İyiliği Emretme Kötülüğü Nehyetme

Bu “emr-i bi'lma'ruf nehy-i ani’l münker” de dediğimiz iş, dinimizin çok önem verdiği bir vazifedir. Maruf, aklın ve şeriatın güzel görüp teşvik ettiği, münker, aklın ve şeriatın çirkin görüp reddettiği şeydir.

 

Emr-i bi'l-ma'ruf Kur'ân, Sünnet ve İcma ile sabit bir vacibtir. Yani dinimiz ma'rufu emredip, münkerden menetmeyi onları bilen her mükellefe vazife olarak vermiştir. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyurur:

"Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki, onlar herkesi hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına erenlerin ta kendileridir." (Al-i imran- 104)

"İyiliği emret, kötülükten vazgeçir." (Lokman- 17)

Rasûlullah (s.a.)'ın hadislerinde de aynı vazifeyi görürüz:

"İyiliği emret, kötülüğü nehyet. Bu yolda gelecek meşakkatlere de sabret."

"Ya ma'rufu emreder, münkerden de nehyedersiniz yâhut Allah şerirlerinizi, hayırlılarınıza musallat edecektir. O zaman hayırlılarınız dua etse de duaları kabul olunmaz".

Ashab ve arkasından gelen tâbiîn ve etbâut-tâbiîn nesilleri emr-i bi'l-maruf'u ihtilafsız tatbik etmişlerdir. Böylece onun vacip olmasında icma hasıl olmuştur.

Ancak emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münkerin vacib oluşunda bazı şartların bulunması gerekir. Ehl-i Sünnet bu şartları şöyle bildirir:

Emr-i bi'l-ma'ruf'u yapacak olan kimse bunun ne olduğunu bilmelidir. Hangi ma'ruf'un emri vacib, hangi münkerin nehyi caciptir veya menduptur bilmelidir. Çünkü emredilecek veya nehyedilecek konunun vacib sünnet, nafile oluşlarına göre, emir ve nehiyde bulunmanın da vacib, sünnet veya nafile olur. Mesela içki, kumar, zina haramdır, namazı, orucu, zekatı terk de haramdır. Öyleyse bu hususlarda bunları emir veya nehiy vacibtir. Bu görevde ısrar edilir, yerine göre söz söylenir. Fakat sünnet veya nafilede vacip değildir. İncitmeden yapılabilirse iyidir. Değilse terk edilir.

Bu vazifeyi yapan kişi, sözünün dinleneceğine ve faydalı olacağına kanaat getirmelidir.  En azından alınacak iyi netice, mevcut kötülükten daha çok olmalıdır. Hadi diyelim, en az ona denk olmalıdır. Sözünün geçmeyeceğini kesinlikle bildiğinde ise, marufu emir ve de münkeri nehiy vacib olmaz. Fakat bir iyilik görürse, yine de yapması tavsiye edilir.

Ancak bu vazifeyi yapmak, dinîn alaya alınıp aşağılanmasına, dinin veya dindarların zarar görmesine veya muhatabın kötü tepki göstermesine, kavga gürültü çıkarmasına, yani fitneye sebep olacaksa, faydalı olmak şöyle dursun, daha zararlı olduğu gibi, üstelik bütün maddî manevî bağların kopmasına sebep olacaksa, bu iş terk edilir, yapılmaz. Hatta yapmaması vacip olur.

Bu işte maksat, iyi niyetle faydalı olmaya çalışarak sevap kazanmaktır. Olmuyorsa zorlamanın anlamı yoktur. Üzülmeye, yese düşmeye de gerek yoktur. Hidayet Allah Teâlâ’nın elindedir. İslam’ı tebliğ etmek, maruf ve münkeri öğretmek, artık yüz yüze olmasa da, eğitim veya medya gibi başka kanallarla dolaylı olarak duyurulup yayılmaya çalışılır.

Buradan şöyle bir netice çıkarabiliriz:

Bazı işler vardır ki,  ona herkesin müdahale edebilir. Bu kısım ma'rufun emri ve münker'in nehyi belirtilen şartlar dâhilinde herkese vacibtir. Yani içki içmek, kumar oynamak, dedikodu yapmak gibi münker veya ma'ruf olduğu herkesçe bilinen işlere, herkes müdahale edebilir.

Bazı işler de vardır ki, müdahale âlimlere düşer. Herkes onun hükmünü bilemeyebilir. Yeni çıkan, içtihadı gerektiren konularda avam kafasına göre iş yapamaz.

