Değişim Ve Gelişim

Başlıktaki bu üç kavram, bizim gibi İslam’dan Batıya medeniyet değiştirmiş, üstelik bunu halkın rızası hilafına baskı, cebir ve şiddete dayalı yaptığından her zaman reaksiyon ile karşılamış bir toplumda ömür boyu karşımıza çıkacak temel kavramlardandır. Bu yüzden önce bunları bir yakından tanıyalım istedik.

“Değişim”, isim olarak "bir zaman dilimi içindeki değişikliklerin bütününü" ifade eder. “Gelişim” ise isim olarak "gelişme” işidir. Yani serpilip büyüme, ilerleme, inkişaf ve tekâmül etme anlamına gelir. “Başkalaşma” ise, bir hal ve durumdan başka bir hale ve duruma geçme, başkalaşma işidir. Mesela biyolojide olduğu gibi oğulcuk evresinden ergin olana değin bir hayvanın geçirdiği biçim ve yapı değişimleri, istihale, metamorfoz işlemidir.

İnsanlar ve sair canlılar, yaşantılarını tamamlayıncaya kadar türlü başkalaşmalar geçirirler. Küçük bir bebek iken büyür, serpilir, değişim geçirerek gelişir, evvelki hallerine göre başkalaşım geçirirler. Toplumlar da “bir nevi böyledir” dersek, sanırım itiraz gelmez.

Sosyolojik anlamda gelişim, millet seviyesindeki sosyal değişimin anlam nitelik ve içeriği ile dünya sisteminde meydana gelen değişikliklerin söz konusu olan toplumsal yapılar üzerindeki etkilerini inceleyen disiplindir. Biyolojide yaş değiştikçe değişen ve gelişen beden, toplumlarda da zaman içinde değişim ve gelişim gösterirler. Başkalaşma ise bu değişimin boyutlarına bakılarak verilebilecek bir hükümdür.

Sosyo-kültürel değişme yön itibarıyla ele alınırken, tartışılan hususların başında değişmenin bir ilerlemeye, gelişmeye veya gerilemeye yol açıp açmadığı husussu gelir. Genelde sosyal gelişme; bir toplumun ekonomik, sosyal ve siyasal bakımlardan, daha az iyi olduğu düşünülen bir durumdan, daha iyi olduğu düşünülen bir duruma doğru bütün unsurlarıyla birlikte değişmesi olarak tanımlanır. Sosyal gelişme; bir toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel seviye bakımından yükselişine işaret eder.

Ekonomik gelişme, genelde niteliksel değişikliğe işaret eder. Örneğin, bir ülkenin tarım sektöründen sanayi sektörüne doğru gelişimi niteliksel bir değişimdir. Ekonomik büyüme ise, bir ülkenin ekonomisindeki sayısal değişikliğe vurgu yaparak mevcut şartlar içinde sayısal yükselişi ifade eder. Bir ülkedeki ekonomik kalkınma hızındaki artış ve fert başına düşen milli gelirdeki artış ekonomik büyümeyle ilgilidir. Dolayısıyla bir toplumdaki ekonomik büyüme ve gelişme de tek başına sosyal gelişmenin göstergesi olarak algılanamaz ve bunlar sosyal gelişme için yeterli değildir. Bunun yanında fertlerin ve sosyal grupların değer hükümlerinde ve davranışlarında da gelişmeler olmalıdır. Bir başka ifadeyle sosyal gelişmede toplumun ekonomik gelişme ve büyümeyle birlikte, sosyal ve kültürel seviyesinin de artması gerekir.

Bir yerde “değişim” ve “gelişim” kavramlarından bahsediyorsak, yedekte hemen “başkalaşma, başkalaşım” ve onun çağrıştırdığı “asimilasyon” ve “yabancılaşma” kavramlarını da gündeme almamız gerekir.

Sami Şener, başkalaşmayı biyoloji, ekonomi ve sosyoloji açısından kısaca şöyle değerlendirir: “Başkalaşma, biyoloji ve sosyolojide bir türün kendi özelliğini kaybedip, bir başka tür haline dönüşmesi olayıdır. Böylelikle o tür, kendine ait birtakım özellikleri daha sonra kaybetmeye başlar. Bu değişikliğe o türün gelişim özellikleri neden olabileceği gibi, iklim ve çevre şartlan da neden olabilir.

