Küfür Tek Millettir

Bilindiği gibi “İslam Dini” Hz. Âdem’in (as)  Peygamberliği ile başlar, Hz. Muhammed’in (sav) Risâlet’i ile kemale ererek nihaî şeklini alır. Bu, Allah Teâlâ’nın katında geçerli olan biricik dindir.

Bu süreç içinde dahi İslam Dininin iman ve ahlak esasları değişmez. İbadetler bölümü ise zaman içinde kısmen değişen ilahi özellikler taşır. Yani Hz. Âdem’in (as) Peygamberliğinden beri namaz, oruç, zekât, zikrullah vs. ibadetler vardır. Ama mesela namazın rekât sayısı, kılınma şekil ve mekânı, orucun tutulma vakit ve keyfiyetleri gibi ve benzeri bazı durumlar, tarih içinde kısmi değişiklikler geçirmiştir. 

Şeriata gelince, ondan maksat insanların bireysel ve toplumsal hayatlarındaki ihtiyaçlarını görerek ve sorunlarını çözerek yaşamalarını kolaylaştırmak ve mutlu etmektir. Hal böyle olunca, zaman içinde insanların ilim, sanat, teknik, teşkilat, yönetim, medeniyet ve kültür seviyelerine göre, dinin şeriat kısmının tarih boyunca değişmesi, yenilenmesi ve gelişmesi hem makul, hem tabii, hem gerekli hem de vakidir. Öyle ise şeriat, dinin en çok değişen ve yenilenen kısmıdır diyebiliriz.

Bütün bu değişim ve yenilenmeler ile İslam Dini son şeklini almış, bu nimet böylece tamamlanmış ve en mükemmel, olgun halini almıştır.

Öyleyse Hz. Âdem’in (as)  Peygamberliği ile başlayan ve Hz. Muhammed’in (sav) Risâlet’i ile kemale ererek nihaî şeklini alan bu İslam Dinine, bu Allah Teâlâ’nın katında geçerli olan biricik dine iman eden her insan mü’mindir, Müslümandır ve aralarında geçen asırlara rağmen birbirleriyle kardeştirler. Yani Hz. Âdem’in Müslüman oğulları, Hz. Nuh ile gemiye binenler, Hz. İbrahim’e arkadaş, Hz. Musa’ya yoldaş, Hz. İsa’ya havari ve Hz. Muhammad’e sahabî olanlar ve iman edenler, aynı dinin müntesipleri olarak kardeştirler.

Bu açıdan bakıldığında mü’minler kardeş olduğu kadar, birbirlerinin velisi, dostu ve yardımcısıdırlar. Onlar bir millet, bir ümmettirler.

Bunun zıddı da aynen geçerlidir. Yani Hz. Âdem’in (as)  Peygamberliği ile başlayan ve Hz. Muhammed’in (sav) Risâlet’i ile kemale ererek nihaî şeklini alan bu İslam Dinine, bu Allah Teâlâ’nın katında geçerli olan biricik dine iman etmeyen her insan da kafirdir, Müslümanlar ile bir ana babanın evlatları olsalar bile aralarında kardeşlik ve akrabalık yoktur. Davranış olarak aralarında iki şekil vardır. Barış veya savaş. Yani kafirler din ve Müslümanlarla savaşmaz da barış içinde yaşarlarsa, Müslümanlar da onlara karşı, bir Müslümana yaparcasına hak ve hukuka uyarak, iyilik ve erdem üstün tutarak yaşarlar. Ama savaşanlara karşı harp bitene ve barış sağlanana kadar çok sert, çetin ve acımasız olurlar.

Hz. Adem’den itibaren son peygamber Hz. Muhammed'e (sav) kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin insanlara sunmak üzere yüklendikleri tek din, tek bir ilah tarafından gönderilmiş İslam Dinidir. Bu bütün insanlık için değişmez bir çağrıdır. Bu davet ve davanın tek hedefi vardır. O da sapıtmış insanlığı gerçek dine ve onun öğrettiği Rabb'ine onun öğrettiği şekilde döndürmektir. O'nun yoluna iletmek ve O'nun belirlediği esaslarla eğitmektir. Allah tarafından gönderilmiş bütün peygamberlerin sundukları bu ortak mesaja, bu ilahî davete, bu biricik dine inanan mü'minler, kendilerinden önceki ve sonraki peygamberlere inanan diğer mü'minlerle bir millet, bir ümmet ve kardeştirler. Çünkü bütün mü'minler tek ilaha kulluk sunan bir ümmetin bireyleridirler.