Bu tür içtihâdî meselelerde âlimlerin görüşleri farklı olduğu takdirde hem müçtehitler, hem de onları taklit edenler, birbirlerine karşı saygılı olmalıdırlar. Çünkü dinimize göre her müctehid ictihadında doğruyu bulmuş kabul edilir. Hakikatte doğruya isabet etmişse iki, hata etmişse, çabasının karşılığı bir sevap alır. İnsanlar diledikleri müçtehidi kabul etmekte serbesttirler.

Bazı işler vardır ki ancak devlet müdahale edebilir. Mesela açıktan yasak ve haram işleyenlere, gerekirse kavga ederek, gerekirse silah çekip vurarak müdahale etmek, devlet yetkisine girer. Devletin görevlendirdiği kişi ve kurumlara müdahale edilmez. Herkes kendi işini yapar.

Halka düşen, kötü ve çirkin işler gördüğünde devlete veya ilgili kurumlara bildirmektir. Ancak onlar etkisiz kalır da halktan yardım isterlerse, o zaman yardımcı olmak gerekir.

Peki, ya vazifeliler görevlerini ihmal eder de yapmazlarsa?

O zaman durum değerlendirilir. Fitne çıkmadan yapılabilirse, herkes elinden geleni yapar.  Değilse, sabredilir. Bütün bunlardan anlaşılan odur ki, iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme görevi herkese miktarınca düşen bir iştir.

Bazen öyle olur ki, devlet başkanı kanunsuz işler veya çirkin haramlar yapabilir. Meşru yollarla ona veya atadığı idarecilere müdahale edilmelidir. Bunun elbette bir zorluğu vardır. Resûlullah (s.a.) bir hadisinde bunu şöyle belirtir:

"Cihadların en faziletlisi, zâlim sultana karşı hakkı söylemektir."

"Aman dikkat edin, halk korkusu kişiyi hakkı söylemekten alıkoymasın."

Peki, fâsık ve facir kişiler de bu vazifeyi yapabilirler mi?

Âlimler bu soruya "Evet!" diye cevap vermiştir. Münker'in alenen işlendiğini gören kimse, kendisi o işi yapmakta olan birisi olsa bile, müdahale etmekte mükelleftir. Yapmak bir suçtur, müdahale etmemek ikinci bir suç olur. Günahın birini işlemek, diğerinin işlenmesini meşru kılmaz. Münkerin terki farz olduğu gibi, münkere müdahale etmek de ikinci bir farzdır.

Bazen de adam içki içer, ama namusa karşı işlenen suçlara tepkisi büyük olur. Gereğini yapmalıdır.

Bazen de haram işleyen “Bana bakın, kötü halimden ibret alın da sizler yapmayın” diyebilir. Hiç kimse vazifesini yapana, “sen kendine bak!” diyemez.

Emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani'l münker meselesi çok hassas bir konudur. Bazı hususlara dikkat etmek gerekir. Her işin bir usul ve âdâbı olduğu gibi, bu işi yapacak kimsenin de belli adab ve usule uyması gerekir. Bazılarını belirtelim:

Her işte olduğu gibi bu işte de ihlas ve samimiyet olmalı, Allah rızası için yapılmalıdır. Şan, şöhret, maddi menfaat, makam mansıp, düşmandan intikam gibi dünyevî duygularla kirletilmemeli, yüce bir iş istismar edilerek değersizleştirilmemelidir. Kaldı ki kendisi iyi olmayanın sözü başkasına tesir etmez. Töhmet altında kalması yadırganmaz. İlk vazifemiz önce kendimizi ıslah etmektir. Sonra başkalarına sıra gelebilir.

Bir de neticeyi, tesiri Allah'tan bilmek gerekir. Bir işi iyi niyetle yapıp neticesini Allah'a bırakmak gerekir. Tebliği yapınca işimiz biter. Tesirini, neticesini yaratmak Allah'a aittir. O dilerse, hikmeti iktiza ederse, derhal netice verir veya hikmeti icabı daha sonra tesir halk edecektir, belki de hiç etmeyecektir, oralar bizi ilgilendirmez.

Ortaya çıkacak neticeye bağlı olmaksızın, Cenab-ı Hak, yaptığımız halisane tebliğ ve müdahalenin ücretini mutlaka verecektir. Bunu bilmek yeterlidir. Bu husus, dünya kurulalıdan beri gelip-geçen bütün peygamberlerin, hak tebliğcilerinin müşterek bir ilkesidir. Kur'ân-ı Kerim'de pek çok ayet: "Peygambere ancak tebliğ etmek düşer, (tesir halketmek Allah'a aittir)" mânâsını tekrar eder.