Sosyolojide özellikle bir toplumun değişme öncesi bir başka kimliğe bürünmesi, başkalaşmanın belirtisidir. Bu başkalaşma birdenbire görülmez. Özellikle toplumu etkileyen ve onu kontrol altına alan bazı faktörlerin değişmesi ile meydana gelmeye başlar. Bu faktörler öncelikle değerler ve fikirlerin başkalaşımıdır. Başkalaşmanın ilk önce İnanç ve kanaatlerde görüldüğü bilinen bir husustur. Toplumun değerlerinde başkalaşma diğer hayat faaliyetlerinde de başkalaşmalara yol açar. Özellikle sosyal kurumlardan eğitim ve kitle iletişim organları, bu farklılaşmaya uygun ortamı hazırlamada büyük rol oynarlar.

Bazı sosyolog ve iktisatçılar sosyal değişmeyi üretim araçlarının mülkiyetindeki değişme, ırk, çevre, mülkiyet gibi çeşitli faktörlerle açıklamaya çalışırlarken, değişmeye çok "ani bir geçiş" yaparlar. Oysa insandaki ve toplumdaki değişme, bir başkalaşma veya farklılaşma olmaksızın birdenbire meydana gelmez. Ani değişim ancak maddi faaliyetlerde görülebilen değişmelerdir. Başkalaşma ve farklılaşma ağı bir "geçiş hali"ni ifade eder.

Başkalaşımı, daha çok değerlerdeki değişmenin ilk göstergesi olarak gelişme veya çözülmenin belirlilerini taşır. Başkalaşma öncesi ve sonrası durumun tarafsız bir gözlemi, yönelişin İyi veya kötü olduğunu belli edebilir.”

[1]

“Batılılaşma" bu açılardan bakıldığında tarih boyunca yaşadığımız en büyük ve en dehşetli değişim, başkalaşma, yabancılaşma ve asimilasyondur. Çünkü milletin kendi isteğine dayanarak yapılmış değildir. Önce ihtiyaçların mecburiyetleri olarak kısmen başlamış ise de, sonra doğrudan doğruya toptan bir değişim, yabancılaşma ve asimilasyon cebir ve şiddete dayalı olarak zoraki ve mecburî değişimi dayatmış, tarihin en büyük, en acı ve anlamsız başkalaşmasını yaşatmıştır.

Serbest Ve Mecburi Değişimler

Mümtaz Turhan kültür değişmelerini, gerçekleşme biçimine bağlı olarak serbest ve mecburi (zorlanmış) olmak üzere iki ana grupta ele alır.

[2]

Bunlardan birincisi, serbest ya da gönüllü kültür değişmeleridir. Serbest kültürel değişimi, bir grup ya da toplumun, yabancı bir grup ya da toplumla, hiçbir iç ve dış baskı olmaksızın, mesela seyahat, ticaret, görüp de beğenme, ihtiyaç duyma, farklılık, zenginlik, itibar edinme gibi sebeplerle kurduğu temas sonucu, kültürün belli öğelerinin alınıp benimsenmesi sonucunda meydana gelir. Bu tür değişmeler, kendiliğinden ve bir zorlama olmaksızın meydana gelen organik bir kültür değişmesi olarak da adlandırılır.

İkincisi, mecburi ya da zorlanmış kültür değişmeleridir. Bu tip değişmelerde toplum, dışarıdan veya yukarıdan aşağıya doğru tanzim edilir. Bu tip değişme, organik değil, zora dayanan mekanik bir değiştirme sürecidir. Buna “empoze kültür değişmesi” de denilir. Zorunlu kültür değişmeleri, emperyalist, ihtilal, inkılâp ve sosyal planlama faaliyetleri olmak üzere çeşitli şekillerde gerçekleşir. Bunlardan ilk üçü anti demokratik bir süreç ve yöntemlere dayalı gerçekleşir.

Turhan, “zaruri kültür değişmesinden” ziyade “serbest kültür değişmesine” inanıyordu. Yani halkın, geçim yollarını, hayat modellerini değiştirerek kültürlerini değiştirmenin imkânlarından bahsediyordu. Köy sosyolojisi üzerine yaptığı araştırmanın konusu buydu.

Batılılaşma Mecburi Değişimdir

Batılılaşma böyle bir zora dayanan mecburi değişimdir. Halka cebir ve şiddet kullanılarak değişimi kabullenmeye zorlanmıştır. Batılılaşmaya dönük devrimler yapılırken Mustafa Kemal’in “Bu değişiklik behemahal olacak, ama ihtimal ki bu arada bazı kelleler gidecektir” sözü sembol bir cümledir. Bu söz devlet başkanı tarafından milletvekillerine söylenmiştir. Millete bu kadar nazik ve kibar (!) da söylenilmemiştir. Aksine bir tutum ve davranış, kanunlarla yasaklandığı gibi, istiklal mahkemeleri örneğinde olduğu vardır, hukuk amacı dışında kullanılarak, değişime muhalefet edenler, vesayet altına alınan yargı eliyle aşırı cezalarla yok edilmeye çalışılmıştır. Devletin güvenlik güçleri olan asker, jandarma, polis ve bekçi marifetiyle işlenen cinayetlerin ise haddi hesabı geçmiştir. Yakın tarihimiz bunun canlı örnekleri ile doludur. Biz değişik kitaplarımızda bu yüz karası uygulamaların bir kısmını yazdık, tekrar etmeyelim. 