Buna göre gelmiş geçmiş tüm nesilleriyle tarih içinde bütün bir insanlık iki sınıfa ayrılır.

Birincisi, Kur’an-ı Kerîm’in ifadesiyle “Hizbullah”, yani “Allah'ın taraftarları” olan mü'minlerdir.

İkincisi ise “Hizbuşşeytan”, yani “şeytanın taraftarları” olan ateist, dinsiz veya batıl dinlere mensup olan Allah karşıtları. Bu “Allah karşıtlığı” ifadesine razı olmayacaklarını biliyoruz çoğunun. Ama onların da bilmediği işte bu hakikattir. Bu yüzden bu küfre “cahiliyye” diyoruz ya. Ancak onlarla yüz yüze konuşurken, incitmeden ve nefret ettirmeden gerçekleri ifade eden bir dil kullanmayı da unutmamalıyız bu arada. Bu da davet ve tebliğde önemli bir ilkedir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm de buna dikkat çeker:

“Yahudilerin ve Hıristiyanların zalim olanları dışında kalanları ile tartışırken olabildiğince gönül alıcı ve etkili bir dil kullanınız. Onlara deyiniz ki, "Bizler hem bize ve hem de size indirilen kitaplara inanıyoruz. Bizim de sizin de ilahınız birdir, biz O tek ilaha teslim olmuşuz."

[1]

Bu ikili sınıflandırma her türlü zaman ve mekân sınırlandırmasının dışında insanlığın tüm kuşaklarını içine alan genel bir durumdur. Buna göre mü'minlerin her bir kuşağı yüzyıllar boyunca uzanan bu silsilenin bir halkasıdır.

Bu, İslâm'ın dayandığı temel ilkeyi oluşturan ve bu Kur'an ayetinde ifadesini bulan büyük, üstün ve yüce gerçektir. Bu gerçek insanlar arasındaki ilişkiyi sadece kan, soy, ırk, vatan veya ticarete bağlı kalmanın düzeyinden daha yukarılara çıkarır. İnsanlar arasındaki ilişkiyi tek bir inanç sistemine bağlılık şeklinde somutlaştırarak yüce Allah'a ulaştırır. Bu inanç sisteminde bütün ırklar ve renkler kaynaşır gider, kavim ve ülke farklılıkları ortadan kalkar. Zaman ve mekân değişikliği, kardeşlik noktasında hiçbir anlam ifade etmez. Orada her şeyi boyunduruğu altına alan yüce yaratıcının kopmaz ipinden başka hiçbir şey kalmaz.

Hiç şüphesiz savaşın barışın dili başkadır. Savaş, din tebliğine de mani olan acı bir vaziyettir. İnsanı duygusallaştırarak aklını bürür. Kin ve nefret dolu bir kalp, söylenenler ne kadar makul ve faydalı da olsa kendisine yapılan bir daveti zor kabul eder. Bu yüzden Müslümanlar, aslı İslam iken tahrife uğramış dinlerin mensubu olan Ehl-i Kitap'la veya tamamen beşerî dinlere mensup insanlarla dini konuşurken, olabildiğince gönül alıcı ve etkili bir dil kullanmaya teşvik ediliyorlar. Amaç, ilahî risaletin geliş hikmetini açıklamaktır. Bu yeni risaletle önceki risaletler arasındaki bağı ortaya koymaktır, bir de kendisinden önceki davetlerle uyuşan, yüce Allah'ın hikmeti ve insanların ihtiyaçlarına ilişkin eksiksiz bilgisi doğrultusunda onları bütünleyen Allah'ın gönderdiği mesajlardan bu sonuncusuna uymanın zorunluğuna inandırmaktır.

"Onlara deyiniz ki; `Bizler hem bize ve hem de size indirilen kitaplara inanıyoruz. Bizim de sizin de ilahınız birdir, biz O tek ilaha teslim olmuşuz."

[2]

Bugün Batıda Müslümanlığı seçenlerin çoğu bu gerçeği tasdik ediyorlar. “Bizi İslam’ın en çok saran ve sevindiren yanı, bütün Peygamberlere iman etmeyi ve sevmeyi emretmesi ve bütün ilahî kitapları kabullenmesidir. Bu bizim içimize tamlık hissi veriyor ve kalbimizi yatıştırıyor” diyorlar.

Şu halde çekişmeye, bölünmeye gerek yoktur. Allah, ahiret, nübüvvet, kitap, iman esasları, güzel ahlak gibi aslî konularında iman beraberliği vardır. Ayrıntılar ibadet ve muamelattadır. Bu yüzden büyük tartışmalara girmek, münakaşalar etmek yersizdir.

