. Yasalar bu iki temelden alınır. Eğer bu iki temel kaynakta ihtiyaç duyulan yasalar yok ise, fıkıh usulünde anlatılan kaide ve kurallar çerçevesinde İslam hukukçuları tarafından yasalaştırılır. Bu yeni yasalar o iki kaynağa asla ters ters düşemezler. İslam devletinde de devlet başkanının danıştığı bir meclis muhakkak vardır. Yasama meclisi de bu görevi yapar. Buraya seçilenlerin hepsinin hukukçu olması şart değildir. Demokrasilerde de her kanunu meclis yapmaz. İster anayasa olsun, isterse diğer yasalar olsun, önce uzman kişiler bir taslak hazırlar ve bunu değişik komisyonlardan geçirerek meclise indirirler. Meclis son şeklini vererek onaylar. Devlet başkanının tasdikinden sonra yürürlüğe girer. Dolayısıyla uzmanlar hazırlasa da bu meclisin, yani yasamanın çıkardığı yasa olur. Devlet de bu yasalarla idare edilir.

Bunları niye anlatıyoruz?

Yani İslam’daki uygulama ile demokrasilerdeki uygulama öyle çok aykırı şeyler değildir. Belki çoğu yerde aynı veya çok benzer şeylerdir. Öyleyse İslam devletinden korkmaya, İslam hukukundan ürkmeye gerek yoktur. Bu korku ve endişe, İslam düşmanlarının ürettiği yapay bir vaziyettir ve uygulama görüldüğünde örümcek ağı gibi gerçekler önünde parçalanıp gidecektir.

Neticede İslam Allah Teâlâ’nın dinidir. İnsan onu ya alır, ya atar. Bir kısmını alıp bir kısmını atma yetkisi yoktur. İnsan Allah Teâlâ’nın kuludur. Müslüman bundan mutlu olur, kıvanç duyar.

Demokrasiler ise bir din değildir. Bir yönetim biçimidir. Demokrasiler insanların özgür iradeleri ile seçimlerine dayalıdır denilir. Bunu icat edenler, laikliği bunun içine koymayı şart kılmışlardır. Çünkü sonuçta demokrasi ve laiklik Batıda ortaklaşa verilen bir mücadelenin eseridir. Bize göre, batıda laikliği gerektirecek durumlar İslam’da yoktur. İslam, laikliğin Batıda verdiği din ve inanç özgürlüğü hakkını daha baştan vermiş ve asırlarca da Batıdan daha güzel uygulamıştır. Öyleyse ona ihtiyacımız yoktur. Demokrasinin seçim ayağı da bize yabancı değildir. Çünkü İslam devlet başkanı olan halifeler de normalde seçimle iş başına gelirler. Veliahtlık uygulaması sonradan girmiş bir bid’attır ve her bid’at gibi dalalettir, sapkınlıktır.

Hal böyle olunca Müslümanların Batının demokrasi ile kazandıkları seçim tecrübelerinden istifade etmenin bir mahzuru yoktur. İlim ve hikmet Müslümanın yitiğidir, nerede bulursa almaya hakkı vardır.

Yasama yetkisini güya Allah Teâlâ’dan alıp insana vermek olan laiklik, bu haliyle Allah Teâlâ’ya ve dinine savaş açmaktır. Bir Müslüman için çağımızın en büyük tehlikesi budur. Üstelik bu kavram ile nice Müslümanlar dininden edilmiş, küfre düşürülmüştür. Onunla mücadele etmek her Müslüman için bir iman borcudur. Eğer demokrasi ile laiklik bir tutulacak ve bölünmez bir bütün olarak sunulacaksa, o zaman laikliğe olan öfkemizden demokrasi de payını alır ve deriz ki: “İkinizin de canı cehenneme! Bize Kur’an ve sünnet ile Raşit Halifelerin örnekliği yeter de artar bile”.

Sonuç

Bazı kardeşlerimiz bize “bu konularda bu kadar yazıp konuşmak abes ve israf değil midir? Madem laiklik, sekülerizm ve demokrasi İslam’da yoksa bunları niye konuşuyoruz?”

Evet, belki de bu konuda çok konuşup yazmamız eleştiriyi hak eder. Çünkü bu konuda iki kitap ve onca yazılar yazdık, bazıları video halinde internette olan konuşmalarımızdan başka. Ama ne yaparsınız ki bizim İslam’ı hakim kılma gibi ibr derdimiz var ve o dert söyletip ağlatıyor bizi.

Bu bakımdan kendi yaptıklarımı savunmak yerine bir üstadı konuşturayım istedim. Savunma ondan gelirse daha ikna edici olur kanaatindeyim.

“İçinde bulunduğumuz şartlar, adım adım İslâm’a giderken bir aracın kullanılmasını zaruri kılarsa, o aracı kullanırız. Bu kavram olur, kurum olur, parti olur... Yalnız burada, mutlaka göz önünde bulundurmamız gereken husus şudur: Bu aracı kullandığımızda, daha mükemmele ulaştırıyor mu, yoksa onun yerine geçip yolunu ebediyyen kapatıyor mu? Şayet kullanılan araç, ikinci adıma yol açıyorsa, bence o aracın kime ait olduğu önemli değildir. Yani Grek, Roma, Amerika, Kara Avrupası, Aydınlanma öncesi ve sonrası, kilise, havra gibi herhangi bir yere ait olabilir. O araç kullanıldığı zaman, amaca ulaşma açısından karşılaşılan netice önemlidir. Eğer o araç, bizi amacımıza doğru götürüyorsa, kapıların arka arkaya açılmasını sağlıyorsa, mecburiyete binaen onu kullanabiliriz. Zaruret o aracı meşru kılar.”

[2]

Sonuçta bir kere daha söyleyelim ki demokrasi şu anda belki diktatörlüklere karşı iyi bir yönetim şeklidir. Ama bunu kutsal kabul edip başkalarına din imiş gibi dayatmak yanlıştır, ayıptır, çirkindir, zulümdür. Elbette daha iyi bir sistem için düşünmek ve çabalamak normaldir. Ne bu çalışmaları, ne de bütünüyle kabul etmiyor diye İslam suçlamak yersizdir, haksızdır. Aksine yapılması gereken şey, düşünce önündeki engelleri kaldırmak, tabulardan kurtulmak, yasaklardan ve dayatmalardan vazgeçmek, düşünce özgürlüğü içinde uzlaşma yollarını açık tutmak, iyiyi, faydalıyı bulmada yardımlaşmaktır. Biz Müslümanlar daha iyi bir yönetim aramaktan utanmayız da vazgeçmeyiz de. Demokrasi karşısında aşağılık duygusuna da kapılmayız. Çünkü İslam’ın belli bir yönetim biçimi emri yoktur.  Bu saha bize her zaman açıktır.

 [1] Bkz. Bakara 256.

 

[2]

Hayrettin Karaman, Demokrasi çoğulculuk laiklik ve İslam, Yeni Şafak Gazetesi, 25 Mayıs 2014. http://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/demokrasi-cogulculuk-laiklik-ve-islam-53629