Batıcılar bunu görmezlikten gelmişler, cebir ve şiddet kullanılarak yapılan mecburi değişimi, yani Batılılaşmayı mazur, hatta şirin göstermek ve uygulanan cebir ve şiddetin üstünü örtmek için  “sosyal planlama faaliyetleri” adı ile mecburi değişime bir kılıf bulmaya çalışmışlardır. Utanmadan buna da “demokrasi yoluyla gerçekleşen değişim” demiş, yapılan zalim baskılara “medeniyet, çağdaşlık, aydınlanma, insan hakları ve özgürlükler, laiklik, hür irade” gibi kavramları ileri sürerek güya iyi niyetli bahaneler uydurmuş, hatta  “demokratik usul ve yöntemleri içerir uygulamalar” diye sahip çıkmışlardır.

Halkına yabancılaşmış, onun din, kültür ve medeniyetinden çıkmış Batıcı kadrolar, Batılılaşmanın korkunç uygulamalarını, devletin yine halka rağmen uyguladığı “nüfus, aile ve eğitim planlamaları ve sosyal kalkınma programları” türünden değişmeler olarak görmeye ve göstermeye kalkışmışlardır. “Bunlar, belirli bir zamanda belirli amaç ve hedeflere göre yapılmış bilinçli değiştirmelerdir” diyerek halka dayatmalara, hak ve hukuk ihlallerine, kan dökmelere, sürgünlere ve hatta darbelere sahip çıkmışlardır. Bu ayıp onlara yeter.

Mümtaz Turhan, “Garplılaşmanın Neresindeyiz” kitabında Cumhuriyet modernleşmesini iki temelden eleştirmişti:

1- Modernleşmeyi tepeden aşağı, “zorla kültür değişimi” zihniyetiyle gündeme getirdik,

2- Anadolu’da yaşayan “bize ait”  insan unsurunu göz ardı ettik.

[3]

Bu konuda size bütün bu Batılılaşma sürecinin nasıl bir zoraki dayatma ile olduğunu ifade eden iki örnek vereyim. İlki Osmanlıdan. İkincisi Cumhuriyetten.

Cumhuriyet döneminde yetişen bir tarihçi olan İlber Ortaylı, bu dayatmaları ifade eder ama gerekli gördüğünden sahiplerini mazur görerek över. Hatta daha da ileri giderek, hiç utanmadan sıkılmadan “Cumhuriyet döneminde Kur’an okumalara baskı getirilmesi, yok samanlıkta Kur’an okunması, bunlar yalan haberlerdir. Yok böyle bir şey” der.

[4]

Oysa bu sözleri söylerken yaşı inkar ettiğini bizzat yaşayacak bir yaştır. Bunları bilmediği için söylediği kanaatinde değiliz. Bir ilim adamı böyle komik durumlara düşmeye nasıl tenezzül eder?

Bir başka soru da şudur: Niçin böyle söyler?

Herhalde bulunduğu konumu kaybetme korkusu. Türk aydınının en büyük zaafıdır bu. Hadi şöhretine binaen yine de “koskoca tarihçi” diyelim, olaya işte böyle ideolojik bakarsa veya televizyonda canlı yayınında halktan korkarsa, “aydın” olma vasfını yitirir ve işte böyle gülünç duruma düşer. Evet, gerçekleri korkarak gizleyene “aydın”  denilmez. Aydın, “ilim” kadar aynı zamanda “duruş” haysiyetine sahip olmaktır.

Hamit Emrah Beriş, “Avrupa Birliği Üyeliği Ya Da Türk Siyasetinde Demokratikleşme Eğilimleri” isimli makalesine

[5]

bir olay anlatarak

[6]

girer.