Öyle ise netice almak için telaş göstermek, dinin tecviz etmediği metotlara başvurmak caiz olmaz.

İyiliği emretme ve kötülükten nehyetme görevinde tatlı dil, yumuşak üslup ve mütevazı, alçak gönüllü bir tavırla söze başlanmalıdır. Muhatabın durumuna göre ciddiyet veya sertliğe gidilebilir.

Nasihat ve hayra davet ederken korkmamak, yılmamak esastır. Emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker hizmeti, sevabı çok, cemiyet hayatında ehemmiyeti büyük bir hizmettir, ancak o nisbette de risklidir, bazı tehlikeleri beraberinde getirir. Belirttiğimiz şartlar çerçevesinde irşad vazifesi vacib, getireceği tehlikeler sebebiyle terki caiz değildir. Rasûlullah (s.a.) halk korkusu sebebiyle hakkı tebliğden vazgeçilmemesi için birçok uyarılarda bulunmuştur. Hatta bunu, kişinin nefsini hâkir kılması olarak tavsif eder:

- Sizden kimse nefsini hâkir görmesin!

- Ey Allah'ın Rasûlü kişi nefsini nasıl hakir görür?

- Allah için, üzerine söz terettüp eden (fena) bir durum görür, fakat hiç ağzını açmaz. Cenabı Hak kıyamet günü kendisine sorar: "Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu? "O kul cevap verir: "Halk korkusu!" Allah o zaman şöyle der: "Asıl benden korkman gerekirdi!"

Şu hadis de çok çarpıcı bir sosyal tespit yapar:

"Eğer ümmetimin, zalime: ‘sen zalimsin!’ demekten korktuğunu görürsen bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir."

Rasûlullah (s.a.)'ın ilk müslümanlara biat şartı kıldığı bu prensip zamanımızda da güncelliğini, ehemmiyetini ve tazeliğini korumaktadır, gelecekte de koruyacaktır. Hiç unutmayalım ki; "Allah yolunda cihad ederken kınayanın kınamasından çekinip korkmamak" mü'minin ana vasıflarından biridir(Bkz. Maide-54.).

Dinimiz emr-i bi'1-ma'rufu, dinin kıvam ve devamı için müesseseleştirmiş, kaçınılmaz bir vecibe yapmıştır. Din, esas itibarıyla emir ve yasaklar şeklinde ifadesini bulan bir kısım değer hükümlerinden meydana gelmiştir. Dinin kıvam ve bekası için bunların korunması gerekmektedir.

Terkedilen her ma'ruf ve irtikab edilen her münker din bünyesinde bir çatlamadır, binadan bir taşın düşmesidir. Ma'ruf'un emri veya münkerin nehyi, sağlığı bozulan bünyeye sağlıklı bir müdahaledir, bir tamirdir. İrşad müdahalesinin yapılmaması çatlağın büyümesine, başka taşların düşmesine, binanın ciddî hasarlara uğrayarak kendinden beklenen müessiriyeti kaybetmesine ve enkaza dönerek tamamen yıkılmasına sebep olacaktır.

Hazreti Ali radıyallahü anh buyurur: "İlk mağlub olacağınız mücahede el, sonra dil, sonra da kalb ile yapılan mücahededir. Kalb, mârufu kabul ve münkeri reddetmezse tersine döner."

Hazreti Huzeyfe radıyallahü anh'e sordular:

- Hayatta olduğu halde öle sayılan adamlar kimlerdir?

Buyurdu ki:

- Gördüğü kötülüğü eli, dili veya kalbi ile bozup inkâr etmeyen kimselerdir. 

İyiliği emretme ve kötülükten nehyetme görevinde elbette bir öncelik sırası vardır. Her müslümana farz olan önce haram olanları terk edip, farzları yerine getirmek suretiyle kendini ıslah etmektir. Sonra aile efradı gelir. Onları da irşad ve ıslah ettikten sonra sırasıyla komşularını, mahalle halkını, yaşadığı kasaba ve şehir civarındaki insanları ve daha sonra da uzakta ve hatta dünyanın öte uçunda yaşayanları değişik araçlar ve metotlarla davet ve irşad etmeye çalışır.

Yeryüzünde İslam’ı bilmeyen bir tek kişi bulundukça, oraya gitmek ümmete bir farzı kifayedir. Buna gücü yeten herkese de farzı ayn olur. Bundan mesuldür, hesaba çekilir.

Ancak teferruat ile uğraşıp, ender lâzım olacak ayrıntı meseleler ile zaman kaybedilmesi doğru olmaz. Bu vazifeyi terk etmenin zararları ise toptan helaki hak etmektir.