[3]

Ancak "Yahudilerin ve Hıristiyanların zalim olanları" bu genellemenin dışındadırlar. Çünkü onlar, kalıcı inanç sisteminin temel kuralı olan Tevhid, yani Allah'ın ilahlıkta ve Rabb'lıkta birliği ilkesinden sapmışlardır. Allah'a birtakım düzmece ilahları ortak koşmuşlardır, O'nun hayat sistemini bir kenara bırakıp insan aklının ürünü başka sistemlere uymuşlardır. Bu yüzden böyleleri ile tartışılmaz, iyi ilişkiler içine girmek gerekmez. Nitekim İslâm Medine'de bir devlet kurar kurmaz böylelerine iyi davranıp barış için anlaşmalar yapmışsa da, anlaşmalarına ihanet eden ve savaş açanlara kendisi de savaş ilan etmiştir.

“Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.”

[4]

İslam dini, zaten adı üstünde, ilke olarak daima sulhtan yanadır. Nitekim Nisa suresinin 128. Ayetinde, “Sulh daha hayırlıdır” buyurulmuştur. Fakat yukarıdaki ayet, dinin ve devletin güvenliğini garanti altına almak için gayr-i müslim komşulardan gelen zararları bertaraf etmeyi ve onların karşısında tecavüze cesaret edemeyecekleri şekilde güçlü ve metin olmayı emretmektedir.

Ebû Hanife, Şâfiî, Dâvud, Ahmed bin Hanbel'in ve daha bir grup müçtehit alimlerimiz şu âyet-i kerimeye dayanarak küfrün tek bir millet olduğunu söylemişlerdir.

“Dinlerine (ayette bu kelime “milletehum” şeklindedir) uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”

[5]

Yine top yekun kafirler için "Sizin dininiz size; benim dinim bana" denmiştir.

[6]

Peygamber Efendimiz de: "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz" buyurmuşlardır.

[7]

Yani burada iki ayrı milletten kasıt, İslâm ve küfürdür. Bunun delili ise Peygamber Efendimiz'in: "Müslüman, kâfire mirasçı olmaz."

[8]

anlamındaki bir başka hadisidir. Şöyle ki: İslâm hukukuna göre kafir bir şahıs, Müslüman bir kimseye mirasçı olamaz. Meselâ, Müslüman bir babanın kafir olan bir oğlu, babası öldükten sonra, onun mirasına sahip olamaz. 

İmam Mâlik ve kendisinden gelen bir başka rivâyette Ahmed bin Hanbel ise küfrün ayrı ayrı milletler olduğu görüşündedir. Buna göre yahûdi hıristiyana mirasçı olmadığı gibi; yahûdi ve hıristiyan da mecûsiye mirasçı olmaz. Onlar bu görüşlerine Peygamber Efendimiz'in "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık olmaz" hadisinin zâhirini delil alırlar.

[9]

Malum “millet” kelimesinin çoğulu "milel"dir. Din tarihi hususunda tartışılmaz otorite olan Şehristanî'nin meşhur eserinin adı “el-Milel ve'n-Nihal”dir. Bilindiği gibi "nihal" kelimesi "nıhle"nin çoğuludur. Nıhle ise; "kupkuru zan ve vehim" mânâsına gelir. Dolayısıyla "el-milel", vahye dayanan dinlerin (milletlerin) tarihi, "en-Nihal" ise, vahye dayanmayan sistemlerin (milletlerin) mâhiyetidir.

[10]

Peygamberimizin (sav) “Küfür tek bir millettir.” hadisindeki maksadını, fıkıh alimleri böyle izah etmişlerdir. Ancak “Küfür tek bir millettir” sözü, İslâm’da sadece “Miras Hukuku” için geçerli bir hüküm değil, aynı zamanda siyasi ve stratejik açıdan da üzerinde durulması gereken bir ilkedir.

[1]

Ankebut 46.

[2]

Ankebut 46.

[3]

Bkz. Seyyit Kutub, Fî Zilal, Ankebut 46. Ayetlerin tefsiri.

[4]

Tevbe 123.

[5]

Bakara 120.

[6]

Kâfirûn, 6.

[7]

Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 16; İbn Mâce, Ferâiz 6; Ahmed bin Hanbel, II/187.

[8]

Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz1; Ebû Dâvud, Ferâiz 10; Tirmizî,

Ferâiz 15.

[9]

Bkz. İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, c. 2, s. 301.

[10]

Bkz. http://www.fecir.net/node/5109; http://www.ihya.org/kavram/kavramlar-ansiklopedisi/dt-4914.html