Nemelazımcılık Laubalilik

Evet, bir millet nasıl bozulur ve helake gider, Kur’an ve sünnet bunu ayrıntıları ile açıklamıştır. Bunlardan birisi de iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme ilkesinin çiğnenmesi, bireysel ve toplumsal duyarlılığın kaybolması, dolayısıyla yanlışa gerekli tepkinin yapılmamasıdır.

 

Hz. Peygamber (sav) Efendimiz Benî İsrâil'den misâl vererek onların irşat, tebliğ ve nasihattaki bu ihmalleri ve lâubalilikleri yüzünden felâkete uğradıklarını belirtir:

"Benî İsrâil'in içinde bozulma şöyle başlamıştı: Bir kişi, kardeşini günah üzere görür ve onu bundan men ederdi. Ancak ertesi gün, bir gün önce yasakladığı şeyleri yine yapan o kimselerle yemede, içmede, sohbette arkadaşlık yapmadan çekinmez, devam ederdi. Bunun üzerine Allah onların kalblerini birbirlerine karıştırarak hepsini sapıttı.

Onların bu hâli hakkında Kur'ân'daki şu âyet gelmiştir:

"İsrâil oğullarından olup da küfredenlere Dâvûd'un da Meryem oğlu İsâ'nın da diliyle lânet olunmuştur. Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar işledikleri herhangi fenalıktan birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Hakikat yapmakta devâm ettikleri o hal, ne kötü idi... Eğer Allah'a, peygambere ve O'na indirilene îman etmiş olsalardı, onları dostlar edinmezlerdi..."

[1]

Konuşması esnasında ayakta duvara dayanmış durumda olan Hz. Peygamber (sav) bu âyetleri okuduktan sonra oturur ve ilâve eder:

"Hayır, siz haddi aşan zâlimi elinden tutup onu hakka çevirinceye kadar irşad işini bırakmazsınız)."

[2]

Öyleyse bir cemiyette herhangi bir fenalık zuhûr eder etmez, onu küçük görmeyip, bunun yok edilmesi için azim ve ciddiyetle üzerine gidilmesi gerekir. Şu ayeti bir daha okumanın zamanıdır:

"Öyle bir fitneden sakının ki, o geldiği zaman içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz (âmmeye de sirâyet ve hepinizi perîşan eder), hem bilin ki Allah şüphesiz azabı çetin olandır."

[3]

İbnu Abbâs bu âyeti tefsîr ederken şöyle söyler: "Cenâb-ı Hakk burada mü'minlere, aralarında tek bir münkerin bile yer etmesine meydan vermemelerini emretmekte ve bu emre uymayanları azapla korkutmaktadır".

Aksi takdirde bidâyette çok mahdut bir azınlık tarafından işlenmeye başlanan münker, zamanla çoğunluk tarafından benimsenecek ve kaçınılması imkânsız, herkese ulaşacak felâketlere sebep olacaktır.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur:

"Cenâb-ı hakk azınlığın ameliyle çoğunluğa azab vermez. Ancak çoğunluk, aralarında azınlığın münker (fena) amellerini görürler, fakat müdâhaleye güçleri yettiği hâlde seslerini çıkarmazlar. Onlar böyle davrandıkları için Cenâb-ı Hakk azınlığa da, çoğunluğa da birlikte azab gönderir."

Muvatta'ın rivayetinde "...fenâlık açıktan açığa işlendiği takdirde hepsi cezayı hak eder" denmektedir.

[4]

Bırakın başkalarına iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetmeyi, en yakınlarına dahi bu tavrı koyamayan ve şuurlu bir Müslüman gibi davranamayanlar, başlarına gelecek bela ve musibetlere başka sebep aramamalıdırlar. Sadece bu sebep olarak yeter de artar bile…

İlahî merhameti hak etmek ve toplumsal barış içinde yaşamak istiyorsak, tepki bilincimiz olmalı ve yanlışa tavır koyarak ilkelerimizi korumalıyız. Irkçılığı lanetleyen bizzat Sevgili Peygamberimizdir. (s.a.v) Onun lanetlediğini biz de lanetlemeliyiz. Yoksa ondan (sav) uzak düşeriz.

Bu kadar açıklamadan sonra sanırım bu azaba sebep olan müdahene, yağcılık ve dalkavukluğun, bu herkese kavuk sallama, nabza göre şerbet verme, isteğe göre göbek atma, neme lazımcılık ve bana dokunmayan yılan bin yaşasın laubaliliğinin çirkinliği anlaşılmıştır.

Bir kere daha dikkat çekelim ki, bunun altında yatan illet ve sebebi iyi anlamamız lazımdır. Yoksa içteki mikrop ölmeden, dıştan yapılan pansumanın pek faydası olmaz.

O mikrop nedir?

Elbette harâmı işleyen kişiye veyâ onun yanında bulunanlara olan saygısı, sevgisidir. Sevgi aşırı olursa gözü kör eder. Bir körlük sebebi de maddî veya manevî menfaat düşkünlüğüdür. Bunun sebebi de iman zayıflığı ve dînine olan bağlılığının gevşekliğidir. Hepsine birden kısaca “dünya sevgisi” diyebiliriz. Zira bu “hubb-u dünya” bütün günahların başıdır. 

Öyleyse bir kere daha ifade edelim ki, aziz dinimize göre fitne olmadığı, ya’nî dînine veyâ dünyâsına veyâ başkalarına zarar olmadığı zaman, harâm ve mekrûh işleyene gücü yetiyorsa, engel olmak lâzımdır. Harâm ve mekrûh işleyene mâni olmamak, kötülük karşısında susarak “dilsiz şeytan” olmaya razı olmak, az önce de gördük, harâmdır. Çok kötü ve çirkin bir huydur. Bu bir izzetsizlik, gayretsizlik, düşüklük ve alçaklıktır. Müslüman şahsiyetine hiç yakışmaz.

Müdâhenenin, yani yağcılık ve dalkavukluğun  zıddı, gayret ve salâbettdir. Dinde, gayret ve salâbeti olanların mâlları, cânları, sözleri ve yazıları ile Allah rızâsı için hakkı söyleme ve cihât etmeleri lâzım olduğunu Kur’an-ı Kerim kaç ayetinde bizlere bildirmektedir. Bu konuda sadece “Asr Suresi” bile kafidir:

“1- Asra yemin olsun ki, 2- İnsan mutlaka ziyandadır. 3- Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”

Hadîs-i şerîflerde “çok acı olsa da, hakkı söylemeye” teşvik buyurulmuştur. Bunlar doğrudan konumuz olmadığı için buraya almıyoruz.

[5]

 

 [1] Maide, 5/78-81

 

[2]

İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 2/382-383.               

[3]

Enfâl, 25

[4]

İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 2/383.

[5]

Bu konuda geniş bilgi için bkz. Cemal Nar, Alimin Önderliği.