“(...) Komisyon uzun münakaşalardan sonra Türk harflerini mufassal olarak yazmakla (harfleri Latincede olduğu gibi birbirinden ayrı yazmakla) kolay okunur bir yazı vücûda getirilmeyeceği kanaatine varmıştı. Fikrinde ısrar eden Enver Paşa bu karara kızdı ve fikrinin kabulünde ısrar etti. Hüseyin Cahit Bey Arap harfleri ayrı ayrı yazılır ise okunamayacağını ve ancak Latin harflerini almakla bunun mümkün olabileceğini ileri sürdü. Fakat Enver Paşa buna şiddetle muarızdı:

- Siz ister kabul edin, ister etmeyin, biz orduda bunu tatbik edeceğiz, kararımız kat’idir, dedi ve hiddetle elini masaya vurarak kalkıp gitti.

Komisyonda soğuk bir hava esti. Azalar birbirlerinin yüzüne bakakaldılar. Celse tatil edildi. Öteden beri dostluğumuz olan Emrullah Efendi ile Nezaretten çıkarken önümüzdeki Perşembe toplanıp toplanmayacağımızı sordum:

- Ben artık gelmeyeceğim. Bunların dedüğü dedüktür, adamı darağacında elif gibi sallandırırlar, dedi. Alfabeler basıldı ve orduya dağıtıldı.” (Arseven, 1993: 125).

Bu şekilde yazı uzun süre orduda kullanıldı da. Enver Paşa ile gündeme gelmemekle beraber onun zamanında uygulama alanı bulan ve bu nedenle “Enverî Yazı, Enver Paşa İmlası” ya da “Ordu Elifbası” da denilen hurûf-u munfasıla, (Osmanlıca harfleri bitişik değil de ayrı ayrı yazarak kullanma şekli) I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla iletişim kanallarında güçlük yaratacağı gerekçesiyle uygulamadan kaldırılmıştır.

Yukarıda aktardığımız olayı anlatan Hamit Emrah Beriş, yazısının devamında der ki: “II. Meşrutiyet devrinde gerçekleştirilen harf değişikliği öncesinde yaşanan olay, Türk modernleşmesinin genel seyrini örneklemesi bakımından önem taşıyor. Tüm modernleşme tarihi boyunca Türkiye’de toplumsal alanda gerçekleşen reformların neredeyse tamamında, yeri geldiğinde “hiddetle elini masaya vuran” bir otoritenin damgası vardır. Toplumsal ve siyasal projeleri yaşama geçiren hep o hiddetli el olmuştur; sahibi zaman zaman değişse de... Toplumsal gelişme ve ilerleme amacıyla otoriter yönetim anlayışının benimsenmesi, reformların demokratik bir şekilde müzakere edilmesini engellemiş ve hatta gereksiz kılmıştır.”

Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldırılması müzakerelerinde şunları söyler:

“Osmanoğulları, zorla, Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardı; bu sarkıntılıklarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de, Türk milleti, bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline fiilen almış bulunuyor. Bu, bir emrivakidir. Mevzubahis olan, “millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız?” meselesi değildir. Mesele, zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal, olacaktır. Burada, toplananlar, Meclis ve herkes, meseleyi tabiî görürse; fikrimce, uygun olur. Aksi takdirde; yine, hakikat, usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat, ihtimal, bazı kafalar kesilecektir.”

[7]

“Masaya yumruğu vurmak” ve “kafalarının kesileceği ile tehdit etmek” ve elbette denileni yapmak, “Türk Modernleşmesi” denilen “Batılılaşma” yabancılaşmasının genel karakteridir. Orada halk yoktur, millet yoktur, hür irade ve rıza yoktur. Devleti ve yönetim gücünü ele geçirenlerin dayatması, zorlaması, icbar edişi vardır. Hem de gerekli görürlerse şiddetin her çeşidiyle.

Şimdi kimi siyasetçilerin Batıcıları temize çıkarmak için giriştiği yalan dolanını anlarız. Çünkü aksi takdirde adama sorarlar: “Osmanlı iyi idi de niçin yıktınız?” Onlar değişen dünyada kendilerini temize çıkarma çabasındadırlar. Ama kendisine ilim adamı ve aydın diyenlerin endişe ve korkularını anlasak da mazur görmez ve asla affetmeyiz. Yalanlarını yüzlerine kara bir leke gibi işte böyle belgeleriyle çarpılır.

[1]

Sami Şener, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi.  

[2]

Bkz. Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, 51

[3]

Lütfi Bergen, http://lutfibergen.blogcu.com/garplilasmanin-neresindeyiz/9313430

[4]

Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=E7pCmPU1zmU

[5]

Gazi Üniversitesi İktisadî Ve İdarî Bilimler Fakültesi 7/1.(2005). 199-216.

[6]

A.g.m. s. 200.

[7]

Bkz. Mustafa Kemal, Nutuk II, s. 690-691.